.

.
.

30 Aralık 2009 Çarşamba

YENİ YIL


BİR YILIN SON GÜNLERİ

I.
bir yıl daha bitiyor
İşte bu kadar duru, bu kadar yalın
bu kadar el değmemiş
sıradan bir gerçeği daha
kolları bağlı hayatımızın
bir şiire nasıl dahil edilir bir yılın son günleri
her sonda her başlangıçta ve her defasında
alır gibi bir başkasını karşımıza
perdeler çekip,ışıklar söndürüp
oturup yatağın içine bir başımıza
sorgulamak kendimizi
öğrenmek ikizin anadilini, ikinci belleğimizi
öğrenmek kendimizle hesaplaşmanın buzul ilişkilerini
bu aynaların dehlizlerinde gezinirken görürüz
karanlık günlerimizin kenar süslerini

biterken bir yılın son günleri
biliyoruz takvimler belirlemez değişimin mevsimlerini
gençlik ikindilerini

kargınmış bir çocuktuk büyüdüğümüzden beri

II.
bir yıl daha bitiyor
düşlerim, tasarılarım, yarım kalmış onca şey
her yıl biraz daha kısalıyor öncekinden
bana mı öyle geliyor
yoksa daha mı hızlı ilerliyor zaman
insan yaşlanırken?

III.
kırdım mı incittim mi birilerini
kimleri kazandım, yitirdiklerim kimler?
kendimi yineledim mi yazdıklarımda?
yeniden düşünmeliyim
dostluklarımı, ilişkilerimi
dağınık yatağım, mutsuz yatağım
çoğalttın mı eksiklerimi
gözlerim çocukluk fotoğraflarında mı kaldı
yitirdim mi yoksa masumiyetimi?
borçlarımı ödedim mi?
doğru seçtim mi soruların fiillerini?
tırnaklarım kesilmiş, dişlerim fırçalanmış, saçlarım taranmış,
giysilerim ütülü, odam düzenli mi?
ödünç aldığım kitapları geri verdim mi?
geri verdim mi aldıklarımı:
aşkları, dostlukları, sevgileri, güvenleri, bağları
kitaplara, sayfalara, satırlara borcumu ödedim mi?
yokladım mı duygularımı
hala sevebiliyor muyum insanları?
ovmalı gümüşlerimi, bakırlarımı, cila geçmeli ahşaplarıma
ovmalı umutları
saklı tutumalı gelecek inancını, yarınları, eksik etmemeli ağzımızdan
hançer kıvamındaki karamizah tadını
şimdi oturup uzun bir hasretlik mektubu yazmalıyım
sonra köşe başından bir demet çiçek alıp öyle başlamalıyım akşama
yeni bir yıla
ama nedense her şeyin tadı dağılıyor ağzımda
bir sap çiçek mi taşısam yoksa ağzımın kıyısında
aydınlık rengi vursun diye gözlerimdeki buluta

Murathan MUNGAN

Yeni yıl barış, huzur, umut, sağlık ve sevgi getirsin tüm insanlığa...

NOEL BABA ZİYARETLERİ

Dündenberi Noel Baba bütün mesaisini bizim apartmanda tamamladı. Zavallının merdiven ine çıka canı çıktı, bir ara korktum tıkanıp kalp krizi geçirecek koca göbeğiyle diye. Uzun zamandır bu kadar ardarda muhatap olmamıştım kendileriyle, pek mutlu oldum pek.


İlk önce şu gördüğünüz şirin zarf ulaştı elime. Kocaman yürekli bir öğretmenin yönlendirmesiyle minicik parmakların yaptığı bu şeker kart beni nasıl sevindirdi bir bilseniz. Dilerim her birinin yüzü yeni yılda hep gülsün, çocukluğunu doyasıya yaşayabilsin, anneleri, babaları her zaman yanlarında olsun.

Leylak Dalı'na ne yakışır? Leylak rengi bere yakışır. Bu inceliği kim düşünür, sevgili Nur düşünür. Yeni yılda onun ellerinin sıcaklığıyla örülmüş bere benim başımı da sıcacık tutacak. Benim gönlümden de en sıcak teşekkürler ona gidecek.

Bu güzellikler de Lale'mden. Selim İleri'nin İstanbul serisinden bir kitap ve asıl beni 12'den vuran çınar yaprağı. Lalecim koru yürüyüşlerinden birinden getirmiş onu ve yağmur damlalarıyla birlikte bana yollamış, İstanbul kokusuyla geldi. Sağolsun, bu kadar incelikli dostlar edinmeme sebep olan blogum da varolsun. Dündenberi aldıklarım bugüne kadar bana verilmiş en özel hediyeler. Binlerce teşekkür ve kucak dolusu sevgi hepsine gitsin. Yeni yıl hepimize sağlık ve huzur getirsin...

Not: Belki 10 yıldır yeniyıl kartı almamıştım, herbiri ayrı güzellikte bir sürü kartım oldu, çocuk sevincindeyim...

29 Aralık 2009 Salı

KAPALIÇARŞI'DAN

Kapalıçarşı dizisinin dün akşamki bölümünde Mahmut'u oynayan Olgun Şimşek ile çiğköfteci Seher'i canlandıran Tülin Özen arasındaki diyalog unutulmayacak güzellikteydi:

Seher: "Sen tıpkı Saatli Maarif Takvimi'nin sayfaları gibi konuşuyorsun."
Mahmut: "Onun için mi beni çekip çekip koparıyorlar."

28 Aralık 2009 Pazartesi

MUTLULUĞUN FOTOĞRAFLARI

Bu sabah Ankara kapkaraydı ve ıslak. Boğazımda gıcıkla ve öksürerek uyandım daha doğrusu uyanmaya çalıştım. Emekli olsam bile tipik bir Pazartesi sendromuyla kalktım yataktan. Üstüne bir de dayımın toprağa verilişinin 7. yıldönümü oluşu iyice tatsızlaştırdı beni. "Ey yaz, özledim seni, neredesin?" diye dolandım durdum amaçsızca evin içinde öğle sonrasına kadar. Sonra birşey oldu, benim ruhum bulutların üstüne yükseldi. Kapı çaldı, gidip açtım; o da ne? Kapıda siyah bir yün yumağı, üstünde bir not: "2010'a kadar beni çözmezsen kabağa dönüşecem".


Hayırdır inşallah dedim aldım içeri zenci yumağı. Şurada 3 gün kalmış çözelim bakalım şunu dedim. İçinden bir mektupla birlikte aşağıdaki arkadaş çıktı.

Adı "Mağlup"muş. Şu bizim Antalya'daki iç güveysi damat Talibin oğlu olduğunu iddia ediyor. Güya Talip bize söylediği gibi bekar değilmiş, yıllar önce bunu ve annesini market kapısına terkedip çekip gitmiş. Bu da yememiş içmemiş Müge Anlı'nın programına çıkıp amcası Galip aracılığıyla bizim adresi bulmuş. Annesi telefon sapığıyla kaçmış ve bize sığınmak istiyormuş. Bir an düşündüm ne yapsam, alsam mı eve diye, yeterince kalabalığız zaten dedim ama gözleri öyle hüzünlü bakıyordu ki dayanamadım, aldım kabul ettim onu da Mor Çatı Kurbağa Sığınma Evi'ne. Bir de psikolog buldum bilinçaltı acıları silecek, hayata intibakını sağlayacak. Hoş geldin evimize Mağlup Kardeş...

Bununla bitmedi az sonra komik suratlı, genç bir kargocu geldi kapıya, elinde bir koliyle. Açtım ki içinde neler var neler. Öksürüklü blogcunun boğazını yumuşatmak için bitki çayı demliği çıktı önce. Sonra kurbağalı bir kalemlik, yeşil ajandamız da var ya, takım olur. Ayrıca yılbaşı şenliğine dahil olmak istiyormuş diğer yeşil renkli arkadaşlarıyla birlikte.

Neşeli kurbağanın üstünde vırakladığı bu nar "Gece saatler 24.00'ü vurduğu zaman bu narın tepesine vurmak suretiyle parçalayacaksın. Bütün yılın bereketli geçecek:-))" notuyla birlikte düştü kucağıma.

Ve bu ayraç benim için özel olarak yapılmış; kadim dostum kitapların arasında yüzünü bile görmediğim ama aynı duyguları paylaştığım sevgili blog dostumla birlikte olmamı sağlayacak, o şirin kurbağalar yüzümde hep bir gülümseme olmasını sağlayacak.

Bitti mi, hayır. Bugün ben Ali Baba'nın hazine sandığını açtım. Şu anda çalan Candan Erçetin'in CD'si de o sandıktan çıktı:

"Az mıyım çok muyum
Var mıyım yok muyum
Ben neyim

Masal mıyım gerçek miyim

Kaç mıyım göç müyüm
Hiç miyim suç muyum
Ben kimim?

İbret miyim cinnet miyim?

Hiçlikler içinde kanayan yürek
Yokluklar içinde savaşan beden
Boşluklar içinde karışan zihin
Güçlükler içinde değil miyim?
......."

Çok severim bu şarkıyı...

Birşey daha var, monitörün kenarından bakan kırmızı başlıklı bir kız, adı Rayegân. Bir de beni çocukluğuma götüren Noel Baba'lı yeni yıl kartları.

Ben bugün çok mutlu oldum, ben bugün çok mahcup oldum, ben bugün çok duygulandım, ben bugün kendimi çok özel hissettim. Ve itiraf edeyim oturup zırıl zırıl ağladım. Bu yılın en güzel olayıymış bu blogu açmam ve burada kocaman yürekli dostlar edinmem.

Asuman, Rayegân, iyi ki varsınız, iyi ki tanıdım sizleri. Herşey, o kutudan bütün çıkanlar ama hepsinden çok hassas kalbiniz, inceliğiniz, sunuş biçiminiz ve dostluğunuz için binlerce teşekkür...

