.

.
.

31 Ağustos 2009 Pazartesi

YILDIZLI SEMALARDAKİ HAŞMET NE GÜZEL ŞEY


Akşamüstü elimde kitap uzanmıştım kanepeye, ben okuduğumu sanıyordum ama sızmışım. Kulağıma dolan bir arya sesiyle uyandım, bir an nerede olduğumu hatırlayamadım, TV'nin ışığı kendime getirdi, müziğin kaynağı da anlaşılmış oldu.

Balkona çıktım kendime gelmek için, hava harikaydı; insanı üşütmeyen bir serinlik, berrak bir gökyüzü, ay parlıyor. "Yaz bitiyor" diye düşündüm, gözüm yıldızları aradı ama tek tük parlak ışıktan başka birşey göremedim, muhtemelen onlar da uyduydu. Şöyle bol yıldızlı bir gökyüzü hayal ettim ve Aspendos'ta bir konserde olmak istedim. Yıldızların altında, limonata gibi bir havada, tarihi koklayarak, o muhteşem tiyatroda mesela "Carmina Burana"yı, özellikle "O Fortune" bölümünü dinlemek, dinleyip gökyüzüne karışmak istedim.

Roma'lı Mimar Zenon'un MS 2.YY'da inşa ettiği bu muhteşem tiyatro bunca yıldır nasıl kendini koruyarak günümüze gelmiş hayret ederim. Her seferinde kaptırır giderim kendimi, sahneye gladyatörlerin çıkmasını, aslanlarla dövüşmesini, imparatorun locasında onları alkışlamasını hayal ederim. İktidarın vahşete düşkünlüğüne akıl erdiremem, o mekanda yüzyıllardır neler yaşandığını düşünür dururum. Tarihin gündelik yaşamla içiçe olması çok güzel. Gelgelelim her konser asırlara direnen bu yapıya zarar vermekte; yüksek volümlü ses düzeninin verdiği hasarın yanısıra bilhassa duyarsız halk perişan etmekte. Şimdilerde daha özen gösteriliyor ama yine de belirli ölçüde bir zarar sözkonusu.

Opera ve Bale Festivalinin ilk yıllarında daha sık giderdik gösterilere. O zamanlar otopark sorunu tam çözülmemişti, Antalya'da belirli noktalardan kalkan otobüslere tıkış tıkış doluşur, öyle ulaşırdık Aspendos'a. Yer bulabilmek için erken gitmek zorundaydık, çok kalabalık olurdu temsiller, konserler, hala öyle gerçi. Bu kadar erken gidince doğal olarak yiyeceğimizi yanımıza almak zorunda kalırdık. Yiyecek dediysem sandviç tabii ki ama halkımız sandviçi yemekten saymayabiliyor. Nelere şahit olmadık ki, tam tekmil sofra düzeniyle gelenler mi istersiniz, sepetine şişesini ve ayaklı kadehlerini yerleştirip batan güneşe karşı şaraplarını yudumlayanlar mı? Ben görmedim ama bir arkadaşım anlatmıştı, kadıncağızın biri küçük tüp getirip üzerinde tavuk haşlamış. "Yuh" dediğinizi duyar gibi oluyorum ama milletçe boğazımıza düşkümüz ne yapalım, konser izleyeceğiz diye yemek düzenimizi mi bozalım. Turistler, bilhassa Alman turistler bira şişeleriyle birlikte gelirler ve konser boyu bira içerlerdi. Hatta bir tanesi iyiden iyiye kafayı bulmuş, etrafı rahatsız edecek saygısızca tavırlara girmiş, uyarılara rağmen bu duruma devam edince de arkadaşları tarafından yaka paça götürülmüştü. Kendimize fazla haksızlık ettiğimizi düşünmüştüm o zaman ya da yabancıları fazla gözümüzde büyüttüğümüzü. Saygısızlığın, eğitimsizliğin milliyeti yok ne yazık ki.

Gösterilerin bedavacıları da çoktur. Ahbabından, dostundan davetiye bulup gelenleri bir süre sonra tanırsınız, her konserin şaşmaz izleyicileridir çünkü onlar. Bir de antik tiyatro çalışanlarının yakınları vardır ki onlar tam "İlahi maşaallah" denilecek türdendir. Sırf meraktan, vakit geçirmek için gelirler çalışanların yaşadığı komşu Belkıs köyünden, nasılsa davetiyelidirler. Altlarında çubuklu pijamaları, üstlerinde atletleriyle geçerken şöyle bir uğramış gibidirler. Gürer Aykal'ın yönettiği bir konserdeydik. Zihnim beni yanıltmıyorsa Beethoven'ın "5.Senfoni"si seslendiriliyordu. Aradan sonra 2. bölüme geçildi. Orkestra üyeleri yerini aldı, 1. keman ses verdi, Gürer Aykal bagetini havaya kaldırdı, koca tiyatroda çıt yok. Derken bir ses duyuldu: Şıpıdık, şıpıdık, şıpıdık... Herkes, Gürer Aykal ve orkestra üyeleri de dahil sesin geldiği yöne başını çevirdi, görüntü şuydu: En önde göbekli ve kasketli bir amca, arkasında 5-6 kişiden oluşan aile üyeleri ayaklarında plastik terlikleriyle yüksek taş merdivenlerden seke seke inerek ortamı terk etme mücadelesi vermekteydiler. Şefimiz sabırla onların merdivenlerden inmesini bekledi, tam sahne hizasından geçerlerken de bagetini o tarafa doğru doğru sinirle birkaç kere sallayarak "defolun" demeye getirdi. Halkım klasik müziğe ancak bu kadar sabır gösterebilmişti ama tiyatroyu terketmek için neden verilen arayı değil de ikinci bölümün başını şeçmişti çözemedik.

Aspendos'ta yaşananlar anlatmakla bitmez ama ben cidden yıldızlı bir gök altında bir klasik müzik konserine fena halde özlem duydum. Bu yıl geçti, seneye inşallah. Yetişip gidebilirsek Altın Portakal Festivali ile gideririz özlemimizi. Kısmet diyelim.

FOÇA KEDİLERİ

Sevgili Mavi Balon geçenlerde yazdığım kedili öyküyü sevmiş olacak ki benden yeni bir öykü istemiş. Ben de İzmir'li arkadaşıma İzmir dolaylarından birşeyler kurgulayayım dedim yine o civarda çektiğim kedi fotoğraflarıyla.


Burası güzel ülkemin cennet köşelerinden biri, Eski Foça. Görür görmez tutulduğum, ışıltılı mavi denizine, taş evlerine, doyumsuz manzarasına hayran kaldığım bu beldeyi kediler de benim kadar beğenmiş olacak ki her sokakta onlarcası çıktı karşıma.



Yoluma ilk çıkan bu mahzun gözlü güzel oldu. Mahmurluğundan akşamdan kalma olduğu belliydi. Sonuncu sigarayı içtikten sonra paketi buruşturup atmış, olduğu yere kıvrılıvermişti. Ne kadar dağıtmış olursa olsun asil bir havası vardı. Soruşturduğumda yanılmadığımı anladım. Kendisi, bir veliaht veremediği için Kediler Şahı tarafından saraydan kovulmuş sabık prenses Süreyya idi. Yaşadığı üzüntü ve hayal kırıklığını atmak için dünyanın dört bir yanını dolaşırken yolu Foça'ya düşmüş, bir süredir burada yaşıyormuş. Daha doğrusu geceleri eğlencenin doruğuna çıkıp sabahları da denk geldiği yerde sızıyormuş.



Süreyya'nın yanından ayrıldıktan sonra girdiğim bir sokakta önümden hızlıca geçip çalıların arasına girerek kendini gizleyen rengarenk giysili afeti bir yerden gözüm ısırıyordu. Uzun süre düşündükten ve civarda yaşayanlara da teyit ettirdikten sonra anladım ki ünlü film yıldızı Mırnavcan Mırıldar'mış. Paparazzilerden ve halkın ilgisinden uzak sakin bir tatil için pek ortalarda görünmemeye çalışıyormuş.



Burası hayli tanınmış bir antikacı. Şehrin kalburüstü sakinleri sık sık ziyaret ediyor Asude Hanım'ın antikacı dükkanını, kâh alışveriş, kâh sohbet için. Bir çeşit sanat galerisi görevi üstlenmiş bu mekan, sık sık sergiler de açılıyor. Asude Hanım aslında aileden zengin, bu işi zevk için yapıyor, canı sıkıldı mı asıyor kilidi kapıya keyfine bakıyor, fotoğrafta da istirahat anında görülüyor zaten. Zenginliğinin yanısıra en belirgin özelliği fanatik Beşiktaşlılık olan Asude Hanım giysilerinde de siyah-beyazı tercih ediyor.



Yörede en az Asude Hanım kadar tanınmış bir diğer şahsiyet ise Tekirhan Bey. Çapkın, bohem, serseri ruhlu ama cazip. Dişi kedilerin gözdesi. O da bir mirasyedi, hayatı boyunca çalışmayıp hazır yemiş. Servetinin ne zaman tükeneceği merak konusu. Gecelerini sabahlara kadar içip eğlenerek, gündüzlerini ise kahvede oyun oynayarak geçiriyormuş. Sahip olduğu tekne limanda demirli, ara sıra denize açılıp uzun süre geri dönmediği söyleniyor.



Kuzeyli manken Dagmar. Soğuk, mesafeli ama çok güzel. Bir defile için geldiği Foça'da palabıyıklı bir balıkçı kediye aşık olmuş. Yüreğinin sesini dinleyip ülkesine dönmemiş. Balıkçı ile evlenip kendi modaevini açmış. Tasarımlarını kendi yaptığı kreasyonları çok tutuluyormuş. İlginç bir özelliği var Dagmar'ın; kuzeyli ve soğuğa alışkın olmasına rağmen kuyruğu çok üşüyor. Bu yüzden kaplan postu kürkünü kuyruğundan hiç eksik etmiyor.



Güzel Foça'dan kedi öyküleri izlediniz. Evet sevgili blogcu dostlarım, benim absürd öykülerime tahammül ettiğiniz için yukarıdaki asma yaprağına düşmüş gelinciği sizlere yolluyorum, hepinize sevgiler...



MUTLULUK KÜÇÜK AYRINTILARDA GİZLİDİR

Bugünü farklı kılan hoşluk: Kitabımın arasına yerleşen Snoopy'li ayraç.



30 Ağustos 2009 Pazar

BİR HAFTA SONU GEZİSİ


Bugün kızkardeş ve minik yiğen ile dışardaydık. Önce yemek yedik Tunalı Hilmi Caddesi'ndeki Cambo'da. Biz yemeğimizi yerken minik yiğen tabağındaki köfteleri didikleyip durdu. Onun aklı ve gözü yan masada yemeklerini yiyen Japon ailenin minik kızındaydı. Hem şaşkınlık, hem merak, hem de beğeniyle süzmekteydi çekik gözlü ufaklığı. Kızın elindeki oyuncağın aynısından kendisinin de olduğunu farkedince (Mc Donalds'ın çocuk menüsüyle verilen kahramanlardan biri) önce bize "Burası Metanıs'mı? (Mc Donalds demek istiyor tabii ki)" diye sordu. "Hayır" cevabını alınca bu defa küçük kıza "Yerden aldın?" sorusunu yöneltti. Tabii cevap alamadı. "Niye söylemiyor" dediğinde hayli zor oldu dilimizi anlamadığını açıklamak. Çocukta daha o kavramlar gelişmemiş ki. Yine de bakışarak gülüşerek anlaştılar iki minik. Bir ara garsonla aralarında tercümanlık yaptığımız babaları bizimkinin kaç yaşında olduğunu sordu İngilizce. Bizim yöneltmemizle "4" cevabını parmaklarıyla verdi minik yiğen, ufak tefek Japon baba şaşırdı, kendi kızının 5 yaşında olduğunu ama bizimkinin "very big" olduğunu tekrarladı durdu. Minik yiğen biraz uzun, Japonlar'da genetik olarak kısa bir ırk olduğuna göre şaşacak birşey yoktu aslında. Sonra da karşılıklı el sallaşıp "Baybay"larla vedalaştık.

Yemek sonrası minik yiğenin keyfine göre takıldık. Kuğulu Park'a gittik. O kahkahalar atarak, baloncudan aldığımız şişirme "Batman"ı ile kaydıraktan kayarken ben park içindeki kuğuları ve ördekleri ziyarete gittim. Havuzun etrafındaki banklar emekli oldukları her hallerinden anlaşılan insanlarla doluydu. Oruç rehavetini ağaçların gölgesinde atmaya çabalamaktaydılar. Yerler, gökler güvercin kaynıyordu.


Hayli yüksek bir ağacın budağına tünemiş güvercin dikkatimi çekti. Gövdeye kazınmış "Yasin" yazısı ile birlikte harika bir kompozisyon çiziyordu. Kuşlar arasında bu mekan "Yasin'in Yeri" olarak anılmakta imiş. Havadar, güzel manzaralı bir yer olduğu için müşterinin biri konup biri kalkmakta idi:))


Siyah kuğuların asaleti tartışılmaz, nazlı nazlı süzülmekteydiler suyun içinde.



Beyazlarsa ayrı bir eküri, siyahların yanına bile yanaşmadan kendi bölgelerinde yüzüyorlardı. Irk ayrımı kuğular arasında da mevcut galiba.




Kuşların üzerime pislemesi riskini göze alarak bol bol fotoğraf çektim ama herhangi bir vukuat olmadı. Minik yiğeni beklerken iliştiğim bankta yanımda oturan adamsa hayli kısmetliydi kendi farkında olmasa bile. Gömleğinin sırtı boydan boya kuş pisliği idi çünkü. Hatta bir ara dürtüp sayısal loto oynamasını önermek geldi içimden ama vazgeçtim sonra.

Minik yiğenin keyfi yetip gidelim deyinceye kadar epey vakit geçirdik Kuğulu Park'ta. Ankara'nın akciğerlerinden biri olan bu güzelim park umarım fazla bir hasara uğramadan daha uzun yıllar Ankaralılara hizmet vermeğe devam eder.

29 Ağustos 2009 Cumartesi

AYRILIŞ



"Bakakalırım giden geminin ardından,

Atamam kendimi denize,
Dünya güzel.
Serde erkeklik var,
Ağlayamam..."

Orhan Veli

Fotoğraf: Heybeliada'dan

27 Ağustos 2009 Perşembe

GÜLLAÇ TEYZE


Kaynaklar her ne kadar güllacın saraydan çıkma bir tatlı olduğunu söyleseler de o benim için herzaman, buruşuk ama akça pakça yüzünde gözlerinin içi gülen, anaç, sevecen hamarat bir köylü teyzedir. Ailecek pek severiz kendisini ve özellikle yılın bu ayında sık sık evimize konuk eder, soframızın baş köşesine oturturuz. Bu akşam da bize gelmek arzusunda olduğunu duyunca hazırlık için alışverişe çıktım. Dönüşümden kısa bir süre sonra da Güllaç teyzem bizdeydi yukarıda görüldüğü gibi. Onunla ilgili hazırlıkları daha sonra yazacağım önce sokakta neler gördüm anlatmak istiyorum.

İki gündür evden çıkmıyordum, insan tembelliğe alışıyor böyle olunca, hayli ayak sürüdüm çıkana kadar. Sonunda giyinip attım kendimi dışarı, daha bir blok gitmeden komşu apartmanın alt katındaki çamaşırhaneden (şimdi laundry diyorlar nedense) gelen mis gibi parfümlü yumuşatıcı kokusu keyfimi yerine getirdi, iyi ki çıkmışım dedim, bilgisayarın esaretinden kurtardım kendimi. Sonra yolda gördüğüm beni neşelendiren şeyleri fotoğraf makinesiyle olmasa bile gözümle kaydettim. İşte günümü canlandıran durumlar:

-Üstgeçit daimi esnaflarından tombul "Boncukçu Cüce" ile "Mısırcı Kapıcının Kızı", biri mısır kazanının diğeri boncuk yaygısının başında karşılıklı taburelere oturmuşlar ellerinde birer külah dondurma Sayısal Loto'nun bu haftaki ikramiyesi üzerine ciddi bir sohbete dalmışlardı. İlk kez kavga halinde görmediğim için çok şaşırdım, normalde birbirlerini yerler. Görüntüleri çok hoştu, biri 40'lı yaşlarda, diğeri henüz 13-14 olan aynı boyda iki kişi bir yandan dondurma yalarken bir yandan da hararetle zengin olma hayali kurmaktaydılar.

-Biraz ilerlediğimde karşıma üç siyahi genç çıktı. Hayli koyu tenleri, rastalı saçları ve üzerlerine giydikleri parlak, kırmızı, sarı ve mavi renkteki t-shirtleriyle reklam afişi gibiydiler. Gözüm, gönlüm açıldı.

-Yüksel Caddesi'nin girişinde yere çökmüş kavruk bir adam dikkatimi çekti, önünde büyükçe bir koli ve içinde sopa benzeri birşeyler vardı. Yaklaşınca ağzım bir karış açık kaldı, kolinin içindekiler neydi ve adam onları satmaya çalışıyordu. Neyin sesindeki ulvilik, içine yerleştirildiği pırtık koli ve kılıksız, kavruk adam. Umulmayan taşlar baş yararmış.

-Kitapçıya gitmek için köşeyi dönüyordum ki 8-10 yaşlarında 2 kız çocukları olan bir aile çıktı karşıma, önümden yürümeye başladılar. Baba kızlardan büyük olanına sordu: "Biz kaybolsak misafirhaneyi bulabilir misin?" Belli ki başka bir kentten gelmişlerdi. Cingöz bakışlı kız küçümseyerek güldü ve şöyle dedi: "Koskoca adamlarsınız, niye kaybolacaksınız ki?" Baba bozuldu, soruyu değiştirdi: "Yani sen kaybolsan?" Kız da cevap mı yok: "Koskoca adamlarsınız, çocuğunuza sahip olamayacak mısınız ki kaybolayım?" Kahkahalarımı zor bastırıp çocuğu alnından öpmek isteğimi içime atarak kitapçıya girdim.

-Kitapçıda sürpriz olarak çıktığından haberimin olmadığı Oya Baydar'ın yeni kitabı beni bekliyordu. Yanına 2 de kardeş katarak kasaya koştum.

-Güllaç Teyzeyle randevum için markete girip sebze reyonuna geçtim. Süslemek için turfanda narlardan bir tane alırken minik bir oğlan çocuğunun daha da minik parmaklarıyla bir poşeti açmaya ve içine iki tane nar koymaya çalıştığını gördüm. Bir türlü beceremiyordu ve sonunda annesini yardıma çağırmıştı ki irikıyım babası gürledi: "Koyamadın mı daha poşete, sen benim ne kadar sinirli olduğumu bilmiyor musun?" "Biliyorum" dedi çocuk "Zaten o yüzden annemi çağırdım yardıma, şimdi babam sinirlenir diye". Öpmek istediğim çocuk sayısı ikiye çıkmış ama kahkahalar yine içimde kalmıştı.

Bir güne bu kadar eğlence yeter diyerek döndüm eve, Güllaç Teyzemi hazırladım. Tarife gerek var mı, paketin üstünde yazıyor zaten. Ben ekstra olarak 1 küçük paket süt kreması koyuyorum arasına, daha lezzetli oluyor.


Fotoğraftakiler kendimi mutlu etmek için aldıklarım: Bir saksı mis kokulu fesleğen, Oya Baydar'ın son kitabı Çöplüğün Generali, Jale Sancak'tan Tanrı Kent ve Yitik Şarkılar, bir de Halikarnas Balıkçısı'nın kızının anıları.

Güllaç Teyzem hepinize sevgilerini yolluyor...

26 Ağustos 2009 Çarşamba

BALKON BAHÇEDE SONA YAKLAŞIRKEN


Sabah gündelik işleri toparladıktan sonra mutfağa girip Kırşehir yöresinden, Neşet Ertaş'dan (severiz kendisini, ayrıca hakkında yapılmış nehir söyleşiyi de okumuşluğumuz vardır) alınma,
"Çiçekler eekiliyoor, güzelim haaaydı haydııı
Bahçaya dikiliyor, amman nideyiim, nasııl edeyim"
türküsü eşliğinde domates soslu biber kızartması faaliyetine giriştim. Aslında biberli-domatesli bir türkü söylemek isterdim ama aklıma gelmedi. Kızartma dediysem bildiğimiz kızartmalardan değil, "Mutfakta Zen" blogunun sahibi Tijen Hanım'dan öğrendiğim ve sık sık yapıp kızartmaya olan zaafımı zararsız geçiştirdiğim "Kendini kızartma sanan buğulama" bu yaptığım. Lezzet olarak da orijinalinden hiç farkı yok, sağolsun Tijen Hanım, deniz börülcesi de onun sayesinde girmişti mutfağıma. Biberler ve domatesler doğranarak tencere ocağa konup altı kısıldıktan sonra balkona, canlı durumdaki domates ve biberlerle halleşmeye çıktım. Eşimin kıymetlisi, doğal tohumdan yetişme domates kızarmaya başladı sonunda. Ama ne göreyim, bizimki eşimin şehir dışında olmasına dayanamayıp salmış kendini, yan yatmış saksının içinde. Bir nevi depresyon hali, sevilenden uzak kalmanın travması. "Aman" dedim, "Etme, tutma. Bu yan gelip yatma durumunun faturası iyi bakamamışsın diye bana çıkar, kalk gözünü seveyim." Tık yok. Dur bakalım, şuna bir ajitasyon yapayım, belki gaza gelir diye düşündüm ve başladım şarkıya:
"Başın öne eğilmesiiin, aldırma gönül aldırma
Ağladığın duyulmasın, aldırma gönül aldırma
Gönül aldırmaaaaaaa!.."
Nafile, yoldan geçenler bile etkilendi ama bizim domates hala yerlerde sürünmekte. Anlaşıldı, buna antidepressan gerek diyerek bir sopa diktim toprağına ve dallarını bağladım sopaya, zoraki de olsa kaldırdım ayağa. Ben elimden geleni yaptım açıkcası, gerisi onun beyin gücüne kalmış.

Ziyaret sırası diğer saksılara geldi Nazlı Hanım'ın tedavisini bitirince. Yukarıdaki fotoğrafta gördüğünüz iki adet domates neredeyse ağaç boyutuna geldiği halde çiçek açmaktan başka marifet sergilemeyen fidelerimizin sonunda dünyaya getirdiği bebeler. Hepi topu iki tane, saksı başına birer adet. Gövdelerinden utanmadan ürün diye sundular bunları bize, üstelik daha akibetleri meçhul, bakalım kızaracaklar mı? Yine de giderayak gösterdikleri bu gayretten dolayı kendilerini birer "Başarı Belgesi" ile taltif ettim. Yan saksıdaki salatalığın benden bir isteği vardı, emekiye ayrılmak. Baktım haklı, yaprakları sararmış, çiçekleri kurumuş, meyve zaten epeydir yok, kabul ettim dilekçesini. Bize sunduğu, kahvaltımıza tad katan salatalıklar için şükranlarımı sunup ilave bir tas suyla veda ettim kendisine.


Ve biberlerimiz; sorunsuz, kalender, çıtırık, lezzetli biberlerimiz. Neredeyse hergün 2-3 tane de olsa kahvaltımıza çeşni katmayı başardılar. O yüzden sezon kapanırken kendilerine "Ayın Elemanı" hatta "Mevsimin Elemanı" ödülü verip yapraklarını okşayarak şımarttım.



Aslında fotoğrafta gördüğünüz günlük ürün tabağındaki kiraz domatesler, rokalar ve mazereti olduğu için tabaktaki toplantıya katılamayan semizotları da övgüye değer bir gayret gösterdiler. Sonbahar yaklaşırken onları da "Mansiyon"la ödüllendirip sezonu kapatmak istiyorum. Bana kalansa, bütün ödülleri koyup geçen parmaklarımdaki muhteşem domates kokusu.

Bağlı-bahçeli, balkonlu-teraslı nice yazlar yaşayalım...

25 Ağustos 2009 Salı

SANALDAN GERÇEĞE, BİR BULUŞMA


Bir süredir devam eden niyetlenmeler ve 2-3 gün önce yapılan telefon görüşmelerinden sonra nihayet Çınar ile buluştuk. Ben kararlaştığımız yere gitmek için evden çıktığımda o arayıp geldiğini söyledi. Gerçi buluşma saatimize daha vardı ama beklettiğimi düşünerek hızlandırdım yürüyüşümü. Yol boyu da ilk karşılaşma anını zihnimde kuruyordum. Birbirini hiç görmemiş, yalnızca sanal dünyada birkaç yazı sonrası oluşan kanaatlerle görüşmeye karar vermiş iki kişiydik. Tanıyacak mıydık hemen birbirimizi, o kısım kolaydı ya sonrası. Bir-iki hatır cümlesinden sonra sessizlikleri mi paylaşacaktık, çay kaşığı şıkırtısı mı eşlik edecekti sıkıntımıza, herbirimiz diğerinin "Artık kalkalım mı?" demesini mi bekleyecektik? Hasılı bir sürü soru vardı kafamda. Bu tarz buluşmaları yıllar sonra lise arkadaşlarımla da yapmıştım ama bir göz rengi, bir gülüş, bir mimik hiç sıkıntı çekmeden tanıtmıştı karşımdakini bana ve konuşacak konu bulamasak da geçmişin anıları yeter diye düşünmüştük. Bu defaki farklıydı, geride ıssız bir boşluk vardı. "İleriye bakalım" diyerek sıklaştırdım adımlarımı. Yolda yakama kırmızı karanfil mi taksaydım diye düşündüm yıllar önce babama yaptığım öneriyi hatırlayarak. Babam 30 yıl kadar sonra mezuniyetinden beri görmediği birkaç lise arkadaşıyla buluşacak olmuş, "nasıl tanıyacağız biribirimizi" yollu endişelerine çözüm olarak yakasına kırmızı karanfil takması önerisi getirmiştim. Ben ciddiydim aslında ama babam kaale almamıştı teklifimi. Şimdi aynı şeyi kendim yapsam ne komik olur diye geçirdim aklımdan, hatta saçıma takmalıyım karanfili ki daha havalı olsun, Çınar beni İspanyol dansözü falan sansın diye kıkırdayarak uılaştım sonunda buluşacağımız pastaneye. Çınar'a bahsetmedim yoldaki düşüncelerimden, şimdi burada okuyacak. İçeri girmeden telefon edip giysisinin rengini öğrendim, kendiminkini söyledim, zaten kapıdan girer girmez de hemen gördüm. Ohoo, biz tanışıyormuşuz zaten, teşrifata falan gerek kalmadı. Bir muhabbet, bir muhabbet, ne çok konumuz varmış paylaşacak. Buluştuğumuz, benim çok sevdiğim, Çınar'ın da çok sevdiğini öğrendiğim Akman Pastanesi, benim çocukluğuma ve ilk gençliğime, Çınar'ınsa yeni evlilik yıllarına mekan olmuş Yenimahalle, oğullarımız, ailelerimiz, aynı yıl, çok yakın tarihlerde aynı lanet hastalıktan yitirdiğimiz annelerimiz, zevklerimiz ve daha bir sürü şey. Konuşkanımdır genellikle, mevzu bulmakta zorlanmam ama ilk karşılaşmalar biraz tutukluk yapar ne yalan söyleyim. Bu defa hiç öyle olmadı, blog dünyası bizi çoktan arkadaş yapmış bile. Hasılı güzel bir arkadaşlığın temelini attık, dilerim devamı gelir.

Sevgili Çınar, sıcaklığın ve geçirdiğimiz birkaç güzel saat için çok teşekkürler. Dilerim dostluğumuz hep devam eder...

Not: Yukarıdaki resim buluşmamızı temsilen tarafımdan paintte çizilmiştir.

ANILARDA KALAN GENÇLİK PARKI


Yaşlanıyorum galiba, ne görsem, neyin önünden geçsem hemen geçmişle bağlantı kuruyorum. ama ne yapayım herşey o kadar hızla değişiyor ki bir önceki yıl olan birşeye bu yıl rastlamayabiliyorsunuz, ya da o kadar değişmiş oluyor ki tanıyamıyorsunuz.

İki-üç gün önce arkadaşlarımla buluşmak için yolun belirli bir bölümünü yürümem gerekti. Yokuş aşağı inerken gözüm sağ tarafta uzanan Gençlik Parkı'na kaydı, gördüklerime şaşırıp kaldım. Havuz dolmuştu, hatta fıskiyesi bile çalışmaya başlamıştı. Seviniverdim birden, eski bir dosta kavuşmuş, kaybettiğim bir eşyamı bulmuş gibi oldum. Kafamda dönüşte uğrayıp gezme düşüncesiyle gittim arkadaşlarımın yanına ama onlardan öğrendiğime göre Ağustos sonu olacakmış açılışı, şimdi ziyaretçi kabul etmiyorlarmış.

Gençlik Parkı; kimbilir kaç kuşağın anılarında silinmez izler bırakmış, çocukluğumun büyülü parkı, gençliğimin kalp çarpıntısı, yeni bir hayata attığım imzanın şahidi...

Ulus kapısından girerdik içeriye ellerimizde nevale dolu filelerle. İki yanlı uzanan devasa atkestanesi ağaçlarının gölgelediği yolda sekerek giderdim bir an önce Lunapark'a ulaşmak hevesiyle. Karanlık çökmüşse gazinolarda program başlamış olurdu. Japon Bahçesi'nin yanından geçerken Bedia Akartürk'ün şakrak sesi gelirdi: "Nerde kaldın Bedia/Aklım aldın Bedia/Derde saldın Bedia/Ah Bedia Bedia" . Üzeri sarmaşıkla kaplı, kıvrılarak uzayan kemerli yoldan geçer Gençlik Parkı'nı Lunapark'a bağlayan köprüye gelirdik. Anneannem devreye girerdi burda, onu daha da sempatik yapan tipik İç Anadolu şivesiyle "Lunapark'ta nideceez uşaak, şurda gölün kıyısında oturalım serin serin". Ödüm kopardı anneannemin dediği olacak diye, babam yüzümün düştüğünü görür, "Lunapark'a, Lunapark'a göl kıyısında dönüşte otururuz" diyerek neşemi yerine getirirdi. O büyülü kapıdan içeri girip yere döşeli çakılları çatırdata çatırdata yürür, gözlerim oyuncaklarda bir an önce bir yere yerleşmeyi beklerdim. Genellikle "Lunapark Aile Çay Bahçesi"ne otururduk, hemen bitişiğinde çarpışan arabalar, arka tarafında da "Lunapark Aile Gazinosu" vardı. Semaver ısmarlanır, nevaleler açılır, benim "Hadi ama Bugi Bugi'ye binelim" mızıldanmalarıma anneannem kaşlarını çatıp cıkcıklayarak cevap verirdi. Ne yapar eder babamı kandırırdım. Çay demini alana kadar bir fasıl Bugi Bugi, bir fasıl Uçak, bir fasıl Çarpışan Araba yapılıp dönülür, keyifle yemekler yenilir ikinci parti eğlence başlardı. İp çekmeye bayılırdım, genellikle yakalara takılan balina çıkardı bana, bir kere bile işe yarar birşey çekemedim. Yanıp sönen renk renk ışıklar neşe verir, oyun aletlerinin gürültüsü, onlara binenlerin çığlıkları (bilhassa dönme dolap en üste çıktığında artardı çığlıklar), gazinodan gelen ekolu şarkı sesleri, hedefi vurmaya çalışan kuru-sıkı tüfeklerin patlamaları en güzel şarklardan daha güzel gelirdi kulağıma. Gecenin sonunda yorgun, uykulu ama mutluluktan sarhoş dönerdim eve.

Bazen gazinoya gitmek amacıyla gelirdik Gençlik Parkı'na. Üç tane aile gazinosu vardı; Lunapark Aile Gazinosu, Yazar Aile Bahçesi ve Japon Bahçesi. Kısıtlı memur bütçesini bile sarsmayacak kadar hesaplı olurdu fiyatlar, kimleri dinlemedik ki oralarda, Zeki Müren'den Sadri Alışık'a, Nesrin Sipahi'den Sevim Tuna'ya, Erol Büyükburç'tan Gönül Turgut'a kadar. Behiye Aksoy her yaz gelirdi, bir milletvekilinin onun için yazıp bestelediği söylenen bir şarkıyla açardı programını:
"Bende aşk tükendi, ateşim yanmaz/Bu ateş küllendi, beni de yakmaz/Çağırsam faydasız, gelsem de olmaz/Gelemem meleğim, geç bu sevdadan". Güzel günlerdi, huzurlu günlerdi, krizsiz, kavgasız günlerdi, bir daha gelir mi o günler?

Yaş büyüdü, gençlik başımızda duman oldu, okuduğum fakülte yakındı Gençlik Parkı'na, sık sık giderdik. Bu defa Opera Kapısı'ndan, yanında meşhur Solmaz-Kılıçtepe Karakolu'nun olduğu kapıdan girerdik. Ortadan şelaleler halinde dökülen suyun yanındaki basamaklardan inip iki yanlı heykellere bir selam çakarak devam eder ağaçlar arasındaki kır kahvelerinden birine oturur, çay-kahve içip sohbet ederdik. Olaylı yıllardı, okullar perişan. Kimi zaman toplanır giderdik, buluşma yerimiz yine Gençlik Parkı olurdu.

Zaman geçti, Gençlik Parkı'nın hayatımdaki yeri bitmedi. Bir yağmurlu sonbahar sabahı gelinlikle girdim kapısından, bir zamanlar Göl Gazinosu olan nikah salonunda "Evet" deyip elimde nikah cüzdanıyla çıktım. Her gelinin poz verdiği kavisli köprüde fotoğrafım yok benim, yağmur engel oldu.

Sonraları oğlum sürdü sefasını Lunapark'ın, göldeki kayıkların, minicik vagonlu, şirin Mehmetçik treninin. Şişman'ın dondurmasına yetişemedi bizler gibi ama pamuk şekerler, kozhelvalar yedi.



Bir süre sonra tadı kaçtı Park'ın, rağbet görmez oldu, eski ışıltısını yitirdi, uzun yıllar gitmedim. İki sene önce merak edip girdiğimde ise neredeyse ağlayacaktım, havuz boşalmış, kayıklar parçalanmış, sular kurumuş, heykeller yokolmuş, toz-toprak, adeta ölü bir şehir. Umutla bekledim yeniden dirilmesini. Ondandır havuzu dolmuş, fıskıyeyi çalışır görünceki coşkum. Ağustos sonunu bekliyorum, gidip göreceğim, hayallerimdeki parktan birşeyler bulacak mıyım, yoksa o da mı karışacak yitikler arasına...

Siyah-beyaz fotoğraf Facebook Eski Ankara Fotoğrafları grubundan alınmadır.

23 Ağustos 2009 Pazar

EY PAZAR, DARALTTIN BENİ...


Bugün Pazar. "Beni ilk defa güneşe çıkardılar" dememi bekliyorsanız demeyeceğim. Çünkü değil güneşe balkona bile çıkmadım. Tatsız Pazar, hayatımın hiçbir döneminde sevmedim. Ne öğrenciyken, ne çalışırken ne de şimdi. Ruhsuz, amaçsız, sıkıcı ve yorucu gün. Ben Cumartesi insanı oldum hep, eskiden en sevdiğim gün oydu, şimdi Pazar hariç hergün.

Daha Pazar sabahına uyanırken ruhum daralır. Çocukluktan kalma içgüdüsel birşey bu sanırım. Hemen her Pazar günü annemin "Haydi kalkın, herkes yorganını söksün" seslenişiyle açardık gözümüzü. Nevresim mi var o zamanlar, "yorgan kaplamak" diye bir eylem mevcuttu. Tabii bunun tersi de "yorgan sökmek"ti ve yatağımızdan çıkıp yüzümüzü bile yıkamadan hatır hatır yorganın iplerini koparmaya başlardık, arada uyarılırdık: "İpleri koparmadan sökün, uzun kalsın, yeniden kullanırım kaplarken". Bir nevi yaşam biçimiydi galiba o kuşağın tutumluluk, iki sap ipte bile dikkat edilen. Yorgan sökülüp biter, uykulu gözlerle kalkılır yataktan. Kahvaltı faslından sonra banyo ve çamaşır işkencesi başlar. Durmadan odunla beslenmesi gereken banyo kazanı, ikinci kovadan sonra buz kesen su, deterjan kokusuna eşlik eden radyodan yükselen uğultulu maç sesi, dağınık bir ev, pazardan alınıp getirilen sebze ve meyvelerin yayıldığı bir mutfak. Ertesi güne yetiştirilmesi gereken ödevler, belki yazılı sınav. Ayy, şimdi bile ruhum daraldı... Pazar kabusu bitsin, ertesi gün okulda çalışmadığım dersten sözlüye bile kalkmaya razı olurdum.

Artık yorgan söküp kaplamak, termosifon yakıp çamaşır yıkamak, suyun soğuması derdi falan kalmadı. Banyo günü rutinimizden kalktı, sabah akşam duşta herkes. Ha, maç sesi radyo yerine TV'den gelmeye devam ediyor meraklısı olan evlerde, bizde öyle bir sorun da yok. Çocukluğumdaki o eziyetten dolayı aldığım bir kararla ev kokuyor olsa bile Pazar günü temizlik eylemine girişmedim. Semt pazarımız hafta içi, ödev falan da kalmadı; ilkokul, ortaokul, lise, üniversite bitti, üstüne çalışma hayatı da bitti. Hatta evdeki evlat için bile böyle bir dert kalmadı. E, ben bu Pazarları hala neden sevmiyorum peki?

Foto alıntı: Wow Turkey

22 Ağustos 2009 Cumartesi

SOMURTUYORUZ


Öğleden sonra bir arkadaşıma gitmek üzere çıktım evden. Hava sıcak, metro istasyonuna kadar yürümem lazım, süne süne gidiyorum. Karşımdan gelenlerin de benden farkı yok, omuzlarını düşürmüş geliyorlar. Ben yürüdükçe bir müzik sesi de benimle birlikte yürüyor. Arabesk, ağlak birşey, neden sonra farkediyorum sesin önümden giden şişman adamdan geldiğini. Elindeki cep telefonunun müziğini açmış sonuna kadar, hem dinliyor, hem gidiyor. Oh ne güzel, herkes onun sevdiği müziği sevmek zorunda ya, yapsın yayınını sokaklara. Sinir oluyorum çalan şarkıya, kaldırım değiştiriyorum. Küçük kamyonetinin içinde çiçek satan adam her zamanki köşesine konuşlanmış, terini silerek müşteri bekliyor, çiçekleri gözümle okşayarak yürümeye devam ediyorum. Üstgeçidin daimi sakinleri yerlerindeler. Yan apartmanın kapıcısının karısı haşlanmış mısır kazanının başında, tanesi 1 lira. Kızı da yanında, 11-12 yaşlarında kavruk ama uyanık bir kız bu. İncik boncuk satan tombul cüceyle ağız dalaşına girmiş yine. Her geçişimde çengir çengir kavga ederken görürüm onları. Boncuk yaygısının üstünde yeni çeşitler var, bir de renk renk plastik gözlükler. Üstgeçitin sakinleri 2-3 yılda bir değişir. Boncukçunun yerinde 2 sene önce çok şişman, sakat bir adam vardı, oturduğu yerde kağıt mendil satardı. En önemli aksesuarı birkaç günde bir rengi ve modeli değişen pilli radyolarıydı, sürekli çalardı. Birileri mi verirdi, kendi mi alırdı hiç öğrenemedim. Sonra kayboldu, yerini bu cüce boncukçu aldı. Bir de keman çalan çok yaşlı amcamız vardı. Merdivenlerin üst köşesine yerleşir kemanı gıcırdatarak sürekli şimdi unuttuğum bir şarkıyı çalardı. Teneke sesinden beter çıkardı ses ama amca üstgeçidin alamet-i farikasıydı, rağbet görür, önüne serdiği mendil hiç boş kalmazdı. 3-4 yıldır yok, öldüğünü düşünüyorum.

Sonunda istasyona ulaşıyor, metroya binip biryere oturuyorum, fazla kalabalık değil vagon. Tren hareket eder etmez önümden koşarak bir çocuk geçiyor. Bakıyorum, 7-8 yaşlarında tombul bir oğlan çocuğu. Dizlerinin altına inen bol penye bir şort ve üzerinde çizgi kahraman "Ben 10" çıkartması olan bir t-shirt giymiş, rahat, gamsız koşturup duruyor. Yuvarlak bir yüzü, tombul yanakları, dik saçları ve inanılmaz güzel bir gülümsemesi var. Bu gülümseme arada kahkahaya dönüşüyor. Eliyle koluyla garip hareketler yapıyor, göğsündeki kahramanı, Ben 10'u taklit ediyor muhtemelen. Vagonun bir ucundan hızla koşarak öbür ucuna gidiyor, orada yere oturup etrafa bakınıyor. Sonra kalkıp tavandan sarkan plastik tutamaçlara asılıyor ve onların yardımıyla borunun üstünden kaymaya çalışıyor. Sonra vazgeçip tekrar hızla koşarak kendisini ikaz eden annesinin yanına gidip onu öpücüklere boğuyor. An geçmiyor tekrar görünmez düşmanlara yumruklar savurarak koşturup vagonun öbür ucuna gidiyor. Bütün bunları yaparken yüzündeki geniş gülümseme hiç solmuyor. Annesinin azarlarını dinlerken bile gülümsemeye devam ediyor. Bayılıyorum çocuğa, bulaşıcı bir hastalık gibi gülümsemesi benim yüzüme geçiyor, sürekli onu izliyor ve gülümsemeye devam ediyorum, kapıp kucağıma oturtmak, koca kafasını okşayıp dik saçlarını karıştırmak geliyor içimden, nasıl mutlu bir çocuk bu...

Sonra başımı kaldırıp vagondaki insanlara bakıyorum, benden başka hiçkimse çocukla ilgili değil, hatta çocuğun farkında bile değil. Karşımdaki saçları ağarmış, 40'lı yaşlarının sonuna yaklaşmış gibi görünen adam kendisine su damlası kadar benzeyen, ergenliğinin başında, bıyıkları gölgelenmeye başlamış oğluyla muhabbette. Sağımdaki kadın derin bir uykuya dalmış, solumdaki adam küçük diline varıncaya kadar göstererek esniyor. Çaprazımdaki 15 yaşlarındaki başı örtülü kız heykel hareketsizliğinde, gözlerini karşı cama sabitlemiş oturuyor. Herkes asık suratlı, herkes bezgin, herkes kayıtsız. Tombalak oğlan ve benden başka gülümseyen yok, hoş beni gülümseten de kendini "Ben 10" sanan velet. İnsanlara bakınca ayıp birşey yaptığımdan kuşkulanıyor ve ağzımı toparlıyorum, neredeyse özür dileyeceğim vagondakilerden gülümsediğim için. Şimdi ağzı kulaklarında olan sadece tombalak, o da bir sonraki istasyonda indiriliyor annesi tarafından itile kakıla, yoksa seyahate devam edecek. İner inmez de sekmeye başlıyor aynı gülümsemeyle istasyon merdivenlerinde. Çocuk inince vagonun ışıltısı sönüyor. Somurtuyoruz, somurtuyoruz...

MAKYAJ ODASI ŞARKILARI


Genellikle gittiğim yerlerden anı kabilinden ufak tefek birşeyler alırım. Sözkonusu İstanbul olunca kapsam biraz genişledi, anmalık objelerin yanına içinden İstanbul geçen bir kitap ve bir CD eklendi. Geçen gelişimde de yapmıştım bunu, Selim İleri'nin İstanbul Kitapları serisinden "İstanbul, Hatıralar Kolonyası" kitabı ile Vedat Sakman'ın konser kayıtlarını içeren bir CD almıştım. Kitap Teşvikiye, CD Ortaköy kökenli idi. Bu defa her ikisi de Kadıköy'den alındı. Kitabın adı "Avrupa Saraylarından Yıldız'a: İstanbul'da Bir Hoş Sada", yazarı Anna Grosser Rilke. Alman kadın piyanist A.G. Rilke'nin (ki kendisi ünlü edebiyatçı Rainer Maria Rilke'nin kuzeni olurmuş) eşinin görevi nedeniyle geldiği İstanbul'da, Osmanlı saraylarındaki yaşamını kendi ağzından anlatıyor. Henüz okumadım ama ilginç bir öykü olduğunu düşünüyorum.

CD'yi ise evinde kaldığım arkadaşımın arabasında dinledim ilk kez ve çok hoşuma gitti, hem arkadaşımı, hem İstanbul'u hatırlatacak bundan daha iyi birşey olamaz diyerek aldım kendime de bir tane. Albüm'ü Suzan Kardeş yapmış, şarkıların bir-ikisini kendi söylüyor, diğerlerini ise makyözlüklerini yaptığı sanat dünyasının (müzik dışında) ünlüleri yorumlamış. Suzan Kardeş bazı şarkılara eşlik etmiş, bazılarını ise yorumcu tanamen kendi söylemiş. 18 şarkıdan ilki ve sonuncusu Suzan Kardeş'in sesinden, diğerlerinde ise Nejat İşler, Demet Akbağ, Yasemin Yalçın, Cem Yılmaz, Halil Ergün, Haluk Bilginer, Olgun Şimşek, Oya Başar, Yılmaz Erdoğan, Meltem Cumbul, Şebnem Sönmez, Özgü Namal, Güven Kıraç, Erkan Can, Fikret Kuşkan ve Sezen Aksu'yu dinliyoruz. İlginç bir albüm olmuş. Benim favorim Şebnem Sönmez, Yasemin Yalçın, Demet Akbağ, Nejat İşler ve Meltem Cumbul'un yorumları oldu ama bu demek değil ki diğerleri iyi değil. Hepsi elinden geleni yapmış. En başarısız bulduğumsa kendisini çok sevmeme rağmen Cem Yılmaz'ın okuduğu "Ah Bu Gönül Şarkıları" oldu, fena halde vurgulama hataları var ve müzik otoritesi olmasam da detone olduğunu anlayabiliyorum, yine de renk katmış. Şebnem Sönmez dizideki rolüyle uyumlu Boşnakça bir şarkı söylemiş ama nasıl güzel söylemiş. Yasemin Yalçın'ın külhanî ve arabesk yorumu süper ötesi, Demet Akbağ söylememiş canlandırmış bence, Meltem Cumbul'un "Gönül Yarası" filmindeki aynı dingin sesi insanın içine işliyor, Nejat İşler'se o kimseyi takmayan cool havasıyla neylerse güzel eyliyor.

Naçizane tavsiyem; alın bu albümü, çok sevecek ve uzun süre bıkmadan dinleyeceksiniz...

21 Ağustos 2009 Cuma

RAMAZAN


Zaman ne kadar çabuk geçiyor, dünya dönüşünü mü hızlandırdı, biz mi yaşlandık bilemiyorum ama sanki daha bir-iki ay önce oğluma haftada bir güllaç yapıyordum. Bizim için Ramazanın en tipik belirtisi market raflarında envai çeşidi satışa sunulan güllaçlardır. Evde sık sık yaparım, yapma fırsatım olmadıysa da değişik pastanelerden satın alıp lezzet testi yaparım. Başlarız yakında imalata.

Öncelikle Ramazan'ın tüm insanlık için hayırlara vesile olmasını diliyorum. Umarım insanlar bu bir ay boyunca yalnızca midelerini değil ruhlarını da terbiye etmeyi başarırlar.

Epey bir zamandır eski Ramazanları özlüyorum; bu kaybettiğim yakınlarımı, anneannemi, annemi, bir şekilde hayatıma karışıp sonra kanatlanıp gitmiş insanları özlemek gibi birşey. Çocukluğumu, herkesin daha kalender, daha kanaatkar, daha hırstan arınmış olduğu günleri özlemek gibi birşey. Yaşadığım eski semtleri, eski evleri, eski eşyaları özlemek gibi birşey.

Annemin Ramazan ayına has spesiyali “Sucuk İçi Köfte” idi. Sahura kalkmak, gece yarısı yemek yemek çok zor gelirdi anneme. Canı kahvaltı dışında bir şey çekmezdi. Sürekli kahvaltıdan bıktığı için değişiklik olsun diye Sucuk İçi Köfte yapardı sık sık. Lezzetli olmasına lezzetli olurdu da, içindeki sarmısak ve tuz ertesi gün insanı fena halde susatırdı. Buna rağmen vazgeçilmezdi annem için, günaşırı, kimi zaman her gece pişirirdi. Gece yarısı mutfaktan gelen sarmısaklı kokuyla uyanır, yarı uyur yarı uyanık yüzümüze su çarpar, bir an önce yesek de yatsak duygusuyla önümüze konanları didikler dururduk. Severdim ramazanları, iftar zamanı evde yaşanan telaş, radyodan yükselen Kur’an sesi, ahlaki ve dinsel temalı sohbetler, tok bir sesin her akşam yinelediği Yunus Emre dizeleri:

“Ben gelmedim dava için

Benim işim senin için

Gönüller dost eli için

Gönüller yapmaya geldim."


Derken spiker: “Ankara için iftar saatini veriyoruz.” derdi. Ezan sesiyle pencereye koşar ve anneannemin deyimiyle tespih çeksin diye yarım saat önceden hazırlanmış sofranın başında bekleyenlerin erken davranmaması için camiin şerefelerindeki ışıkların yanıp yanmadığına bakardım. Bizimkiler ellerini zeytin tanesine ya da çorba kâsesine uzatırken aynı tok ses tekrar duyulurdu: “Tanrım, sana sundum elim, sensin kerîm, sensin rahîm. Senin verdiğin rızkla orucumu tuttum, senin rızkın ile orucumu açtım. Hamdolsun verdiğin nimetlere, sağlık ve afiyete. Ey bağışlaması bol Rabbim, beni, ailemi, milletimi, inananları koru, rahmetini ve bereketini esirgeme üstümüzden, senin her şeye gücün yeter. Âmin.”

Anneannem çorbasını bitirir bitirmez sofradan kalkar, akşam namazına dururdu. Babamın, “Ana, gel, namaz kaçmıyor, sofrayı bekletme” seslenmelerine duayı yüksek sesle okuyarak, “Sen karışma” demeye getirir, seccadesini toparlayınca da kaldığı yerden yemeğine devam ederdi. Kimi zaman çok acıktıysa ya da dalgınlığına gelmişse ezan okunmadan orucunu açıverirdi, hatasını fark edince de kızarır, “Ni’diyim anam, Kâbe’de ezan okunmuştur nasıl olsa” diyerek kendini savunurdu.


4 blokluk bir sitede oturuyorduk. Ortadaki blok diğerlerinin gri rengine karşılık ayrıksı bir sarı renkteydi, "Sarı Blok" tu o herkes için, diğerleri gibi A, C, D harfleriyle anılmazdı. Ramazan gelince "Sarı Blok"un yöneticisi bodrum kattaki kocaman kömürlüğü temizletir, zemini kilimlerle kaplatır ve "Teravih Namazı Mekânı" olarak sitenin ortak kullanımına sunardı. İftar sonrası seccadesini kapan yorulmadan, evlerinin yakınındaki geçici namaz yerine teravih kılmaya giderdi. Şimdi düşününce ne kadar takdire şayan bir davranış olduğunu anlıyorum bunun. Kimse kimsenin inancından şüpheye düşmezdi o zamanlar, ne namaza gelmeyen eleştirilirdi, ne camiden çıkmayan. Komşuluk ve dayanışmaydı esas olan.


Artık ne o komşuluklar kaldı ne de eski Ramazanların tadı. Herşey giderek yozlaşıp kirleniyor. Bu yüzden davulcular hala çalsın istiyorum sahurda, uykumu bölse de. Oruç tutamasam bile iftar davetleri vermek, iftar davetlerine gitmek istiyorum. Güllaçlar hazırlamak, hurmalar almak, annemin yaptıklarının tadını tutturamasam da sucukiçi köfteler pişirmek istiyorum. Çocukluğumdaki gibi arife oruçları tutmak, babama nazlanıp pastalar, çikolatalar, muzlar yemek istiyorum iftarda. Ne kadarını gerçekleştirebilirim bilmiyorum ama bozulmamış, yozlaşmamış değerler kuşaktan kuşağa geçsin istiyorum pek umudum olmasa da.


En iyisi yarın güllaç yapayım ben...


Fotoğraf: Sultanahmet Camii 2006

Not: Bu postun yazı tipi ve boyutunda bir gariplik oluştu, düzeltemedim, idare edin artık.

20 Ağustos 2009 Perşembe

BLOG ÖDÜLÜ


(http://nefisseyler.blogspot.com) Nefise'cim, minik kuşum Zuzu'cum (http://miyozu.blogspot.com) ve (http://gulentezer.blogspot.com/) çılgın Gülen'cim bana bu ödülü layık görmüşler. Üçüne de çok teşekkür ediyorum, onlara sevgilerimi gönderiyor ben de tüm blog arkadaşlarıma yolluyorum ödülü...

DAVULCUNUZU TANIYIN


Malum, Ramazan geldi çattı, herkes iyi-kötü hazırlıklarını tamamladı. Davulcumuz da bu kervana katılanlardan. Dün posta kutusunda bunu bulduk, ilân mı diyelim, uyarı mı, hatırlatma mı? Her ne ise, dediklerine uyacağız. Yok öyle, ben Niğdeli Murat'ın babasıyım, dayısıyım, kardeşinin kayınçosuyum. Önce kimlik, hem de vatandaşlık numarası olanından, rastgele tanıtım belgesi kabul edilmez. Ararım valla Murat'ı yapar gerekeni, hemşerime yok öyle üçkağıt...

Bu vesileyle bol davul sololu Ramazanlar dilerim, çok kötü çalsalar da onlarsız olmuyor. Bir nevi nostalji. Eh, Ramazan davulcusu olarak Okay Temiz çalamayacağına göre elimizdekiyle idare edeceğiz artık. Kalın sağlıcakla...

İSTANBUL DEDİK DE ÖZENDİK GELDİK...


Hani bir şarkı vardı; Aziz Nesin'in harikulade eserinden tiyatroya ve TV'ye de uyarlanan "Yaşar Ne Yaşar, Ne Yaşamaz" oyununda Yaşar Yaşamaz'ın söylediği:
"İstanbul dedik de özendik geldik
Kaldırım taşına uzandık kaldık
Canımızı verdik, az çok kazandık
Onu da elimizden aldın İstanbul"
diye. Onca kediyi görünce İstanbul sokaklarında aklıma geldi. Belki dedim kediler dünyasında da vardır böyle durumlar, uydurayım bir öykü...



Şu iki sarışın kardeş mesela, iş bulamayınca memleketlerinde kalkmış gelmişler İstanbul'a ne hayallerle. Ama ne gezer, İstanbul kendi kedilerinin karnını doyurmaktan aciz. O kapı senin, bu kapı benim gezmiş durmuşlar, yokoğlu yok. Sonunda Adalara atmışlar kapağı, istedikleri nitelikte olmasa da aç kalmayacak kadar kapılanmışlar bir yere. Üstteki Heybeli'de bir markette temizlik işi bulmuş. Akşama kadar Vileda'yla sil, çamaşır suyuyla ov, parlat dur. Buna da şükür der, hem market sahibiyle arası iyi, biraz para biriktirince bakarsın ortak bile olurlar.



Diğer kardeşe Heybeli'de iş çıkmamış. O da atmış kapağı Büyükada'ya. Bakmış faytonculukta ekmek var, memleketteki anasına yalvar yakar olmuş. Zaten doğdu doğalı anasının kıymetlisiymiş, öbür eniklerinden ayrı gözetirmiş bunu, kırmamış isteğini, bileziklerini, altınlarını bozdurup yollamış. Hemen kapmış sarışın mırnav bir ticari plaka, kiralamış bir fayton, Büyük Tur, Küçük Tur, taksi fayton derken yolunu bulmuş. Memlekete haber salıp ana bir, baba ayrı küçük kardeşini de çağırmış Ada'ya, bulmuş bir kapıcılık, onu da yerleştirmiş oraya.



Sebat etmiş küçük kardeş, dört elle sarılmış işine. İşi düşen olur da yerinde bulamaz, işten çıkarılır diye bir bardak çay içmek için kahveye bile gitmeden sabahtan akşama kapı önünde bekleyip dururmuş garip.


Herkes bu kadar şanslı olmuyor tabii. Kardeşinin Büyükada'da kapıcılığa başladığını öğrenen ikizi de bir süre sonra İstanbul'a atmış kapağı. Biraz serkeş ruhludur ikiz kardeş, çalışmaya meyletmemiş. Kardeşinin kendine olan zaafını kullanıp ondan kopardığı harçlıklarla gününü gün etmeye başlamış. Bir süre sonra Ada dar gelmiş ikizimize, İstanbul'a geçmiş; Etiler, Kuruçeşme, Bebek, alemlere akmaya başlamış. Kötü arkadaşlar, içki, sigara ve benzeri kötü alışkanlıklar edinmiş. Sonunda ikizini bezdirip, harçlığı kesilince de orda burda takılıp, en sonunda evsiz sokak kedileri kervanına katılımış. Şimdilerde Bebek Kahve civarında bir saksıyı kendine mekan edinmiş, müşterilerin atacağı yiyeceklere talim etmekte.


