Tatsız tuzsuz geçen bayrama ülke gündemi, çöl tozları, şiddetli yağmur, fırtına ve üstüne bonus olarak bel ağrısı eklenince tükenmişlik sendromu kapının yeni taktırdığımız ve nefret ettiğim cikcikli zilini çalmasa da hafiften tıkırdatmaya başladı. Bayramın üçüncü gününe şişmiş gözler, müthiş bir geniz akıntısı, nezle ve üşüme hissiyle başladım. Önce tekrar grip oluyorum sandım ama anladım ki bir gün önce bol miktarda solumak zorunda kaldığım çöl tozları alerji yapmış. Alerjinin de yaşı varmış, çocukluğumda yumurta yiyemeyen, Penisilin iğnesi yaptıramayan, şeker, çikolata yedi mi kızaran arkadaşlarıma hayretle bakardım. Uzuun yıllar alerji nedir bilmedim ama sinsi sinsi zamanını bekliyormuş şerefsiz (hanımefendi kişiliğime halel gelmemiştir umarım bu sözcüğü kullandığım için 😂). Neyse ki sicim gibi bir yağmur çöl tozlarını da, polenleri de Antalya zerzeminlerine ve kanalizasyonlarına postaladı da akşama doğru kendime geldim. Ama bana rahat yok, boş mu kalsın bünye, bel ağrısı geldi yerleşti alerjiden boşalan daireye 😃
Sabah yataktan güç bela, belimi tuta tuta kalkıp, "Of, hala mı kapalı bu hava" diye balkona çıkınca mavi göğü ve parlayan güneşi görünce oftan vazgeçip bir oh çektim. Böylece Beydağları'nı yıkılmaktan kurtardım. Gece yağan yağmurun izleri yerlerdeydi ve şaşılası bir şekilde asfalt, beton ve kaldırım taşından müteşekkil zeminden toprak kokusu geliyordu nerelerden sızıyorsa. Tombalak bir kumru gelip elektrik direğinin tepesine kondu. Hayli besili idi, bizim tam buğday ekmeklere ilaveten başka şeyler de yemiş olmalı ki kumrudan ziyade güvercine benziyordu, öyle tombul. "Mısır'da olsa seni yakalayıp tencereye atarlardı kumrukuş" dedim ama duymadı tabii beni. Bir zamanlar Oğlak Yayınları'nın yemek üstüne kitapları çıkardı, neredeyse tüm seri kitaplığımdadır. Colette Rossant'ın "Tadı Damağımda Kalan Ülke: Mısır" isimli bir kitabını okumuştum bu seriden, şahane bir kitaptı. Yazar büyükannesiyle yemek maceralarını kaleme almıştı. Haftada bir hale, evin nevalesini almaya gidiyorlar ve haldeki yiyecek içecekleri anlatıyordu ki güvercinler de Mısırlıların severek yedikleri kanatlı türüne dahilmiş. Çok tuhafıma gitmişti, bıldırcın bile yiyemem ben, değil ki güvercin.
Kumrular birken iki, ikiyken üç oldular, cilveleşmeye başladılar. Kuş olsaydık şu yaşadıklarımızdan haberimiz bile olmazdı, tek derdimiz karnımızı doyurmak ve kediden kaçmak olurdu diye düşündüm. Gamsız hayat, oh ne rahat. Ömürleri mi kısa, o görece bir şey. Ayrıca kanadın var, tehlike varsa uç gitsin. Lakin bazen bunu da beceremiyor bu şapşikler. Ankara'daki evin az ilerisinde bir yamaç var, çam ağaçlı, parkımsı bir yer. Orayı yüzlerce güvercin mesken tutmuş. İnsanlar gelip buğday, ekmek, bulgur gibi şeylerle besliyorlar sık sık. Fakat eğimden dolayı özellikle ekmekler yuvarlanıp asfalta düşüyor. Bu salaklar da ekmek kırıntısının peşinde pikniğe gider gibi yürüyerek asfalta, düşenleri almaya gidiyorlar. Sürekli birkaçına araba çarpıyor. A benim şaşkınım, yukarısı yiyecek dolu, koy gitsin giden nereye giderse. Hem senin kanadın var, niye uçmaz da yürürsün. Kuş beyinli lafı boşa çıkmamış sanırım.
Kumru seyranı bitince bir gün önce yaptığım böreğin ikisini ısıtıp çayımı da alarak asabımı bozmak için Twitter'ı açtım. Bozdum da nitekim Cem Üzümoğlu haberini okuyunca, neyse az önce gördüm, salmışlar adli kontrol şartıyla. Belim şiddetle ağrımaya devam ediyordu, evde ağrı kesici de kalmamış, giyinip çıktım. Önce eczaneye uğrayıp ağrı kesici aldım, sonra da mahalle pazarına yollandım. Ağrıyan belimle güya iki parça bir şey alıp dönecektim, yapamadım tabii ki. Birkaç sebze ve yeşillik, her zamanki ekmekçiden tam tahıllı ekmek ve bir demet de çiçek alıp "Sende bu kafa oldukça daha çok ağrır belin" diye söylene söylene döndüm eve. Canım ne film izlemek, ne kitap okumak, ne de kimseyi görmek istiyor. Toparlanmak lazım, böyle olmaz bu iş. Size hüsnüyusuflarımı bırakıp "Yedik-İçtik" podcasti dinleyerek yemek yapmaya gideyim bari: