.

.
.

3 Nisan 2025 Perşembe

GÜNLERDEN BİR GÜN / 3 NİSAN


Tatsız tuzsuz geçen bayrama ülke gündemi, çöl tozları, şiddetli yağmur, fırtına ve üstüne bonus olarak bel ağrısı eklenince tükenmişlik sendromu kapının yeni taktırdığımız ve nefret ettiğim cikcikli zilini çalmasa da hafiften tıkırdatmaya başladı. Bayramın üçüncü gününe şişmiş gözler, müthiş bir geniz akıntısı, nezle ve üşüme hissiyle başladım. Önce tekrar grip oluyorum sandım ama anladım ki bir gün önce bol miktarda solumak zorunda kaldığım çöl tozları alerji yapmış. Alerjinin de yaşı varmış, çocukluğumda yumurta yiyemeyen,  Penisilin iğnesi yaptıramayan, şeker, çikolata yedi mi kızaran arkadaşlarıma hayretle bakardım. Uzuun yıllar alerji nedir bilmedim ama sinsi sinsi zamanını bekliyormuş şerefsiz (hanımefendi kişiliğime halel gelmemiştir umarım bu sözcüğü kullandığım için 😂). Neyse ki sicim gibi bir yağmur çöl tozlarını da, polenleri de Antalya zerzeminlerine ve kanalizasyonlarına postaladı da akşama doğru kendime geldim. Ama bana rahat yok, boş mu kalsın bünye, bel ağrısı geldi yerleşti alerjiden boşalan daireye 😃

Sabah yataktan güç bela, belimi tuta tuta kalkıp, "Of, hala mı kapalı bu hava" diye balkona çıkınca mavi göğü ve parlayan güneşi görünce oftan vazgeçip bir oh çektim. Böylece Beydağları'nı yıkılmaktan kurtardım. Gece yağan yağmurun izleri yerlerdeydi ve şaşılası bir şekilde asfalt, beton ve kaldırım taşından müteşekkil zeminden toprak kokusu geliyordu nerelerden sızıyorsa. Tombalak bir kumru gelip elektrik direğinin tepesine kondu. Hayli besili idi, bizim tam buğday ekmeklere ilaveten başka şeyler de yemiş olmalı ki kumrudan ziyade güvercine benziyordu, öyle tombul. "Mısır'da olsa seni yakalayıp tencereye atarlardı kumrukuş" dedim ama duymadı tabii beni. Bir zamanlar Oğlak Yayınları'nın yemek üstüne kitapları çıkardı, neredeyse tüm seri kitaplığımdadır. Colette Rossant'ın "Tadı Damağımda Kalan Ülke: Mısır" isimli bir kitabını okumuştum bu seriden, şahane bir kitaptı. Yazar büyükannesiyle yemek maceralarını kaleme almıştı. Haftada bir hale, evin nevalesini almaya gidiyorlar ve haldeki yiyecek içecekleri anlatıyordu ki güvercinler de Mısırlıların severek yedikleri kanatlı türüne dahilmiş. Çok tuhafıma gitmişti, bıldırcın bile yiyemem ben, değil ki güvercin. 

Kumrular birken iki, ikiyken üç oldular, cilveleşmeye başladılar. Kuş olsaydık şu yaşadıklarımızdan haberimiz bile olmazdı, tek derdimiz karnımızı doyurmak ve kediden kaçmak olurdu diye düşündüm. Gamsız hayat, oh ne rahat. Ömürleri mi kısa, o görece bir şey. Ayrıca kanadın var, tehlike varsa uç gitsin. Lakin bazen bunu da beceremiyor bu şapşikler. Ankara'daki evin az ilerisinde bir yamaç var, çam ağaçlı, parkımsı bir yer. Orayı yüzlerce güvercin mesken tutmuş. İnsanlar gelip buğday, ekmek, bulgur gibi şeylerle besliyorlar sık sık. Fakat eğimden dolayı özellikle ekmekler yuvarlanıp asfalta düşüyor. Bu salaklar da ekmek kırıntısının peşinde pikniğe gider gibi yürüyerek asfalta, düşenleri almaya gidiyorlar. Sürekli birkaçına araba çarpıyor. A benim şaşkınım, yukarısı yiyecek dolu, koy gitsin giden nereye giderse. Hem senin kanadın var, niye uçmaz da yürürsün. Kuş beyinli lafı boşa çıkmamış sanırım. 

Kumru seyranı bitince bir gün önce yaptığım böreğin ikisini ısıtıp çayımı da alarak asabımı bozmak için Twitter'ı açtım. Bozdum da nitekim Cem Üzümoğlu haberini okuyunca, neyse az önce gördüm, salmışlar adli kontrol şartıyla. Belim şiddetle ağrımaya devam ediyordu, evde ağrı kesici de kalmamış, giyinip çıktım. Önce eczaneye uğrayıp ağrı kesici aldım, sonra da mahalle pazarına yollandım. Ağrıyan belimle güya iki parça bir şey alıp dönecektim, yapamadım tabii ki. Birkaç sebze ve yeşillik, her zamanki ekmekçiden tam tahıllı ekmek ve bir demet de çiçek alıp "Sende bu kafa oldukça daha çok ağrır belin" diye söylene söylene döndüm eve. Canım ne film izlemek, ne kitap okumak, ne de kimseyi görmek istiyor. Toparlanmak lazım, böyle olmaz bu iş. Size hüsnüyusuflarımı bırakıp "Yedik-İçtik" podcasti dinleyerek yemek yapmaya gideyim bari:

1 Nisan 2025 Salı

GÜLE GÜLE MART / 1 NİSAN

Bayrama benzemeyen bayramın son, yeni bir ayın ilk gününe geldik. Bakalım baharın benim için en güzel ayında (çünkü zamanında bana kardeşimi getirmişti) bizi neler bekliyor, umarım Mart gibi üzmez.

Genel olarak bayramlara bayılmam ama bu bayram gerçekten baydı. Hem ülke gündemi, hem havanın nanemollalığı, hem çocukların yanımızda olmaması daralttı ruhumuzu, üstüne bir de dün sabah Volkan Konak'ın ölüm haberi "E ama yani" dedirtti. Nerede gördüm hatırlamıyorum, blog mu, Instagram mı, Facebook mu, yazan kişi okuyorsa eğer affına sığınıyorum, birisi mealen şöyle yazmıştı; "Kendimi takvim gibi hissediyorum, bu insanlar öldükçe yapraklarım birer birer kopuyor sanki". Ne kadar doğru. Daha Edip Akbayram'ı hazmedemeden bir de Volkan Konak, ne diyeyim huzurla uyusun dilerim.

Instagram deyince şöyle bir şey oldu, eminim size de oluyordur. Birkaç yıl önce bir arkadaşın annesine bayram ziyaretine gitmiştik ve bize çayın yanında bir tatlı ikram etmişti. Boşnak kökenli idi teyzemiz ve o yörenin tatlısı olduğunu söylemişti. Bayramın birinci günü Ramazan'da arkadaşları davet ettiğim iftar yemeğinden artan 3 parça güllaçla tatlı yaparken aniden aklıma geldi ama adını bir türlü hatırlayamadım. Epey düşündüm, sonra da gündelik telaşla aklımdan silindi gitti. Dün sabah Instagram'da dolaşırken şak diye bir tatlı tarifi çıktı karşıma, neydi bu tatlı, benim dün düşünüp de hatırlayamadığım "Kaymaçina". Bu sanal ortamlar bizim zihnimizi okuyor olabilir mi, siz ne dersiniz, bu ilk değil, pek çok kez karşıma çıktı bu tür şeyler ve beni oldukça rahatsız ediyor.

Geride bıraktığımız ayın son on gününde yaşananlar malum; kızgınlık, kaygı, huzursuzluk, üzüntü, heyecan, umut gibi karmaşık duygularla çalkalandık durduk. Gündemimiz değişti, tepetaklak oldu, ilerleyen günler de çok şeylere gebe görünüyor. Bütün bunların dışında bir Mart dökümü yapacak olursam sanatsal ve kültürel anlamda Şubat'ın benden çaldıklarını Mart geri verdi diyebilirim. Hastalık nedeniyle iptal ettiğim etkinlikleri, geri verdiğim biletleri, aklımın kaldığı gösterimleri bu ay telafi ettim:

İki oyun izledim; "Gramofon Hala Çalıyor" ve "Therese Raquin/Bir Cinayetin Anatomisi". Özellikle ikincisini çok beğendim. Bir oturumda iki bale, "Paquita" ve Bir Yaz Gecesi Rüyası" iade edilen biletlerdendi, oldukça güzeldi. "Aşk-ı Memnu" ünlü romanın opera düzenlemesi idi, ne yalan söyleyeyim pek sevmedim. Ve son olarak bir müzikal, "7 Kocalı Hürmüz". Daha önce tiyatro oyunu olarak izledim, TV'de pek çok kez denk geldim ve son olarak müzikalini de deneyimleyerek Hürmüz Hanım'la vedalaştım. Eğlenceli idi haliyle, oyuncular başarılıydı ama fazla uzatılmış geldi, sona doğru sıkıldım. 

Bu ay da film izleme konusunda kendi rekoruma yanaştım, Şubat'ta 18 film izlemişim, Mart ayında 4 eksiğiyle 14 oldu:

En sevdiklerim, "I'm Still Here", "Central Do Brasil", "Festen", "Wajib" ve "Other Peoples Children" oldu. 

Hızımı alamadım birisi bayramın ilk günü olmak üzere 4 tane de dizi izledim:

Hepsi Netflix'den görüldüğü üzere ve haklarında çok konuşuldu ilk üçünün. Sonuncusu ise "Genç Kızların Rehberi" adını taşıyan, sade suya tirit bir İspanyol dizisi, hep sağlıklı sebze yenmez ya, arada abur cubur da atıştırmalı 😂 Bayramın kasvetini biraz renklendirdi.

Gelelim kitaplara, bu ay 6'da kaldım ne yazık ki, olsun Nisan ayında telafi ederim:

"İrlanda Defteri" en sevdiğim oldu. Onu "Kurtların Tarihi ve "Yabancı Kucak" takip etti. "Ertuğrul Osman/Şehzadenin Yüzyılı" ise ilginç bir okumaydı, 2. Abdülhamit'in torunu Ertuğrul Osman'ın günlüklerinde kendi bakış açısından dedesini ve Osmanlı'nın son dönemini okuduk, ayrıca yaşamlarının ne kadar lüks olduğunu da bizzat kendi kaleminden öğrendik. "Uyku Krallığı" Kerem Eksen'den okuduğum ikinci kitaptı ama ilki kadar sevemedim. "Murdo" ise çok tatlı bir çizgi romandı. 

Bu ay Storytel'e tek bir kitap dinleyebildim, 22 saatlik bir klasik: "Suç ve Ceza". Erdem Akakçe'nin olağanüstü seslendirmesi ile nefis bir dinleme oldu:


Mart ayını kapatırken Nisan'ın umutlarımızı, hayallerimizi gerçekleştirmesi, ülkeye huzur, barış ve adalet getirmesini diliyorum...


28 Mart 2025 Cuma

BİR GÜNLÜĞÜ 29 (BİTİRİRKEN) / 28 MART

Ve "Bir Günlüğü"müzün son yazısıyla karşınızdayım. 29 gün boyunca konu bulup yazmak benim gibi klavyeye oturunca parmaklarından kelime fışkıran birisi için kolay sayılsa da bizi asıl zorlayan memleketin değişen gündemi oldu. Ne yazık ki ülkemizin bir rutini yok, her sabah yeni bir olayla uyanabiliyoruz ve bu olaylar bizi hayretten hayrete, dehşetten dehşete düşürüp bu kadar da olmaz dedirtebiliyor. Ama bir bakıyorsunuz hiç ummadığınız umut tomurcukları da boy veriyor, şaşıp kalıyorsunuz. Dileğimiz huzurlu, refah içinde, gençlerimizin geleceklerinin güvence altına alındığı günlere uyanalım artık.

Bizi biraraya getirip günlük çatısı altında topladığı için öncelikle sevgili Lesliyan'a teşekkürlerimi iletmek istiyorum. Aramıza ilk kez katılan dostlarımız oldu, onlara sevgilerimi yolluyor ve yazılarının günlüklerle sınırlı kalmamasını diliyorum, daha güzel günlerde, daha mutlu yazılarda buluşmayı diliyorum. İyi ki varsınız. Bazıları bu cümleyi sevmiyor ama benim sık sık tekrarladığım bir cümle bu. Herkesin varlığına şükredilmiyor ne yazık ki, o nedenle varlığıyla mutlu olduklarımıza "iyi ki" demekte beis görmüyorum. 

Günlüklerin sonu, bayramın başı derken Mart ayını da yedik, sanırım son yılların en unutulmayacak Mart ayı oldu. Bahar iyiden iyiye kendini gösterdi, Antalya en şahane günlerini yaşıyor. Sıcağı gören kendini gözlerimize serdi. Mor salkımlar, erguvanlar, Kıbrıs akasyaları, yalancı orkideler her yerde, narenciyeler çiçekleri ve kokularıyla mest ediyor, ortalık yemyeşil, balkon çınarımız da bir hafta içinde açıverdi yapraklarını, tek ihtiyacımız huzur. 

Bugün biraz evle uğraştım, ucundan kıyısından, fazla detaya girmeden temizlik yaptım. Sabah usta geldi, bulaşık makinesinin lastiğini usulune uygun yerleştirip gitti, makinede sorun yok. Fakat tüm ustalar gibi vadesinin dolduğunu, değiştirmem gerektiğini buyurdu. "Hayhay" dedim, "artık eve et alırken düşünüyoruz, sen neden bahsediyorsun. Çalışıp duran, üstelik de gayet güzel yıkayan makineyi niye değiştireyim ki? Ha, bana müsaade kendimi emekliye ayırıyorum der, o zaman el mahkum yenileriz". Ustayı savdık, depresyona bile neden olabilen bozulan beyaz eşya sendromunu böylece atlattık.

Temizliği halledince 2008 yapımı bir yerli film izledim: "İki Çizgi". Hiç beğenmedim, tek güzel tarafı birkaç sahne boyunca gördüğümüz ayçiçeği tarlalarıydı. 

Son derece bunaltıcı, sıcak bir hava vardı bugün, yağmur sıcağı derler ya, aynı öyle. Henüz yağmadı ama eli kulağında. Zaten Meteoroloji de arifeden itibaren yağmur beklendiğini söylüyor. Yarın için matinede bir müzikal biletim var, çılgın bir yağmur yağmazsa giderim herhalde. 

Bir Günlüğü'ne son noktayı koyarken yazılarıyla katkıda bulunan, okuyarak katkıda bulunan, yorumlarıyla katkıda bulunan herkese sevgilerimi yolluyorum. Şu ortamda bayramınız ne kadar kutlu olur bilmiyorum ama ben yine de yazayım: "İyi Bayramlar".

Ek: Yol arkadaşlarımız Özge ve Leylan bitirirken bize birer şarkı hediye etmişler, eh ben eksik mi kalayım? O zaman İncesaz'dan gelsin. "Güzel Günler".

27 Mart 2025 Perşembe

BİR GÜNLÜĞÜ 28 (AKSİLİKLER) / 27 MART

 Bitiş çizgisine bir kala aksiliklerle dolu bir gün geçirdim.

Yine sabahın 6'sında uyandım, tekrar uyuyamayınca kalktım. Biraz ortalığı toparladım. Makineye çamaşır attım, yıkananları astım. Baktım bulaşık makinesi de dolmuş, onu da çalıştırdım. Makine çalışırken köfte yaptım, brokoli haşladım. Haydi bir de kısa pazar turu yapayım dedim. Giyinip çıktım, pazar geçen haftadan da pahalıydı, bayram fiyatı anlaşılan. Doğru dürüst bir şey almadığım halde cüzdanım neredeyse boşalmıştı. En ucuz olan çiçekti. 50 liraya kucak dolusu rengarenk gerbera, arkadaşlık etmeleri için de iki demet frezya aldım, ona da 60 lira verdim. Gerberaların yanında pahalı kaçsa da çiçekçiden ucuz olduğu kesin. Evde çiçek oldu mu moralim düzeliyor. Şahane ekmekler satan adam da gelmiş, tam tahıllı ve çavdarlı iki de ekmek alıp ter içinde döndüm eve, çok sıcaktı bugün.

Pazar çantasını mutfağa bırakıp ellerimi yıkamaya banyoya girdim, musluğu açtım: Tıss! Su kesilmiş. Taşıma suyla değirmeni döndürüp pazar çantasını boşalttım ve birden dank etti, acaba su bulaşık makinesi aldıktan sonra mı kesildi, almadan mı sorunsalıyla makineye yöneldim. Sakarlığım üstümde olacak ki stop düğmesine basmadan kapağı açma gafletinde bulundum. Tabii ki su almış ve ben kapağı açınca o sular ortaya saçıldı. Sadece sular değil tabii, gelmeden önce güya temizlik yaptırmıştım, anladım ki bulaşık makinesi çekilip altı temizlenmemiş. 9 aylık tozlarla birlikte mutfağın bir kısmını su bastı. Paçaları sıvadım, vileda, havlu, yer bezi vs yardımıyla suları temizledim. Bu arada gözüme 30-35 santimlik siyah bir şey çarptı. Elime aldım, bir şeye benzetemedim, sonra düşündüm ki, bu kadar su gelmesi normal değil, zira ben makine çalışırken ara ara açar ve o anda kirlettiğim bir kaşık, bir tabak ekleyiveririm. Hiç böyle sel baskını olmazdı. Eyvah dedim, galiba makinenin kapak lastiği koptu, ondan bu sular bu kadar yoğun boşaldı. Kocam Bey'e imdat dedim, geldi. Ben  suları temizlerken o da yakınlardaki yedek parça satan bir yere yollandı, demişler ki parçayı görmeden bir şey diyemeyiz. Ben şaşkın makinenin diğer lastiklerini söküp adamın eline verdim. Sonuç başarısız, yok bizde bundan demişler. İşin kötüsü arkadaşlarla buluşacağım ve vakit neredeyse gelmek üzere. Tekrar makinenin başına geçtim ve anladım ki lastikte falan sorun yok, ben çalışırken açtığım için su bastırmışım ortalığa. Benim o telaşla makine lastiği sandığım şey kazara makinenin altına girmiş yapışkan pencere süngeri imiş. Sağlam lastikleri söktüğüm için ağlamaklı bir şekilde her şeyi bir kenara bırakıp hazırlanmaya başladım, sular hala yok, ter içindeyim, bir şeyleri yerlere devirdim, silecek su yok, çıldırmak üzereyken sular geldi. Bulaşık makinesi ile dönüşte ilgilenmek için vedalaştım ve evden çıktım. 

Arkadaş sohbeti ve çarşaf düzlüğündeki hafif puslu denize bakmak hem evdeki sıkıntıyı, hem ülkesel sıkıntıyı biraz öteledi. Dönüşte kuaföre uğradım yine, bayram sonuna ertelediğim dip boya işlemini tatil uzayınca bir an evvel yaptırmaya karar vermiştim, Allahtan kuaför müsaitti, halletti işimi, beklerken annesiyle gelmiş üç aylık bir bebekle ve babasının saç kesimine getirdiği 4 yaşındaki şirin ötesi bir kızla vakit geçirdim. Sonunda işim bitti eve geldim. Saçmasapan bir şekilde yerinden çıkardığım kapak lastiğini takmaya uğraştım, çok düzenli takamasam da iyi kötü hallettim ve kısa programda çalıştırıp denedim, sızma olmadı. Rahatladım biraz, zira bu devirde bulaşık makinesi bir servet. Yarın tamirci getirip daha düzgün bir şekilde taktıracağız lastiği. Akılsız başın yükünü ayak değilse de el çekti. 

Peki Pikaçu'yu gördünüz mü 😂



26 Mart 2025 Çarşamba

BİR GÜNLÜĞÜ 27 (BAKIM İŞLERİ) / 26 MART

Bir Günlüğü'nde sona yaklaştık. 28 Şubat Yeniayı ile Lesliyan'ımızın önderliğinde yazmaya başlamıştık. 28 Mart'ta da sona erdireceğiz Bir Günlüğü'müzü. Başlangıçta katılımın artmasıyla heyecanla, sonrasında keyifle, bir haftadır da endişe, kızgınlık, şaşkınlık ve umutla devam etmekteyiz. Dilerim bu seriyi bitirince daha güzel haberlerle devam ederiz.  

Bu aralar bunaltımı azaltmak için hırsımı kitaplardan ve filmlerden çıkarıyorum. Bu sabah yine güzel bir film izledim: "Başkalarının Çocukları". Yönetmenliğini Rebeka Zlotowski'nin yaptığı bir Fransız filmi idi. Başrollerini insanda yanağından makas almak isteği uyandıran Virginie Efira ve Roschdy Zem'in paylaştığı filmde yan rollerden birinde Catherine Denevue ve Marcello Mastroianni'nin kızları Chiara Mastroianni vardı. Biraz baba, biraz anneden almış ama bence ikisi kadar güzel olamamış diyerek dedikodumu ve fesatlığımı da yapayım 😂 Fransız filmlerini seviyorum, ben altyazı okumaya çalışırken filmden kulağıma gelen melodik Fransızca'ya da bayılıyorum.

Film bitince etrafa bir baktım ve evin temizliğe ihtiyacı olduğuna karar verdim. Önce hastalık, ardından  "Bırak biraz dağınık kalsın" düşüncesi ve son olarak gündemin üstümüze çöken kasveti yüzünden yemek, bulaşık ve çamaşır dışındaki kalemlere el atmadım. Eh gelen bayramdır, pek ziyaretçimiz olmasa da, biz anamızdan öyle gördük, bir bayram temizliği gerekir. Ayh bunu yazınca içime fenalık geldi bunca sene sonra bile. Annem bayram gelmeden önceki haftadan başlayarak hayatı felç ederdi. Mutfak dip köşe temizlenir (niye acaba?), perdeler, divan örtüleri, çarşaflar yıkanır, camlar, kapılar, yerler silinir, ev kalkıp gitme aşamasına gelirdi. Çok daha önceleri, ben henüz çocukken ve evde bir elektrik süpürgemiz yokken arife günü babamın hemşehrisi ve ilkokuldan sınıf arkadaşı Ayşe Teyze'den elektrik süpürgesi ödünç istenirdi. Babam bir sokak ötemizde olan evlerine gider, süpürgeyi ve Ayşe Teyze'yi alıp gelirdi.  Süpürge tekil olarak gelemezdi, sahibinin nezareti gerekiyordu. Ayşe Teyze bir yere oturtulur, eline kahvesi verilir ve süpürge çalıştırılmadan önce ev bir kez ot süpürge ile süpürülürdü. Allah etmesin ya iğne falan düşmüşse yere, ya torbayı deliverirse, "Aman" derdi Ayşe Teyze, "iyi süpür, torba delinirse patron çok kızar". Patron dediği kocasıydı. Halı süpürülüp iğne yönünden asayiş berkemal hale gelince elektrik süpürgesi ile ikinci süpürme işlemi gerçekleşirdi. "Ho ho ho Hoover/Süpürür, döver/Her yeri temizleyen/Hoover, Hoover, Hoover"di süpürgenin markası. Torbası sapında, dik bir süpürge. Son halı da süprülünce torba yine Ayşe Teyze nezaretinde boşaltılır, süpürgenin heryeri silinir ve babam, Ayşe teyze ve süpürge geldikleri gibi giderlerdi.

Efendim sonraları kendimize ait bir süpürgemiz olunca Ayşe Teyze'nin Hoover'ini rahat bıraktık. Annem bayram gelene kadar o evi kaç kere süpürürdü yazsam inanmazsınız. Arife günü temizlenen ev bir daha elden geçirilir, son çamaşırlar yıkanır ve bir gün önce banyo yapmışsak bile zorla banyoya sokulurduk. "Arife suyuyla yıkanan büyür" derdi annem. O kadar çok yıkandık ki arife günü, üç metre falan olmamız gerekirdi ama 1.60'ın az biraz üstüne ancak çıkabildik. Bu temizlik faaliyetlerinden zinhar kaçamazdım, annem benimle sözkonusu bayram Ramazan Bayramı ise, Kurban'a kadar küserdi aksi takdirde 😂 Benim intikamımsa ertesi gün annemin en bulunmayacak yere sakladığını sandığı bayram şekerlerini itinayla bulup dibine darı ekmek olurdu. 

Evin temizliği işlemini cuma gününe erteleyip önce kendi bakım işlemime karar verdim. Bazı zorunlu alışverişler de gerekiyordu mahalle marketinden giyinip çıktım. Önce kuaföre uğradım, kahküllerim gözlerimi de aşarak burnuma doğru inmeye başlamıştı, niyetim onları kısaltmak ve kaşlarımı düzene sokmaktı ama kuaförde yoğun bir boya ve pedikür faaliyeti vardı, marketi halledip geleyim dedim. Yolda şeytan dürttü, kuzene uğramaya karar verdim, güya yarım saat oturup kalkacaktım, ikindiyi buldum. Marketten alacaklarımı alıp kuaföre girdiğimde başka boyalar ve başka pedikürler almıştı sırayı. Dedim ben bunları eve bırakıp geleyim, sen de o arada işini bitir. Sonunda kahküllerim kısalmış, kaşlarım kemandan hallice kuaför işini de halletmiş oldum.

Bu günü de böylece geçirdikten sonra bir gözüm televizyonda, bir gözüm elimdeki kitapta günü bitireceğim. Aşağıdaki çiçekler sizlere gelsin:



25 Mart 2025 Salı

BİR GÜNLÜĞÜ 26 (KAFA DAĞITMACA) / 25 MART

Gündemi izlemeye ara verdiğim anlarda da izleme faaliyetine devam ettim, bu kez bakışlarım MUBİ'ye yöneldi.  Dün tam yatmaya giderken göz attığım sitede "Düğün Davetiyesi" isimli bir Filistin filmini kestirmiştim gözüme, sabah erken kalkıp başlattım filmi.

Gerçek hayatta da baba-oğul olan Mohammed ve Salah Bakry'nin baba-oğlu canlandırdığı film gelenekle modernin çatışmasını keyifli bir dille ele almış. Nazareth'de öğretmenlik yapan baba ve İtalya'da yaşamına devam eden ve kız kardeşinin düğünü için Filistin'e dönen oğulun bir gününü seriyor önümüze. Yaşadıkları yerin gelenekleri uyarınca 300'ün üstündeki davetiyenin herkese tek tek elden dağıtılması gerekmektedir. Baba bunu doğal karşılarken oğul sık sık sıkıldığını belirtir. Üç farklı dinden eş-dosta dağıtılır davetiyeler ve her gidilen yerde ısrarla yedirilip içirilirler. Oğula sürekli ne zaman memlekete döneceği, ne zaman evleneceği sorularak sıkıntısını iyice arttırırlar. Aynı bizim toplumun halleri. Bir de zamanında kocasını ve çocuklarını terk ederek sevgilisiyle Amerika'ya yerleşen anne ve onun düğüne gelip gelemeyeceği sorunsalı vardır. Kadın yönetmenin elinden çıkma 2017 yapımı filmi ben çok severek izledim, tavsiye ederim. 

Onun dışında gündelik işler, yemek vs. "İrlanda Defteri" bitti ve Meltem Gürle'nin yazım dili bir kez daha kendine hayran bıraktı. Kitap, sizlere de blogda alıntıladığım John O'Donohue'nun birkaç dizesiyle başlamıştı, yine John O'Donohue'nun bir "blessing"i (hayır duası) ile sona erdi. Yazar okurlarına aynısını dilemiş, ben de sizlere aynısını dileyerek TV önü mesaime dönüyorum:

"İyi dostların yakınlığıyla kutsanmış olasınız"


24 Mart 2025 Pazartesi

BİR GÜNLÜĞÜ 25 (EVRENSELLİK) / 24 MART

Günlerdir uyku saatleri dışında aralıksız çalışan TV'yi, evdeki yüzde 50'nin yokluğundan istifade kapattım, bilgisayarın yan komşusu okuma koltuğuma geçtim. Bazen yatağında bile uyuyamayan bendenize tatlı ve kısacık şekerlemeler de sunan, okumak için en rahat ettiğim yer. "Kırmızı Kazak" kitabından sonra ne yazsa okurum dediğim Meltem Gürle'nin "İrlanda Defteri"ni aldım elime. Bir bursla gittiği İrlanda üzerine yazdığı denemeler, insanın zihninde en güzel öykülerden daha hoş bir tat bırakıyor. Yarıladığım kitapta kaldığım yeri açtım, "Zombi" başlıklı bir deneme çıktı karşıma. Birkaç satır okuyunca başlığın İrlanda'nın meşhur rock gruplarından biri olan "The Cranberries"in "Zombie" isimli şarkısını konu aldığını anladım. Grubun solisti Dolores O'Riordan'ın Londra'da bir otel odasında ölü bulunmasının üstüne Dublin müzik marketlerinin Cranberries şarkıları çaldığından bahsedip "Zombi"nin öyküsüne geçiyordu. Öyküyü içim parçalanarak okudum ve bilgisayar başına geçip şarkıyı buldum. 90'lı yıllar benim en yoğun çalıştığım, oğlumun eğitimiyle en fazla ilgilendiğim ve yeni bir eve taşınma telaşında olduğum zamanlardı. Yabancı rock gruplarından ziyade yerli poptu ilgi alanım. Cranberries'in adını duymuşluğum vardı ama takip etmişliğim yoktu. O yüzden şarkının öyküsünü bir geç kalmışlık ve hüzün duygusuyla okudum. IRA'yı (İrlanda Cumhuriyet Ordusu) elbette biliyordum, bilmemem imkansızdı zaten, gün geçmiyordu ki haklarında haber okumayalım. IRA 1993 Mart'ında, Warrington şehir merkezinde birbirine yakın iki çöp kutusuna yerleştirdiği bombalarla bir patlama gerçekleştirmiş ve pek çok yaralı ile biri üç, biri oniki yaşında iki çocuğun ölümüne sebep olmuş. Bu olayın üstüne Dolores O'Riordan çocukların ölümünü konu alan "Zombie" isimli şarkıyı yapmış ve şarkı grubun 94'te çıkardığı albümde yer alarak bir barış çağrısı olarak algılanmış. Zaten bir süre sonra da IRA 25 yıllık silahlı mücadelenin ardından ateşkeş ilan etmiş. 

Yazar bu olayı kaleme aldığı denemenin sonunu şöyle bitiriyor: "Barışa ve adalete yine çok ihtiyaç duyduğumuz bu günlerde, Irlanda dolaylarından gelen bu dokunaklı şarkıyı ve ona ses veren bu cesur kadını hatırlayalım. En çok da zihnimizde çığlık çığlığa bağırarak bizi felce uğratan korkulara dur diyebilmek ve zombileşmeye karşı koyabilmek için." Bazı şeyler ne kadar evrensel ve bazı yazarların öngörüsü önünde şapka çıkarmak gerekiyor sanırım. 

Şarkıyı buradan dinleyebilirsiniz

Bu hüzünlü öykü ve şarkıdan sonra biraz içinizi açmak için aşağıya şu fotoğrafı bırakıyorum, dünkü oy verme sonrası yürüyüşünden:

 Nazım'ın,
 
"Akın var 
güneşe akın
Güneşi zaptedeceğiz
Güneşin zaptı yakın"
 
Dizelerini getirdi aklıma...