27 Aralık 2009 Pazar

HÜZÜNDEN NEŞEYE

Tuhaf bir gündü. Öğleden öncesi ağır ve hüzünlü, öğleden sonrası hafif ve neşeli.

Dün 40 yıllık çocukluk arkadaşımın kayınpederi vefat etti. Dolayısıyla cenazeye katılmak için mezarlığın yolunu tuttuk. Erken gitmişiz, önce annemin kabrini ziyaret ettik. Daha biz mezarın yanına varmadan çocuklar ellerinde su bidonlarıyla etrafımızı sardı. Biri henüz ergenliğinin başlarında, diğerleri taş çatlasa 7-8 yaşlarında üç çocuk. Boy sırasına girip arkamızdan takip ettiler, toprak zaten yağmur sonrası ıslaktı, dolayısıyla su gerekmiyordu. Boş çevirmemek için mermerin üstüne dökülmüş çam iğnelerini süpürmelerini istedim. Aşk ile şevk ile giriştiler işe, kimi elleriyle, kimi yanlarında taşıdıkları uyduruk plastik süpürgeyle. Onlara bakarken içim acıdı, yaşıtları Pazar sabahını TV'nin karşısında çizgi film seyrederek ya da aileleriyle gezerek geçirirken bunlar soğuk ve yağışlı havada, bir çocuğun en son bulunması gereken yerde, mezarlıkta mesai yapıyorlardı çamur içinde. Hayat ne kadar adaletsizdi. Sonra düşündüm, acaba dedim bunlar hayata karşı daha mı dirençli olurlar, ölümden korkmazlar mı hiç, mezar taşlarının arasında saklambaç oynarlar mı, en sevdikleri ağaç selvi midir? Ben düşünce içindeyken işlerini bitirdiler, eşim cebindeki bozuklukları en büyüklerine verdi paylaşmaları için. İçime sinmedi, çantamda bulduğum 3 lirayı teker teker avuçlarına koydum ve aldığım cevapla neredeyse ağlayacaktım: "Sağol abla, hakkını helal et". İçimden "Asıl sen bize hakkını helal et yavrum" dedim "seni şu mezarlıkta üç kuruşa çalışmak zorunda bıraktığımız için, yaşayamadığın çocukluğun için, üşümüş, kızarmış ellerin, akan burnun için, herkese helal et".

Aklım çocuklarda ta tepelerdeki camiye çıktık, cenaze namazından sonra çamur, balçık içinde defin merasimine katıldık. Dağ-taş mezar olmuş, ne kadar çok ölen var. İnsanın yaşadığına şükretmesi için arada bir kabristana gitmesi, mezar taşlarının üstündeki tarihleri okuması gerekli, bazıları o kadar iç acıtıcı ki. Merhumu ebedi istirahat yerine koyduk ve rahmet dilekleriyle ayrıldık, bu kadar hüzün ağır geldi bünyeye. Neyse ki önceden yapılmış bir programım vardı, lise arkadaşlarımla buluşacaktım. Onları görünce gam-kasavet dağıldı.

Biz 30 yıl sonra buluşup dün ayrılmış gibi kaldığımız yerden devam eden bir grup lise arkadaşıyız. Sık sık Ankara'ya gelmemim böyle bir avantajı var, onları daha çok görebiliyorum. Bugün İstanbul'da yaşayan bir arkadaşımız da katıldı toplantımıza, daha da keyifli oldu buluşmamız. Melbo'da biraraya geldik, bol sohbetli, bol kahkahalı, sevgi dolu birkaç saat geçirdik.

Bu güzel mavi kelebek arkadaşlarımızdan birinin bizlere yeni yıl hediyesi. Kendisi de bu kelebek kadar zarif arkadaşımız hepimizi kanatlandırdı. Dilerim yeni yılda da hep birlikte, bu kelebeğin hafifliğinde ve güzelliğinde günleri birlikte geçiririz. Yaşasın eski dostlar...

26 Aralık 2009 Cumartesi

DAYIM İÇİN

DAYIM GÜL TAKARDI GÖMLEĞİNİN YAKASINA

Ve canlıymışcasına, hergün onu sulardı.
Yağız tenindeki su buharlaşsın diye
Düğmeleri en bıçkın küfürlerle açardı:

Çiçekçiydi, yaprak bitlerini öldürmeyen.
Fotoğrafçı, savaş yıllarına rötuş yapan.
Meddahtı, her akşam eve gülücükle gelen
Kumraldı, çocukları hep karısına çeken.
Uzun boylu, kendisine palto diktirmeyen.
Sebzeciydi, domatlarını hiç yemiyen.
İşadamı, hasırdan başka minder bilmeyen.
Dindardı, ezan okunurken rakı içmeyen.
Gözlüklüydü, gözleri daha da büyüyen.
Gezgin, İzmir'in parkelerini denetleyen.
Balıkçıydı, elleri suyla nasır tutan.
Nikotinman, sigarası bağlanarak uzayan.
Diplomattı, kokteyle pantolonla giden.
Yatırımcı, geceleri ailesini besleyen.

Dayım gül takardı gömleğinin yakasına
Seni görse, eminim mutluluktan ağlardı.

Ali CENGİZKAN

Bu şiir 7 yıl önce bugün, aniden ve çok erken yaşta kaybettiğimiz sevgili dayım için. Çocukluğumda uzun yıllar aynı evde yaşadık onunla, aramızda yalnızca 9 yaş vardı, dayımdan ziyade ağabeyim gibi görürdüm. Çok kavga ederdik ve anneannem hep ondan yana olurdu; kıymetlisiydi annesinin, hiç büyütemedi zaten gözünde, hep küçücük, öksüz oğlu olarak kaldı kocaman bir adam olduğu zaman bile. Bu kavgalar hep benim ağlamamla sonuçlanır, dayım dayanamaz gönlümü almak için yapmadık şaklabanlık bırakmazdı. Kocaman kara gözlü, fırça saçlı, gözünü budaktan sakınmayan, cin gibi bir oğlan. Kutuyla balonlu sakızlar alırdı anneannem ona yaz tatillerinde satıp haşarılığa ara vermesi için. O balonlar itinayla sakızın içinden sıyrılır ve benim ağlamamı susturmak için rüşvet olarak sunulurdu. Zaten doğduğum gün de hastaneye çikolata getirmiş yemem için. Ders çalışmayı hiç sevmezdi, aklı fikri otomobillerdeydi. Büyük dayım İngilizce çalıştırırdı ona, şu meşhur Gatenby'nin Mr. ve Mrs. Smith'li ders kitabından. Tekrarlayıp ezberlemesi için okurdu kitaptan:
"A book.
This is a book.
What is this?
It is a book."
Dayım kulak mı verirdi okunan şeye, gözleri fıldır fıldır sağda solda dolanır, tekrarlaması istendiğinde "ee, ııı" diye sesler çıkarırken ben şakırdım bebeklerimle oynuyor göründüğüm yerden:
"A book.
This is a book.
What is this?
It is a book."
Al sana bir çıngar mevzuu daha, birbirimize girerdik sonuçta yine benim ağlama krizim tutar anneannem yine sinirlenir, oğlundan yana olur, onun siniri geçmeden biz barışıp muhabbete başlardık.

Ergenlik çağında deli etti anneannemi, meslek lisesine kaydettirdi kendi eliyle. Kayıttan dönerken müdürün soyadının "Bezmez" olduğunu öğrenince, "ben onu çabuk bezdiririm" demiş. İşin garip yanı bütün yaramazlıklarına, okuldan kaçmalarına, aldığı düşük notlara rağmen o müdür ondan hiç bezmedi, çok sevip kolladı. Şeytan tüyü vardı zira dayımda, o derece sempatik, o derece sıcak, o derece becerikli. Okuldan kaçıp kaçıp muavinlik yaptığı dolmuşların sahipleri o ehliyeti bile olmayan 16 yaşındaki çocuğa arabalarını teslim eder, arkasını aramazlardı bile. Yine bir gün emanet aldığı dolmuş bozulmuş, o da hayli ıssız bir yerde bırakıp arabayı gelmiş yatmış eve. Zavallı anneannem "elin adamının arabasının başına bir iş gelir" diye sabaha kadar uyumamış, sabaha karşı emektar paltosunu giyip dolmuşun yanına gitmiş ve bulduğu at arabasının arkasına bağlatarak getirip evin önüne parkettirmişti. O görüntüyü unutamam, absürd bir film karesi gibi; at arabasının arkasına bağlı station wagon tipi upuzun bir araç, başı örtülü, mantolu anneannem arabacının yanına oturmuş vaziyette. Günlerce gülmüştük.

Böyle böyle dolmuşlarda muavinlik yaparak, okuldan kaçarak, tek ayak üstünde bisiklete binerek, tanıştığı her güzel kızın kalbini çalarak büyüdü dayım, evlendi, barklandı, çoluğa çocuğa karıştı. Lakin içindeki o hovardameşrep, yemeyi içmeyi, eğlenmeyi seven, şakacı, sempatik ve çapkın çocuk hiç büyümedi. Kimi zaman herkesi çok üzdü ama hep sevildi, her başı sıkıştığında arkasından destekleyen biri oldu, şans yıldızı hep yüksek kaldı. Ta ki birgün aptal bir nedenle bu dünyadan gidene kadar. Onu çok özlüyorum; çapkın bakan gülen gözlerini, kahkahasını, eşek şakası türünden olanları da dahil takılmalarını, eli açıklığını, hayata boşvermişliğini, ince zevkini, alamet-i farikası haline gelmiş kır düşmüş sakalını. Kısacası yukarıdaki her okuduğumda gözlerimden yaş getiren şiir sanki onun için yazılmış. Işıklar içinde yat dayım, ağabeyim, arkadaşım...

25 Aralık 2009 Cuma

KAPILDIM GİDİYORUM BAHTIMIN RÜZGÂRINA


CD Çalar'da Suzan Kardeş'in "Bekriya" albümünün 1. CD'si dönüyor. Muhteşem bir ses değil belki ama o kadar sakin, o kadar huzurlu ve rahat söylüyor ki insan gevşediğini hissedip büyük bir zevkle dinliyor. Şarkılar öyle tanıdık ki, kulağımın müziğe alıştığı günden beri annemden dinlediğim şarkılar. Benim annem gençlik yıllarında hep şarkı söylerdi; bulaşık yıkarken, temizlik yaparken, yemek pişirirken. Kimi zaman radyoda çalan bir şarkıya eşlik ederdi, eğitimsiz ama güzel sesiyle. Türk Sanat Müziği'ne olan yatkınlığım ve sevgim oradan geliyor büyük olasılıkla.

Dinlediğim şarkıların herbiri ayrı bir anıya götürdü beni, sevdiğim ama kaybettiğim birilerini hatırlattı. Şu anda "Kapıldım Gidiyorum Bahtımın Rüzgârına" çalıyor. Annemin en sevdiği şarkılardan biriydi, o kadar çok söylemiş ki daha el kadar çocukken öğrenmişim. Sanırım 5-6 yaşlarında olmalıyım. Konya üstünden babamın akrabalarının yaşadığı ilçeye gidiyoruz. Konya'dan bana bir bebek alınmış, okul üniforması giymiş, şirin mi şirin bir oğlan çocuğu bu. Görür görmez çok seviyorum, üzerindeki üniformadan dolayı babam adını "Mektepten gelmiş Mehmet" takıyor. Sürekli elimde, göğsüme bastırarak taşıyorum Mehmet'i, sonra otobüse biniyoruz. Kucağımda Mehmet camdan dışarıya bakıyorum, sıra sıra dağlar, kıraç ovalar, telgraf direkleri, tek tük ağaçlar geride kalıyor. Nedense kulağımda bu hüzünlü şarkı: "Kapıldım gidiyorum bahtımın rüzgârına/Ey ufuklar diyorum yolculuk var yarına/Ayrılık görünmüşken yâr tutmuyor elimden/Misafirim bugün ben gurbet akşamlarına". O yaştaki çocuk için ağır ama nedense tekrarlayıp duruyorum yol boyu. Sonra varıyoruz gideceğimiz yere. Gece uzak akrabalarından birinde konaklıyoruz, Mehmet yastığımın üstünde, yorgun uykuya dalıyorum. Sabah olduğunda beni kötü bir sürpriz bekliyor. Gözümü açar açmaz hevesle elimi uzattığım yer boş, Mehmet yok. Sağa, sola bakıyoruz, yattığımız odayı araştırıyoruz ama bulamıyoruz. Fazla uzatmamamı söylüyor annem, yenisini alırız diyor. Gözyaşlarımı zaptetmeye çalışarak gidiş saatine kadar küskün oturuyorum. "Mektepten gelmiş Mehmet" daha hevesimi almadan sırra kadem basıyor, bir nevi fail-i meçhul. "Ayrılık görünmüşken Mehmet tutmuyor elimden" kısacası, malum olmuş bana. O gün bugündür ne zaman bu şarkıyı duysam önce annemi, sonra doyamadığım "Mektepten gelmiş Mehmet"i anarım burnumun direğinde ince bir sızıyla.

Sevdiğiniz ve bağlandığınız herkesin, herşeyin hep yanınızda olması dileğiyle...

Görsel: Buradan

24 Aralık 2009 Perşembe

KENDİ HEDİYENİ KENDİN AL

Baktım gökyüzünde çok neşeli olmasa da güneş parlıyor, çıkalım sokağa Leylak Hanım dedim, alalım kendimize birşeycağızlar, hem de yılbaşı için (Eh, doğum yerim Meriç, en sevdiğim öykü de "Edirne'nin Köprüleri" olunca ara sıra böyle konuşmam normaldir). Hava da güzeldi bugün, üşütmedi, yürüdüm Kızılay'a doğru. Üstgeçitin kadrolu elemanları kış nedeniyle sırrolmuş. Ne mendilci kadınla kızları, ne boncukcu cüce, ne de mısır satıcısı kapıcıyla kızını görmüyorum geldiğimden beri. Yerlerini Çin malı uyduruk bıçaklar satan bir adamla yere serdiği mendilin yanıbaşına tomografilerini yerleştirmiş dilenen yaşlı mı yaşlı, zayıf mı zayıf bir kadın almış. Sokak literatürüme bir kelime daha eklendi: "Tomografili dilenci". Daha neler göreceğiz bakalım.

Kitapçıya girdim, kendime "Yılbaşı İçin Kendi Hediyeni Kendin Al" kampanyası kapsamında Ara Güler'in yaşamöyküsünü anlatan bir kitap aldım. Parasını ödedikten sonra hediye paketi yaptırdım üstelik. Çirkin sarı renkli, janjanlı bir kağıda sarıp üzerine de parlak yeşil bir fiyonk kondurdular, 3. sınıf pavyonların neon ışıklı tabelalarına benzedi. Çok keyif aldım bu görüntüden. Sonra CD reyonuna geçip bir CD seçtim, bu da "Yılbaşı İçin Kendi Şarkını Kendin Çal" kapsamındaydı. "Şükrü Tunar Eserleriyle Serkan Çağrı" albümün adı. 2 CD var içinde, birinde günümüz sanatçıları Şükrü Tunar eserlerini yorumluyorlar, diğerinde ise Serkan Çağrı klarnetiyle çalıyor üstadın şarkılarını. Son bir kampanya daha kalmıştı: "Yılbaşında Bu Ayracı Kitabının Arasına Sal". Aşağıdaki ayracı da bu nedenle seçtim.

Bu tombalağı özellikle aldım, bilgisayar başında bu kadar çok oturup abur-cubur atıştırır ve fazla hareket etmezsem günün birinde dönüşeceğim durumu önceden görüp tedbir alayım diye, adını da "Dilber" koydum. Kampanya tamamdı, yanlarına bir de "Hayata Anlam Katan Küçük Şeyler" etkinliğine dahil etmek üzere bir demet hüzün kokulu nergis kattım. Bütün bunlar benim her yılbaşı yaptığım geleneksel kendimi mutlu etme aktivitilerimdendir. Yılbaşlarında ve doğum günlerimde mutlaka kendime bir kitap, bir CD ve üzerine o yılın tarihi atılmış bir ayraç hediye ederim. Eve gelince pavyon neonu ambalajlı kitabımı masanın üzerine koydum ve "Aaa, bana hediye gelmiş, hemi de janjanlı, acaba içinde ne var?" diyerek açıp herkesin "Delidir, ne yapsa yeridir" anlamı taşıyan bakışlarının hedefi oldum. Çok da umurumdu.

Ha, bir de bilet aldım. Sabah kuzenimin oğluyla msn'de yazışırken aramızda anlaştık. Ben onun, o benim önerdiğim rakamla biten bir piyango bileti alıp kazanırsak birbirimizi sebeplendirmeye karar verdik. O, 5 dedi, ben 8. Seyyar bayi "Nimet Abla'dan geldi bu biletler "diye bağırıyordu avaz avaz. Yalancı, biletin arkasında "Neriman Abla" damgası vardı ama benim de hiç derdim değildi ablanın ismi, üstelik sonu 5 ile biten bileti de zor bela bulduk, tesadüf ilk iki rakamı da 07 imiş, yani Antalya. Üzerindeki kardan adamın kravatı var, bu yılki kardan adam memur olarak düşünülmüş galiba. Tezgahın başında duran ve muhtemelen Neriman abla olduğunu tahmin ettiğim kadın elindeki içi cin biber turşusuyla dolu naylon torbadan çıkardığı biberleri üçer beşer atıyordu ağzına. Bunu neden yaptığını sorunca da "Bağıra bağıra sesim kısıldı, sesimi açıyorum" dedi. "Faydası oluyor mu?" sorumu da İbrahim Tatlıses'i örnek göstererek cevapladı. Bu yaratıcı ve orijinal bayiinin biletlerinde bir keramet vardır diye düşünüyor ve büyük ikramiye olmasa da kısmetime birşeyler çıkacağını umuyorum. Gerisi Milli Piyango toplarını düşüren güzel kızların marifetine kalmış.

Yeter bu kadar, dün de çok uzatmışım zaten. Çenem dursa klavyem durmuyor, gidiyorum ben CD'mi dinlerken kitabımı karıştıracağım.

Not: CD'deki "Söyleyemem Derdimi Kimseye" adlı şarkıyı Gökhan Tepe'ye söyletmişler. Keşke sözlerini avucuna yazsaydı ya da biri uyarsaydı. "İnleyen şu kalbimin sesini ağyar duymasın diye" dizesinde "ağyar" yerine üstüne bastıra bastıra "ah yar" demiş arkadaş. Bilmiyorsan söyleme, ya da sor bir bilene...

23 Aralık 2009 Çarşamba

NASIL GEÇERDİ YILBAŞI GECELERİ, NASIL?

Bir hafta sonra 2009'la vedalaşacağız. Gündemden bunalıp ışıltılı yeniyıl objelerinde aramaktayım huzuru bu ara, sahte olduğunu bile bile. Ama ne yapayım, huyum kurusun, yılbaşı zamanı geldi mi içim kıpır kıpır olur, çocuksu bir heyecan sarar ruhumu. Benim içimdeki çocuk hiç büyümeyecek bu kesin de keşke beden de bu çocuğa ayak uydurabilse. Oraya buraya yeni yıl objeleri attım evde, sevine sevine dolaşıyorum:))

Geçirdiğim yılbaşı gecelerini düşündüm geçen gün, öyle ahım şahım, tantanalı eğlenceler olmadı hayatımda, genellikle aile ve arkadaş arası kutlamalar esastır bizde, onu severiz. Çocukluğumda yılbaşı dendi mi tombala gelirdi ilk akla. Topluca yenen akşam yemeğinin ardından çıkardı ortaya tombala takımları. Amerikan bezinden dikilmiş torbanın içinde olurdu sayı fişleri, karelere bölünmüş renk renk kartlar dağıtılır, çıkan numaraları kapatacak kartonlar çoktan kaybolduğu için kimi kopardıkları gazete kağıtlarını, kimi kabak çekirdeklerini ama çoğunluk yenilen mandalinaların mis kokulu kabuklarının parçalarını kullanırdı bu iş için. O yüzdendir tombala sözcüğü duydum mu burnumda uçuşan mandalina kokusu. Ne kolay mutlu olan bir kuşakmışız biz, şimdiki çocukların gülüp geçeceği sıradan bir oyun bizi heyecanın zirvesine taşırdı. Tombaladan bıkınca "Salonda At Yarışları" nın kağıtları çıkardı ortaya. Tam olarak hatırlayamıyorum ama herkes oynadığı atı temsil eden bir sayı tutar sonra üzeri zamk benzeri bir şeyle kapatılmış haneler suyla silinerek ortaya çıkan rakamın sahibi kazanmış sayılırdı.

Hatırladığım ilk yılbaşı toplantısı anneannemle birlikte oturduğumuz yıllara ait, ilkokula başlamamıştım daha. Büyük dayım harbokulunu yeni bitirmiş, üniformasının içinde daha da yakışıklı görünen çakı gibi bir hava subayı. Mahalledeki genç kızların hilafsız yarısından çoğu dayıma aşık. O çapkınsa yakışıklılığının ve yarattığı ilginin farkında herkese mavi boncuk dağıtıyor. Bu kızlardan biri ilgisini daha cesurca göstermekte, zaten alt kat komşusu, ailecek de görüşülmekte. Yılbaşı gecesi onlara davetliyiz, çekirdek ailemize ilaveten anneannem ve her iki dayımla gidiyoruz. O geceden hatırladığım kahkahalar, müzik eşliğinde edilen danslarda dayımın paylaşılamayan kavalyeliği, şampanya niyetine içilen köpüklü şarap, meyve tabağının içindeki tek bir Bağdat hurmasında kalan gözüm (utandığım için alıp yiyememiştim) ve saat 24.00 de ilk yaprağını koparmak için sabırsızlandığım duvardaki Saatli Maarif Takvimi.

Bir iki yıl sonra bu defa yine ailecek dayımın görev yaptığı askeri üssün lokalinde düzenlenen bir yılbaşı eğlencesine katılıyoruz. Salona girerken göbekli Noel Baba kesiyor önümü, ben içine kapanık bir tek çocuğum, heyecanlanıyorum, seçmem için önüme uzattığı kırmızı çuvaldan çekinerek küçük bir paket alıyorum, içinden aptal bir düdük çıkıyor, hayal kırıklığı yaşıyorum. Sonra "Bingo" oynanıyor, hiç kazanamıyor ve bir hayal kırıklığı da orada yaşıyorum. Gecenin ilerleyen saatlerinde sahneye çıkan ve ilk kez canlı raksını gördüğüm dansözün sütyeninden fırlayan iri göğüsleri de utandırıyor beni.

Hayal kırıklığı ve utanmayla geçen bu yılbaşından sonra genellikle evde komşularla toplanılıyor, bol bol yenilip içiliyor, anne babalar daha çok eğleniyor, ben bir süre sonra kitabıma dönüyorum. Eğer kar yağıyorsa daha mutlu olunuyor.

TV'nin hayatımıza girdiği ilk yılbaşını halamlarda kutluyoruz. Ekrandaki naif eğlenceye gözlerimizi kitleyerek yine sürekli yiyip içiyoruz.

Sonra büyüyorum, ailemden ayrı ilk yılbaşımı kutluyorum. Kalabalık bir grupla bir arkadaşın evindeyiz ve çok eğleniyoruz. Sonra evlilik yılları, babaevinden ilk ayrılış. İlk yıllar aile özlemi ve hemen her yılbaşı gelen ailemle geçiyor. Tuhaf birşey bu, bekarken aileden ayrı geçirmek için yanıp tutuşulan yılbaşı geceleri şimdi aile ile birlikte geçirilmek için yanıp tutuşulan günlere dönüşüyor. Bir kucak hediyeyle geliyorlar her seferinde, paketleri açmak ve özlenen küçük kızkardeşe kavuşmak mutlulukların en büyüğü oluyor.

Oğlum doğuyor sonra, onunla geçirilen ilk yılbaşı çok yorucu. Eşimin bütün ailesi bizde, neredeyse 20 ye yakın bir kalabalığa yemekli hizmet veriyorum sürekli ağlayan beş aylık bir bebekle birlikte, yardım eden çok ama evsahibi olmanın getirdiği sorumlulukla yükün çoğu benim omzumda. Sabaha karşı yattığımı ve kısa bir süre sonra da ağlayan bebekle tekrar kalktığımı hatırlıyorum.

Sonraki yılbaşılar arkadaşlarla geçiyor, neşe içinde, bol hediyeli, bol kahkahalı, süslü püslü ve yine bol yiyip içmeli. Çocuklar birbirlerine akran, sık sık eğlencenin arasına girip hazırladıkları bitmek bilmeyen şiirleri, şarkıları söylüyorlar bizlere. Bir süre sonra baygınlık geçirten bu alışkanlık onlar ilkokulu bitirene kadar devam ediyor. Ondan sonra zaten bize yüz vermiyorlar.

Bir yılbaşı gecesi çok hüzünlü, yeni yıla 4 kala çok sevgili küçük dayım aniden ölüyor. Onu çocuğu bellemiş annemin acılı yüzü gözümün önünden gitmiyor, zaten ardından fazla dayanamıyor, o da gidiyor. Babam bir kadeh rakı ve birkaç mezeyle tatsız havayı kırmaya çalışıyor, içkiyi çok seven dayımın şerefine kaldırıyor kadehini. Oğlumun getirdiği torba dolusu hediye bile kimseyi neşelendirmiyor.

Sonra yine dostlar, yine sevilenlerle geçirilen yılbaşları. Yeni umutlar, yeni beklentiler, değişen birşey olmayacağını bile bile heyecanla beklenen yeni sene. Olsun, ne demiş şair, "İnsan alemde hayal ettiği müddetçe yaşar." Hayalleriniz hiç bitmesin...

Not: Şimdi baktım da çok uzun olmuş bu post, okumak için kendinizi zorlamayın dostlar, darılmam:))

22 Aralık 2009 Salı

KOŞTUR KOŞTUR


Uff, çok yorgunum. Hayli hareketli bir gündü. Sabahın köründen akşamın bir vaktine kadar sokaklarda dolandım durdum. Anneannem "İt ayağı yemiş gibi" derdi böyle çok dolaşıldı mı, ne demekse?

Bugün doktor kontrolüm vardı, sabah ilk iş hastaneye gittim. O bankodan o bankoya havale edilip sonunda doktorun yanına girebildim. Öksürüğü kesemeden bir de grip durumu yaşadığım için yeniden kan tetkiki istedi. Gittik laboratuara, deldirdik damarımızı, verdi kanımızı. "Tamam" dediler, "Şimdi git Perşembe öğleden sonra gel". "Neden?", "Sonuç ancak çıkar". "İnsaf yahu, biopsi mi yaptınız, alt tarafı tek kalem kan tetkiki". Böyle söyleyip ses tonumu da yükseltince öğleden sonra tekrar gelmeme karar verildi. Çıktım hastaneden, birtakım alışveriş ve kargo işlerimi hallettim, eve geldim, biraz oyalandım, haydi tekrar hastaneye. Sonuç göstermek için içeri girene kadar epey bekledim. Ortalıkta görevli olarak yüklü miktarda çıtır kız dolanıyordu. Nedense çoğunun kafasında çeşitli renklerde fiyonklar vardı. Geçen gidişimde de görmüştüm bu fiyonklulardan. Bir çeşit hastane modası herhalde. Bekleme süresince sağ tarafımdaki karı kocanın, onların yanındaki anne kızın ve sol yanımdaki genç hanımın şikayetlerini dinleyip teşhislerini de koyduktan sonra (kelin merhemi olsa başına sürermiş) nihayet doktorun yanına çağrıldım. Neyse kan tetkiklerimde sorun çıkmadı, doktor bana bir antibiyotik daha dayadı, yakında midemde bir antibiyotik ağacı boy verecek diye korkuyorum. Bu işi de hallettikten sonra fiyonklulara veda edip yine sokaklara attım kendimi.

Birkaç mağazaya girip çıktıktan, çerçeveciyle kavga ettikten, kargodaki kızla neredeyse akraba olduktan sonra Yüksel Caddesi'nden yürüyerek döndüm eve. Yüksel Caddesi kıpır kıpırdı akşam inmek üzereyken, bu saatlerde bayılırım oraya. Caddenin Kızılay'a bakan girişinde siyahlar giyip yüzünü beyaza boyamış bir pandomimci mim gösterisi yapıyordu. Akşamın soğuğunda üzerindeki incecik giysiyle çevresini saran kalabalığa çeşitli anlamlara gelebilecek hareketlerini gösterip sonunda öldü. Tabii sonra dirilip kalabalığı selamladı, üç-beş cılız alkış sesi yükseldi ve sıra para toplamaya gelince aniden yokoldu insanlar. Her geçişimde gördüğüm beyaz saçlı adam yine oturuyordu bankın birinde, karşısındaki bankta da elindeki GDO'lu mısırları iştahla kaşıklayan bir kadın. Oturan Kadın heykelininin iki yanına yerleşmiş iki şarapçı, heykelin kucağına yaktıkları kırmızı mumun ışığında şarap şişelerini birbirlerinin şerefine kaldırıyorlardı. Keyif onlardaydı doğrusu, bir an için imrenmedim desem yalan olur. Okulun önündeki bankta birayı fazla kaçırdığı belli bir yeni yetme midesindekileri dışarı aktarırken yanındaki arkadaşları da endişeli yüz ifadeleriyle onu izlemekteydiler. "Gençlik işte" diye düşündüm, "babaannemin deyimiyle enik köpek havlamaya heves, o da öğrenir elbet". Kestaneciden mis kokular geliyordu ama geçenlerde o kokuya imrenip aldıklarımın yarısından çoğunu çürük oldukları için attıktan sonra bir daha niyet etmedim. Pastaneler, cafeler yılbaşı havasına girmiş, bahçelerindeki ağaçlara yanıp sönen ışıklar sardırmışlardı. Hasılı güzeldi, uzun süren ev hapsinden sonra hayata karışmak hoşuma gitti yorulsam da.

Bir taraftan bunu yazarken bir taraftan da "Bu Kalp Seni Unutur mu" dizisini izlemeye çalışıyorum, ikisi de verimli olmuyor. İyisi mi artık keseyim, diziye döneyim. Resim mi, konuyla ilgisi yok, yeniyıl havasına uysun diye koydum. Kalın sağlıcakla...

21 Aralık 2009 Pazartesi

GRİ BİR GÜNÜN RENKLERİ

Islak, çipil, soğuk ve karanlık bir gündü bugün. Çarşıya çıktım, zorunlu olmasam evden dışarı adım atmayacağım günlerden biriydi. Bu şehrin kışları hep böyle gri miydi, bu yıl mı bana öyle geliyor, çözemedim. Renk aradım ortalıkta ve kamyonetli çiçekçide yakaladım: Kokinalar. Neden bilmem yılbaşı yaklaşırken bir demet kokinayı vazoya koymazsam eksik hissederim kendimi ve evi. En tatsız yılbaşlarında bile başköşede yerini almıştır Kokina hanım. (Kokina kibar bir kokona mıdır acaba?) Bu sene de eksik etmedik kendilerini malikanemizden.

Ve nergisler. Kurumlu kurumlu kasılan kokinaların yanında alçakgönüllü bir tavırla duruyorlardı onca narsistliklerine rağmen. Kamyonetli çiçekçi en güzellerini seçti bana. Burnuma yaklaştırdım ve ossaat Denizli'deydim. Nergis benim için Denizli demektir. Babaevinden ilk ayrılışım, ilk öğretmenliğim, ilk evim, evliliğim, yeni arkadaşlarım ve dost canlısı Denizlililer. İçim sıla özlemiyle yanarken neşeleneyim diye demet demet alırdım Şeytan Pazarı'ndan ve kokladıkça daha çok hüzünlenirdim. O yüzden ne kadar sevsem de nergis benim için hep bir parça hüzün kokar.

Buna bayıldım işte. Teneke kutuları çok severim, buradaki keçe malzemeleri için bir kutuya ihtiyacım vardı, görür görmez "Bu benim olmalı" dedim. İtiraz etmediler, şimdi 4 adet kardan adam arkadaşım var.

Bu da Yapı Kredi Yayınları'nın yeni yıl hediyesi, 4 santime 3 santim bir kitapçık. "Kitap" sözcüğünün 99 dildeki ismi var sayfalarında, çok sevimli.

Alışverişin en güzel parçalarını sundum size, gri güne atılmış renkli fırça darbeleriydi. Sizin hayatınızdan da renk eksik olmasın...

20 Aralık 2009 Pazar

HERKES GİDİYOR...


Nedir bu arka arkaya ölümler; üstelik yılbaşı yaklaşırken, heryer şıkır şıkırken, kararan ruhumuzu ortalıktaki ışıltıyla aydınlatmaya çalışırken.

Zeki Ökten de gitti. O güzel filmleri kim çekecek şimdi? Rahat uyusun...

19 Aralık 2009 Cumartesi

NEŞELİ HAYAT

Nihayet tam bir hafta sonra sokağa çıktım, biraz da üşüdüm. Umarım konukluğunun son günlerini yaşayan gribi gitmekten caydırıp misafirlik süresini uzatmam. Uzun zamandır "Neşeli Hayat" filmine gitmek istiyordum ama bir türlü denk getirememiştik. Kısmet bugüneymiş. Yılbaşı nedeniyle süslenmiş bir AVM'nin sinemasında izledik yine bir yılbaşı öncesi çekilmiş filmi. Yılmaz Erdoğan çok bayıldığım biri değildir ama oyunculuğunu beğenirim, bu filmde de döktürmüştü resmen. Rıza rolu iyi dikilmiş bir elbise gibi oturmuştu üstüne, mimikleri, ses tonu, vurguları harikaydı. Güldürürken hüzünlendiren, en hüzünlendiğiniz yerde kahkahaya boğan bol oyunculu bir yapımdı ama o sayıca çok oyuncuların içinde biri vardı ki taş çatlasa 10 dakika göründü perdede ama o sürede "İşte budur!" dedirtti herkese, Cezmi Baskın. Komik gözlükleri, iri dişleri, höpürtülü kahve içişi ve kendine özgü ses tonuyla rolünün hakkını gereğinden fazla vermişti. Cezmi Baskın'ı AST yıllarından bu yana zevkle takibederim. Yıllar önce üniversitede öğrenciyken hiç kaçırmazdık Ankara Sanat Tiyatrosu'nun oyunlarını. "Aladağlı Mıho" adlı oyunda beynime kazınmıştı Cezmi Baskın. Oynadığı rol neydi biliyor musunuz, öküz. Sahnede bir öküzü canlandırıyordu ve biz öküz taklidi yapan birini değil resmen bir öküzü izliyorduk. O zamandan beri benim için çok özel oyunculardan biridir.

Ev hapsine bir sinema arası verdikten sonra keçe faaliyetlerine tekrar dönüş yaptım, yeni kardan adamlar ve başka şeyler var sırada. Çalışmaya devam...

18 Aralık 2009 Cuma

SIKILDIM

Tam 6 gündür kapı dışarı çıkmadım, benim gibi bir kurtlu için hayli uzun bir süre. Daha iyiyim artık, hatta bugün bir ara çıkmayı bile düşündüm ama riske girmemeye karar verdim, belki yarın. Sevgili Nur, elma sirkesi bana çok iyi geldi, teşekkürler ediyorum, sık sık söylediğin şekilde kullanıyorum.

Evden dışarı çıkmayınca bu şehir daha bir karanlık geldi bana, gerçekten şu aralar tek niteleyici sıfat "gri". Eskiden böyle diyenlere çok kızardım, bütün çocukluğu, ilk gençliği bu şehirde geçmiş, sonrasında da sık sık gelip gitmiş biri olarak Ankara'ya özel bir sevgim vardır, belki yaşanmışlıklar bu sevgiyi arttıran ama öyle herkesin dediği gibi gri bir bozkır kenti olarak nitelemezdim. Lakin bu kış beni boğuyor, belki gribin de etkisiyle eve mahkum olmak bu duygumu arttırdı. Günlerdir pırıltılı bir güneş yüzü görmedim, arada bir soluk, cansız birkaç ışık vuruyor o kadar. Sokakta ki herşeyde bir üşümüşlük hissi var. Yapraklarını dökmüş akasyalar, karşı sıradaki ciddi yüzlü kız yurtları, egzos dumanlarını savura savura hızla gelip geçen otomobiller, dükkanlarından ara sıra kapının önüne ellerini ovuşturarak ve ağızlarından buharlar saçarak çıkan esnaflar, her sabah paltoları, atkıları, bereleri içinde, laptop çantaları omuzlarını düşürmüş, bezgin ve uykulu bir ifadeyle servis kuyruğuna girmiş öğrenciler. Herkesin yüz ifadesi mutsuz. Neşe yok sokaklarda, hareket yok, cıvıltı yok.

Bu karanlık ve gri ortamı renklendiren şey keçeler; yayıldım bütün eve resmen, koltukların, sehpaların, masanın üstü keçeler, makaslar, kağıtlar, iplikler, boncuklarla dolu. Kaç dikiş iğnesi kaybettim bilmiyorum. Bu bende değişmeyen bir özellik, birşey dikmeye karar verip de dikiş iğnesi kaybetmeden bitirdiğim görülmemiştir, Allahtan şimdiye kadar bir vukuat olmadı, kimsenin biryerine batırmayı beceremedim henüz. Bir heves dikiyorum, yapıştırıyorum, kesiyorum. Bıkana ya da ellerim uyuşup pes dedirtene kadar devam edeceğim bakalım. Arada bir çay-kahve molası verip birkaç sayfa kitap okuyorum, sonra yine lingo lingo keçeler...

Daha neşeli bir yazı yazmak isterdim ama dışarı çıkmadan beceremeyeceğim, ruhum daraldı çünkü evde kapanmaktan. Siz en iyisi yeni ürünlere bakarken ben de keçelerime döneyim...

16 Aralık 2009 Çarşamba

ORDAN, BURDAN, ESKİ GÜNLERDEN


Yeniyıl konseptli keçe çalışmaları devam ediyor, öksürük ve aksırık da. Aldığım ilaçlarla biraz düzene koyduğum öksürüğüm gribi görünce rekabete tahammül edemedi ve coştu. Bu aralar bitki çaylarıyla akraba, zencefille kardeş, turpla çok yakın aile dostu konumundayız. Bunlara bir de sevgili Nur'un önerisiyle sirke eklendi, kendisini de sıhrî hısım kontenjanından soyağacıma eklemiş bulunuyorum. Ama sağolsun Nurcuğum, az evvel yaptığım elma sirkeli gargara beni hayli rahatlattı, umarım söylediği gibi sirkeden korkup kaçar gider mikroplar. Turşu seven bir türe denk gelmediysek tabii ki:))

Ben hastalık yazmaktan bıktım, eminim siz de okumaktan bıktınız, onun için izninizle konuyu değiştiriyorum. Kaç gündür evdeyim, sıkılmadım desem yalan olur ama hem dışarı çıkacak halim yok hem de Asucum kızar bana, gezmemi yasakladı. Ben de kendimi keçelere, kitaplara ve bilgisayara vurdum. Aklım sokaklarda aslında, şıkır şıkır vitrinlerde, kitapçılardaki yeni yıl kartlarında, eşe-dosta alınması gereken hediyelerde ama birkaç gün daha ertelemek zorundayım hayallerimi. Hevesimi keçeden yeni yıl zımbırtıları yaparak gideriyorum, paketlerin üstüne süs niyetine koymak amacıyla. Bu ikisi dün "Bu Kalp Seni Unutur mu?" dizisini dinlerken üretildi. Ben dizileri dinlerim, izlemem çünkü TV karşısına geçtiğimde boş oturamam. Arada bir göz ucuyla kaçamak bakışlar atarım yeter bana. Neyse ailecek bu diziyi kimimiz izler kimimiz dinlerken mısır patlatmak geldi aklıma. Oğlum makinede istemedi, tencerede yağlı, tuzlu yap dedi. Malum burası bizim ev değil, her aradığın şeyi bulamıyorsun. Mısır patlatmaya uygun eski teflon tencere olmayınca ince çelikten tepsimsi birşey bulup bir de kapak uydurdum ama haliyle istediğim verimi alamadım, bir kısmı yandı mısırların. O sırada aklıma geldi, eskiden sobaların üstünde mısır patlatmaya yarayan sapı tahtadan, altı üstü telli, yan tarafında tenekeden sürgülü bir kapağı olan bir alet vardı, adı neydi ki? Hatırlayanınız var mı? O sürgü açılır, içine biraz mısır konur, sürülüp kapatılır sonra sobanın üst kapağı açılarak korların üstünde sallanmaya başlanırdı. Bir süre sonra mısırlar patlayıp açılır, seyrine doyulmaz bir görsel şölen oluşur, bir yandan da mis gibi bir mısır kokusu sıcak odayı kaplardı. Düşündüm kendi kendime, hayatımızdan bir daha dönmemecesine çıkıp giden ne çok şey var; mısır patlatma teli gibi, gazocağı iğnesi gibi, pasta tenceresi gibi. Bir de epeydir zihnimi kurcalayan bir yiyecek var; nerden alındı, hep alınır mıydı, sever miydim tam olarak bilmiyorum. Ama ne zaman Ulus'ta Ankara Kalesi'ne yakın bir yerlerden geçsem birdenbire gözümün önüne renk renk, iri bir fasulye biçimindeki şekerler geliyor. Muhtemelen o civardaki bir satıcıdandı bu şekerler, hiç hatırlamıyorum ama zihnimde görüntüsü çakıp sönüyor. Bellek gayya kuyusu gibi birşey, ne zaman, neyi çıkarıp insanın önüne atacağı belli olmuyor. Bu şekerleri bilen, yiyen, anımsayan var mı arkadaşlar, o zamanın renkli Bonibonları bunlardı sanırım, hala var mı ki?

Son AVM maceramda kendime bir ajanda aldım (Ben bir ajanda manyağıyım, itiraf edeyim), ajanda yetmedi aynı model çanta boyu defterini de aldım, o da yetmedi sürekli kullandığım fihrist-ajandanın bu yılki sunumu da aldım. Bana belli olmaz değişik birşey görürsem onu da alırım. Efendim bu ajandada epeydir gözüm vardı, hatta Kara Kitap da blogunda yer vermiş, almak istediğini yazmıştı. 4 değişik modelle çıkarılmış, adı Zamansız Ajanda. Öyle tarihler falan yok, boş beyaz yapraklar. Tarihler sticker olarak ilave edilmiş ajandanın cebine lazım olanı çıkarıp yapıştırıyorsunuz sayfaya, daha başka atraksiyonları da var hatırlatıcı mahiyette. Modellerden yeşil kapaklı olan "Yemyeşil Zamanlar" doğa, mavi kapaklı olan "Masmavi Zamanlar" deniz, kırmızı kapaklı olan "Aşklı Zamanlar" aşk, sarı kapaklı olan "Kedili Zamanlar" ise kedi temasını işliyor. Benim ajandam da defterim de yemyeşil. Ne demiş aile pardon insanlık büyükleri: "İnsan gözü otoburdur, yeşil görmezse doymaz." Hayli tuzlu olan fiyatı bayılıp cüzdanımı açlığa mahkum ettiysem de gözümü doyurdum ya buna da şükür.

Artık bitireyim, biraz da kitap okumak arzusundayım. Gitmeden önce bir de buradan teşekkür etmek istiyorum sevgili Moonsun'a. Bu güzel kese ta Amerika'lardan kanatlanıp geldi bana, beraberinde zarif bir yeni yıl kartıyla birlikte. Uzun zamandır aldığım ilk yeni yıl kartı oldu bu ve beni gerçekten çok sevindirdi, bu tarz şeylere çok değer verir ve mutlu olurum. Sağolasın güzel kız, yeni yıl sana da başta sağlık olmak üzere düşlediğin tüm güzel şeyleri getirsin...

15 Aralık 2009 Salı

HO HO HOOO!..

TELEFON (Öykü Atölyesi için)

Henüz cep telefonlarının olmadığı, ev telefonlarının ancak yaygınlaştığı, telefonla işletmelerin de o ölçüde arttığı bir dönemdi. Hayli ileri yaştaki halamı ziyarete gittiğimde bu konudan dert yandı. Evde yalnız olduğu ve temizlik yaptığı bir gün, hem de bir sandalyenin üstüne çıkarak mutfak dolaplarını düzenlediği bir anda telefonu çalmış. Ağrıyan dizlerini kollaya kollaya sandalyeden inmiş ve ahizeyi kaldırmış. Karşı tarafta kibar ve genç bir erkek sesi "İyi günler efendim" demiş, "Yeni açılan bir tavukçuluk firması adına anket yapıyoruz, katılmak ister miydiniz?". Sesin nezaketine güvenen iyi niyetli halam "Hayhay, yardımcı olayım" şeklinde cevap vermiş. Yaşını ve mesleğini öğrendikten sonra hitap tarzını "Teyzeciğim" olarak değiştiren telefondaki kişi halamdan buzdolabına bakmasını ve evde kaç adet yumurta olduğunu sayıp kendisine bildirmesini istemiş. Zavallı halacığım telefonu bırakıp üşenmeden buzdolabına gitmiş, yumurtaları saymış ve geri gelip "Baktım çocuğum, 6 tane var" demiş. Karşıdaki kişinin cevabı şu olmuş: "İyi, şimdi o yumurtaları tek tek kafana vurup kır geri zekalı."

Bunu dinledikten sonra hem yaşlı bir insana bu saygısızlığın yapılmasına sinirlenmiş hem de aslında çok matrak bir kadın olan halamla olayı gözümüzde canlandırıp gülmüştük karşılıklı. Aradan 4-5 yıl kadar bir süre geçti ama ne zaman bir telefonda işletme konusu açılsa ben bu anekdotu arkadaşlara anlatır oldum. En son olarak da bir toplantıda yine gündeme getirmiştim. Ertesi gün telefon çaldı, açtım genç bir kadın sesi "İyi günler efendim" dedi, "Yeni açtığımız bir tavukçuluk firması için anket yapıyoruz, şu anda evinizde kaç tane yumurta var söyleyebilir misiniz?" Şaşırıp kaldım, bir "Deja vu" durumu, "Ne oluyoruz?" hali geldi üstüme, sonra toparladım kendimi ve hayli kızgın bir ses tonuyla "Dalga geçmek için yanlış kişiyi seçtiniz, benim anlattığım hikayeyle beni mi işleteceksiniz, başka kapıya" deyip çarptım telefonu arayan kişinin suratına. Ertesi gün okulda öğle arasında sohbet ederken evi bizimkine yakın arkadaşlardan biri şöyle söyledi: "Ya bizim evin altına da yeni bir tavukçu açılmış, müşteri toplamak için civardaki evlere telefon ediyorlarmış. Dün beni de aradılar, anket yaptılar, evinizde kaç yumurta var, şu anda buzdolabınızda tavuk var mı diye sordular".

Tesadüfün böylesine ağzım bir karış açık bakakaldığımı tahmin etmişsinizdir sanırım...

Öykü Atölyesi için yazılmıştır.

14 Aralık 2009 Pazartesi

HASTAYIM HASTA, ÇORBAM TASTA


Öksürüp aksırarak devam ediyorum gündelik hayata. Kâh yataktayım, kâh ayakta. Boğazım biber gibi yanıyor, sağ gözümdeki musluğun da contası yalama olmuş sürekli akıtıyor. Evdekiler etkilenmesin diye yakamdan içeri hapşuruyorum, ben iyileşeceğim ama eşofmanım şiddetli bir grip geçirecek, vaziyet öyle gösteriyor.

Yatmaktan sıkılınca oturur vaziyete geçip yukardaki şirin şeyi yaptım. Keçe mevsimim başladı, açılışı yılbaşı konseptine uygun yapayım dedim. Daha Noel Baba'lar, çam ağaçları, geyikler düşünüyorum. Niyetim hediye paketlerine iliştirmek, bakalım biraz daha toparlanırsam günlük üretim sayısını arttırabilirim.

Bugün bir ara aklıma geldi, kış nedeniyle balkona çıktığım yoktu, acaba bizim akasya ağacındaki çorap ne oldu ki dedim. Elime makinayı alıp çıktım balkona, zumladım ki ne göreyim, benim yaz boyu çorap sandığım şey havlu imiş ve hala ağacın dalında duruyor iyice kirlenmiş olarak. Yapraklar dökülmüş, o dökülmemiş. Bu vesileyle hepinizden özür dilerim, kafanızda çorap imajı yarattığım için, bir zahmet o imajı havlu ile değiştiriverin.

İçeri girerken dikkatimi çekti, yazdan kalan kiraz domateslerin dalında yeşil yeşil domatesler var, aman nasıl şirinler. Üşümüşler de garibanlar, topladım hemen, yıkadım, parlattım, radyatörün yanına koydum kızarmaları için. Yeni yıla birlikte gireriz, yazın çok hizmetleri dokundu bize, soframızdaki yerlerini başköşeden ayırmak lazım.

Haliyle hasta bir insan olarak bu kadar eylemden yoruldum. Şimdi hayatımın yazarlarından birinin, Şili'li Isabel Allende'nin sabırsızlıkla beklediğim son kitabını Güney Afrika'dan bana analı-kızlı hasta ziyaretine gelen Pörtlek Ailesi'nin eşliğinde okumak üzere battaniyemin altına gidiyorum. Isabel Allende'nin okumadığım kitabı kalmamıştır, hakkında bir tez yazabilecek kadar malumat sahibiyim, okumayanlara öneririm, bilhassa Eva Luna ve Ruhlar Evi'ni. Gripsiz, tripsiz günler diliyorum...

13 Aralık 2009 Pazar

GRİP, TRİP, KİTAP, ÖKSÜRÜK, HAPŞURUK, ÇAY, IHLAMUR VS

Dün hasta olacağımı bile bile sokağa çıkmanın acısı bugün çıktı. Akşamki kırgınlığı yorgunluğa bağladım ama sabah başım yastıktan zor kalktı. Daha öksürüğü halledememişken bir de hapşuruk eklendi. Şimdi sağ gözüm çeşme misali akıyor, boğazımda binlerce karınca yürüyor, burnumun içi de asit dökülmüş gibi. Artık bilmiyorum bunun adı nezle mi, soğuk algınlığı mı, domuz, deve, öküz, dinozor ve benzeri cinsten bir grip mi, yaşayıp göreceğiz. Hangisi ise gelmiş artık, geri çevirmek geleneksel Türk konukseverliğine sığmaz. Kendisini en iyi şekilde ağırlamaya çalışacağız. İkramlarımız arasında çay, çorba, ıhlamur, yeşil çay, bala belenmiş zencefil, karaturp içine doldurulmuş bal ve benzerleri olacak. Aslında fazla yüz vermemek gerekli bu defa "ikramlar iyiymiş, ben biraz kalayım burada" deyip yerleşebilir de. Arada parasetamol ve pastil de vermeli ki bir an evvel çekip gitsin.

İlacın etkili olduğu dönemlerde biraz ayakta dolaşıp iyi kötü çamaşır, yemek işlerini hallediyorum ama etki süresinin dolmasına yakın battaniye altına sığınıp kitap okuyorum. Alev Alatlı, Ayşe Kulin, Nurşen Mazıcı ve Liz Behmoaras ile yapılmış söyleşilerin birleştirilmesiyle oluşturulmuş bir kitap "Yalnız Değilsin". İtiraf edeyim kitabı almamdaki itici güç Alev Alatlı. Kendisine bayılırım; tüm kitaplarına, engin bilgisine, hayata bakışına hayranım. Onunla tanışmam 16-17 yıl öncesine dayanır. Bir gün, o zamanlar evimizin arka sokağında kurulan pazara gitmiştim. Köylülerin kendi bahçelerinden topladıkları ürünleri getirip sattıkları bölümde tezgahlar arasında dolanırken bir genç dikkatimi çekti. Marul, maydanoz gibi yeşilliklerin sıralı olduğu tezgahın arkasında bir portakal kasasına tünemiş kendinden geçmiş bir şekilde kitap okuyordu. Öyle ki fiyat soran alıcıların bile farkına varmadığı oluyordu. Hal böyle olunca yaklaştım ve kitabın adına baktım, "Viva La Muarte-Alev Alatlı" yazıyordu beyaz kapağın üstünde siyah ve kırmızı harflerle. Hiç duyduğum bir isim değildi yazarın adı ve hatta ilk anda bir yabancı eser sandım. 17-18 yaşındaki bir pazarcı çocuk bu kadar kendinden geçerek bu kitabı okuyorsa benim bunu bilmiyor olmam büyük ayıp diye düşündüm. Elimdeki poşetleri mutfağa bıraktım ve çarşıya gidip ilk rastladığım kitapçıya daldım ve iyi şans ki buldum kitabı. O akşam başladım ve zorunlu haller dışında elimden bırakmadan 2 günde bitirdim. İnanılmaz bir bilgi birikimiydi. Bunun "Orda Kimse Var mı?" adlı 4 kitaplık bir serinin ilk kitabı olduğunu, ikinci kitabın da piyasada olduğunu öğrenince hemen bir kitapçı ziyareti daha yaparak "Nuke Türkiye" adlı ikinci kitabı da edindim. "Valla Kurda Yedirdin Beni" ve "Okey Musti, Türkiye Tamamdır" isimli diğerleri çıkana kadar da sabırsızlıktan çatladım ve o arada yine yazara ait bugüne kadar okuduğum en güzel romanlardan biri olan "Yaseminler Tüter mi Hala?" yı da okuyup bitirdim.

Bu dört kitap roman tekniğiyle yazılmış olsa da romanın çok ötesinde birşey. Kahramanı olan öğretim üyesi Günay Rodoplu'nun ekseninde Alev Alatlı ele almadık konu bırakmıyor; tarafsız bir gözle sosyal demokrasiden, ekonomiye, Kürt meselesinden ülkücülüğe, Türkiye ile Batı ülkeleri ilişkilerine, aydınlardan din adamlarına kadar incelenmedik mevzu, konu olmadık kişi kalmıyor. Kişisel kanaatim bu 4 kitabı ciddi anlamda sindirerek okuyan bir kişinin üniversite bitirmiş kadar malumat sahibi olacağıdır. "Orda Kimse Var mı?" serisini hatmettikten sonra ciddi anlamda tiryakisi olduğum Alev Alatlı'nın bütün kitapları kitaplığımda yerini alıp büyük bir zevkle okundu. Bir derya olarak nitelediğim bu kadın iki kitaplık "Schrödinger'in Kedisi"nde Quantum Fiziğine, üç kitaplık "Gogol'un İzinde" serisinde ise Rusya'ya el attı ve engin bilgi birikimiyle beni şaşırtmaya devam etmekte.

Hasta yatağında okudğum "Yalnız Değilsin"in Alev Alatlı ile ilgili olan kısmını bitirdim ve yine hayran oldum. Arkadaşlar eğer okumadıysanız önerim en azından "Orda Kimse Var mı?" serisindeki kitapları okumanızdır. Çok şey kazanacağınıza eminim. Ben şimdi battaniyemin altına dönüp kaldığım yerden, Ayşe Kulin ile devam edeceğim, tabii ki ıhlamur eşliğinde.

12 Aralık 2009 Cumartesi

YENİ YIL GELİYOR GALİBA

Aslında biraz kırık dökük kalktım bugün yataktan, boğazda hafif bir yanma, nezlemsi bir durum, grip hafiften geliyorum demekte ama yüz vermedim. Dün yeterince sıkılan ruhumu biraz gevşetmek için çıktım evden erkenden, giderken bir eczaneye uğrayıp pastil ve parasetamol takviyesi yaptım ve kızkardeşle buluşmak için Ankamall AVM'ye doğru yollara düştüm. Esasen bayılırım o yılbaşı öncesi etrafı saran şıkırtıya, alışveriş merkezlerindeki rengarenk görüntüye, vitrinlerdeki parıltıya. Ankamall bu yıl geri dönüşüm temalı bir süsleme seçmiş, iyi de etmiş, hayli ilginç olmuş. Zaten tema AVM'nin dış duvarındaki 2010 yazısındaki 0'ların görünümünden belliydi. Kenardaki süslemeler ise eski poşetlerin buruşturulup yanyana yerleştirilmesiyle yapılmıştı.

Ana kapı girişine her yıl geleneksel olarak yerleştirilen yılbaşı çamı ise bu yıl şaşırttı beni. Geri dönüşüm temasına uyularak eski gazete paketlerinin üstüste dizilmesiyle oluşturulmuştu.

Merkezin katları arasındaki boşluklara yerleştirilen yılbaşı süsleri oluklu mukavvadan yapılmıştı. Çam formu verilmiş süslemelere origami tekniğiyle yapılmış turnalar eşlik ediyordu.



Giriş katına yerleştirilen ve gelenleri karşılayan Noel Baba'da temaya uygundu. Oluklu mukavvadan çamların altına yerleşmiş Santa'mız yine mukavva, duvar kağıdı ve kırpıntı kağıttan origami tekniği ile oluşturulmuştu. Hediye çuvalı ise çimento torbasındandı.

Yalnızca Ankamall değildi süslemesiyle yeni yılı karşılamaya hazırlanan. Mağazalar da kendi çaplarında yılbaşı konseptine uygun süslemelere ve objelere yer vermişlerdi. Alışveriş sonrası yorgun ayaklarımızı dinlendirmek için kahve molası verdiğimiz Starbucks'ın karton bardakları da yeni yıl temasına uygun olarak dizayn edilmişti. "Dark Cherry" içtik ama ne vişne tadı alabildik, ne de kahve. Ilık, sütlü ve bol şekerli bir sıvıyı yudumlayıp zorla bitirdik. Her seferinde bir daha Starbucks'a gelmemek için kendime söz veriyorum ama bir türlü tutamıyorum.

AVM'den ayrılmadan son olarak Mudo'ya bir ziyaret yaptık. Yeni yıl için hazırlanmış objeler çok sevimliydi, tekrar gelip hediyelik birşeyler bakacağım. Yorucu ama oldukça verimli bir gün oldu. Epey alışveriş yaptık ve istediğimiz şeyleri fazla zorlanmadan bulduk. Ankara'nın yeni yıla nasıl hazırlandığını merak ediyorsanız izleyin beni, daha sırada çok AVM var...

11 Aralık 2009 Cuma

BİZ GECELERİ KARANLIK BİLİRDİK

"Aralık yılın sonu
Soğuğu eni konu"

İlkokuldayken öğrenip unutmadığım şarkılardan birinden bu iki dize. "Yılın ilk ayı Ocak/Kar yağar kucak kucak" diye başlayan ve ayların kimine iyi, kimine kötü özellikler atfederek devam edip giden bir şarkıydı. Yılın ilk ayı hâlâ Ocak ama öyle kucak kucak kar yağmıyor şimdilerde. Mâlum, küresel ısındık ve güzel bir bahane olarak hayatın her alanında kullanıyoruz. Aralık da geldi, yılı bitiriyoruz lâkin yıl giderayak kötü oyunlar oynuyor bize. Bakıyor ki vitrinler süslenmiş, alışveriş merkezleri şıkır şıkır, çam ağaçları geline dönmüş, yılbaşı programları için çarşaf çarşaf ilanlar. "Ne bu hafif haller ey insanoğlu, ağır ol, oturaklı ol, yok öyle her daim laylaylom" diyerek hakkımızı avucumuza koymakta. Gencecik bir kızın isyan ettiren ölümünü şehit cenazeleri, cenaze görüntülerini göçük haberleri izliyor birbiri peşisıra. Gidecek ama son oyunlarını oynuyor 2009 bizlere. Hoş gelecek olanın neler getireceği de belirsiz ya bir umut sarılıyoruz işte. Suçu yıllara yüklemek de bir kaçış, bir umut, bir beklentiyle gönül avutma. Oysa şarkıdaki gibi:

"Ne kış dedim ne bahar, içtim sabaha kadar
Erken ağardı saçlar, YILLARIN GÜNAHI NE"

Karamsar oldu değil mi? Ama ne gündem, ne hava koşulları ne de yakın çevrede olup bitenler iç açacak birşey yazdırmıyor insana. Az evvel bir yakınları ölüm döşeğinde yatan komşuyu ziyaretten geldim, hava durumundan kapalı ruhum daha da kapandı. Pencereden dışarı baktığımda gördüğüm manzara şu:

Islak, çipil bir asfalt, kuru ağaç, yere dökülmüş son yapraklar, arabaların kasvetli havayı yaran farları, dükkanlardan su birikintilerine yansıyan sarı ışıklar. Tek iç açan görüntüyü, karşı kaldırımdaki çiçekçinin dükkanın önüne çıkardığı renk renk çiçekleri zumladım özellikle. Buna da şükür.

Yok olmayacak böyle, en iyisi ben gideyim çiftliğime, çam ağaçları arasındaki şalemde pencerenin önüne yerleşip karları seyredeyim. Sonra da olgunlaşan ayçiçeklerimi hasat ederim. Yerlerde kar varken ayçiçeği ne iş demeyin, bizde böyle...

10 Aralık 2009 Perşembe

BİR BULUŞMA VE BİR JEST

Bazen bir renk, bir ses, bir koku, bir obje insanı alır yıllar öncesine savuruverir. İşte kitabın üstünde gördüğünüz kocaman mavi gözlü, sarışın, hüzünlü bakışlı küçük kız, uzun saçları iki örgülü, uzun boylu, zayıf bir başka küçük kızın elinden tuttu ve onu çocukluğuna alıp götürüverdi. Dingin yaz öğleden sonralarında salondaki küçük divana uzanıp kitap okudular, hava serinleyince bahçeye inip yakantop, istop, kukalı saklambaç oynadılar. Yenimahalle'nin uçsuz bucaksız, yeşil kırlarında koşturarak gelincik, papatya toplayıp pisipisi otlarından niyet tuttular. Balkonun altındaki serin kuytulukta evcilik oynadılar, yıldızlı gök altında çekirdek çitleyerek acıklı Türk filmleri izleyip ağladılar. Bazen Boo Radley eşlik etti onlara, bazen Jem, bazen de Atticus.

"Bülbülü Öldürmek", çocukluğumun büyülü kitabı. Teyzemin kızı hediye etmişti bir yaz tatilinde, büyük bir hazla okumuş, meraklanmış, hüzünlenmiş, duygulanmış kimi zaman da isyan etmiştim. Bir kere okumak yetmemiş, birkaç kere devirmiştim ne yazdığını bile bile. Sonra ne olduysa olmuş, kitap kaybolmuştu. Muhtemelen ödünç alan biri geri getirmemişti. Gündelik hayatın hayhuyu, ergenlik sancıları ve dersler arasında unutup gitmiştim bende sevgili kitabımı. Ta ki bugüne kadar. Bugün öğleden sonra birkaç blogger arkadaş buluştuk. Nalan ile artık arkadaşlığı ilerlettik ama Embir ve Marmaris'ten gelen Zarifçe blogunun sahibi Nedret hanımla ilk kez karşılaştık. Nedret Hanım, bu yetenekli ve marifetli olduğu kadar zarif ve ince arkadaşım hediye getirmiş bana "Bülbülü Öldürmek" kitabını, hem de kendi çocukluğundan kalma ilk baskıyı. Beni nerelere götüreceğini ve ne kadar mutlu edeceğini eminim tahmin etmemiştir diyeceğim ama tahmin etmemiş olsaydı bu kadar özel bir hediye sunmazdı bana. Buradan sevgili Nedret hanıma tekrar teşekkürlerimi, sevgilerimi yolluyorum. Kitaplığımın en ayrıcalıklı raflarından birinde saklayacağım anısını. İçimdeki çocuk bugün çok mutlu oldu çoook...

9 Aralık 2009 Çarşamba

FUAR, FUAR, HEP AYNI FUAR

"Gönül ne kahve ister, ne kahvehane
Gönül gezmek ister fuar bahane"

Kaç gündür kâh hastalık, kâh isteksizlik, kâh ülkede olup bitenlerin yarattığı iç sıkıntısı yüzünden kapanıp kalmıştım eve. Tetkik sonuçlarımı alıp da korkulacak bir durum olmadığını öğrenince sağlıklı olduğum her anın değerlendirilmesi gerektiğine karar verdim. Dün sevgili blogcu arkadaşım Nalan'la buluşup, birer fincan salebin başında yaptığımız güzel sohbetin ardından bugün buluşma sırası kızkardeşte idi. Aslında ne bulacağımızı iyi kötü tahmin ettiğimiz halde Atatürk Kültür Merkezi'nde açılan "Ülkelerarası El Sanatları ve Hediyelik Eşya Fuarı"na gitmeye karar verdik. Yaprakları limon gibi sararmış ama henüz tam dökülmemiş salkım söğütlerin arasından geçerek ulaştığımız fuarda her ne kadar adı ülkelerarası olsa da yerli firmalar çoğunluktaydı. Onun dışında kalanlarsa ne hikmetse hep Hindistan, Pakistan, Kenya, Nepal, Kırgızistan, Moğolistan gibi az gelişmiş ya da daha kibar deyimle gelişmekte olan ülkeler idi. Artık göre göre ezberlediğimiz Afrika işi tahta biblolar, alacalı bulacalı, parıltılı renkleriyle Hint giysileri ve takıları, Pakistan şalları standlara dizi dizi serilmişti ve aşağıda görüldüğü gibi hafta içi olmasına rağmen hayli de kalabalıktı.


Burası iriyarı, sarışın ve asık suratlı bir Rus hanımın nezaret ettiği Rus standı, bebekler ilginç, camdan yapılma minik hayvan bibloları şirindi. Bunlara bakarken arkamda duyduğum şiddetli hapşuruk sesiyle irkildim. Ağzını kapatma gereğini bile duymadan ulu orta hapşuranın kim olduğunu anlamak için arkamı döndüğümde gördüğüm genç kız, pişkin pişkin sırıtarak "Merak etmeyin üstünüze hapşurmadım" demez mi? "Lahavle" diyerek sinirlerime mukayyet oldum ama intikamımı aynı kızın standdaki yüzüklere yaptığı ani ve şiddetli dalış yüzünden Rus hanım aldı ve içimi soğuttu, "Ne biçim çekistirioosun yusukleri" diye terslenerek.

İran standındaki el işlemeli örtüler. Renkleri ve motifleri çok güzel ve özgündü. Dayanamayıp orta boyundan bir tane aldım.

Fuardaki favori standım burası oldu; Güney Afrika. Gözlerinin içi gülen bu sevimli hanımla yarı İngilizce, yarı Tarzanca anlaştık. Sırf hanımın sempatikliğinden dolayı boncuk bebeklerinin küçük boyundan birini evlat edindim. Fotoğraf çekme isteğimi de memnuniyetle karşıladı ve bebeklerine sarılarak bu pozu verdi bana.

Kırgızistan ve Moğolistan standlarında bol miktarda keçe obje vardı, fotoğraflarını çektim, yapmaya çalışacağım. Başka da ilginç birşey yoktu, ayrıldık fuardan.

Dün akşamüstü kapı çaldı, açtığımda karşımda kargo görevlisi vardı. Bana uzattığı zarfın içinden sevgili Asortik Krep'in yolladığı ayraçlar çıktı. Düşünceli ve zarif arkadaşım yazılarımdan birinde koleksiyon yaptığımı okuyunca katkıda bulunmak istemiş bana. Ne mutlu bana ki bu blogu açmış ve böyle güzel insanlar tanımışım gıyaben de olsa. Kendisine tekrar çok çok teşekkür ediyorum. Yarın yeni bir blogcu arkadaş tanıyacağım inşallah, Zarifçe blogunun sahibi marifetli ve yetenekli Nedret hanımı. Yaşasın blog kardeşliği...