İstanbul bu, kimilerini süründürürken kimilerine de "Yürü ya kulum" diyor. Yukarıda fotoğrafını gördüğünüz "Muganniye Mırnavses" memleketinde bulaşıkçılık yaparken söylediği şarkıları işiten arkadaşlarının ısrarıyla İstanbul'a gelmiş. Bir süre üçüncü sınıf pavyonlarda programa çıktıktan sonra tesadüfen çalıştığı yere gelen bir gazino patronunun keşfetmesiyle kendini sahnelerde assolist olarak buluvermiş. Kısa zamanda ünü ülkeyi tutan Muganniye Hanım şimdi bir yandan sahne çalışmalarına devam ederken kalan zamanını Kuzguncuk'taki konak yavrusu evinde keyfederek geçiriyor.



Bu iki yavru ise yine taşı toprağı altın İstanbul kurbanı. Aileleri bu söylenceye uyup bırakıp gelmişler memleketlerini. Üç-beş kuruş kazanıp karın doyurmak uğruna ne iş buldularsa yapmışlar. Bu arada çocuklar ihmal edilmiş tabii, o yavrular da atmışlar kendilerini İstanbul sokaklarına. Kimi Selpak satmış, kimi dilencilik yapmış. Zabıta görünce de böyle kuytulara saklanmışlar.



Obez kedimiz Kepçe Usta'ya gelince memleketi Mengen'den gelip bir lokantaya aşçı olarak kapılanmış. Zamanla şansı yaver gitmiş, bir büyük otele başaşçı olarak yerleşmiş. Lakin o kadar oburmuş ki pişirdiği yemeklerin çoğunu kendi yiyince kovulmuş. Hakkındaki olumsuz referanslar yüzünden başka iş bulamayınca biriktirdiği dünyalığıyla Narmanlı Han'da bir çayocağı açmış ve kendisi aşırı kiloları yüzünden hareket güçlüğü çektiğinden memleketten getirdiği yiğenlerini çalıştırmaya başlamış. Ağaç gölgesinde bütün gün yatıp keyfediyormuş ama handaki restorasyon çalışmaları nedeniyle ocak kapanacağı için bu ara biraz dertli. Varı-yoğu satıp Mengen'e geri dönmeyi düşünüyor.

Kediler aleminde durum bundan ibaret. Gökten üç elma düşmüş, biri kedilere, biri bana, biri de okuyanlara imiş ama ben üçünü de İstanbul'a sunmaktan yanayım...

19 Ağustos 2009 Çarşamba

AH GÜZEL İSTANBUL 5


İstanbul'a veda günü gelip çattı sonunda. Otobüsüm öğleden sonra kalkacaktı, sevgili arkadaşım, canım ev sahibim yarım günümü de değerlendirmek istedi ve Yeşilköy'e uzandık birlikte. Arabadan iner inmez gözüme çarptı bu ahşap konak. Kocaman bir "Satılık" levhası vardı üzerinde kimbilir ne zamandan beri asılı duran. Başını dimdik göğe uzatmış eski itibarlı devirlerinin özlemiyle yıkılacağı günü bekliyordu sanki. İçim acıdı.


"Röne Park" a girdik sonra. Gelirken aldığımız poğaçalar ve çayla yeşillikler arasında denize karşı son gün kahvaltısı yaptık. Geçen yıl bir kitap okumuştum; Stella Aciman'ın yazdığı "Bir Masaldı Geçen Yıllar". Bir Yahudi ailesinin öyküsüydü ve olayların bir kısmı Yeşilköy'de geçiyor, Röne Park'ın adı da sık sık anılıyordu. Merak etmiştim nasıl bir yer olduğunu, gördüm merakımı giderdim. Deniz kenarı, yeşillik bir park, tavus kuşları, tavuklar, güvercinler ve bir sürü başka hayvan. Semtin içinde nefes alınacak güzel bir mekan.


Kahvaltı sonrası sahile inip yürüyüş yaptık, kıyı boyunca yeşil bahçeler içinde güzel evler var. Bir de kocaman tabela, üzerinde "Burada denize girmek tehlikeli ve yasaktır" yazıyor. Gelgelelim insanların bundan çıkardığı anlam farklı olsa gerek ki hayli kalabalık bir grup çoluk çocuk yüzüp güneşlenmekte idi. Her zamanki "Türk'e birşey olmaz" mantığı. Ne diyeyim, Allah ıslah etsin.


Sahilden iç kesime geçtik sonra ve gördüğüm manzara güldürdü beni, kel başa şimşir tarak hesabı. Belediye çöp konteynırlarını halıfleks benzeri yeşil bir madde ile kaplayıp çevreye uyumlu hale getirmişti güya ama alttan süzülen pis kokulu çöp sularına karşı hiçbir tedbir düşünülmemişti ne yazık ki.


Kilise önünde durup fotoğraflar çektik. Alınlıktaki nişlerin içine yerleştirilmiş heykeller hayli etkileyici idi, bahçedeki ortancalar da iç açıcı.


Güzel ve bakımlı köşklerin yanısıra harap ve bakımsız konaklar da vardı ara sokaklarda. Yeşilköy ne mutlu ki hala o sakin sayfiye havasını yitirmemiş. Eski ismi Ayastefanos olan semte şimdiki adını Halit Ziya Uşaklıgil vermiş. Sokak adlarında da kimi zaman ünlü isimlere rastlanıyor. Osman Nihat Akın bunlardan biri, çok sevdiğim bestecinin adını sokak tabelasında görünce başlıyorum en sevdiğim şarkısını söylemeye:

"Güzel bir göz beni attı, bu derin sevdaya
Benziyor şimdi benim ömrüm uzun rüyaya
Yari karşımda görmezsem dalarım hülyaya
Benziyor şimdi benim ömrüm uzun rüyaya"

Yeşilköy Aile Pansiyonu'nun önünden geçiyoruz sonra, Av Köşkü olarak inşa edilen 120 yıllık güzelim yapıya hayranlıkla bakıyorum. Gönlüm daha uzun yıllar direnmesini diliyor.

Otobüsümün vakti yaklaşıyor, ayrılıyoruz Yeşilköy'den. Beş gün rüya gibi geçti, en kısa zamanda tekrar görüşmek üzere elveda İstanbul diyorum. Bana en güzel zamanları geçirten sevgili arkadaşlarıma binlerce teşekkür, bu gezinin anıları zihnimin en nadide köşesinde saklanacak.

Benden bu kadar arkadaşlar, sabrınız için minnettarım...

18 Ağustos 2009 Salı

GÜLE GÜLE NEZİHE MERİÇ...


Nezihe Meriç'i de kaybettik. "Korsan Çıkmazı" ıssız kaldı. Edebiyat dünyasında yaprak dökümü var. Mekanı Cennet olsun, eserleriyle yaşasın...

AH GÜZEL İSTANBUL 4


İstanbul'da sondan bir evvelki günümü Anadolu yakasına ve yeme-içmeye ayırdık arkadaşlarla (Bugüne kadar aç gezdik ya, yazık bize). Her ne kadar Çınar'ı ikna edemesem de tatilde yenen şeylerin kilo yapmadığını söylemiştim, o yüzden gönül rahatlığıyla geçtik Kadıköy'e, Çiya Sofrası'na, yöresel tadlar denemeye.


Çok ısrar etti ama çiçek almadık, hatırı kalmasın bari fotoğraflayıp meşhur edelim dedik. O da gönüllüymüş yüzü gülmese de poz verdi. Kadıköy Çarşısı'na daldık sonra ve Çiya Sofrası'nda birbirinden ilginç yemeklerin arasından "Ya şundadır, ya bunda" diyerek seçimimizi yaptık. Zehra öğretmenim, kulaklarınız çınladı mı?



Bu benim seçimim; Antakya yöresinden "Kabaklı yoğurt çorbası". İçinde yoğurt, yarma, nohut, kabak ve minik köfteler var. İçine yoğurt giren her çorbaya bayıldığım için bunu da büyük bir zevkle kaşıkladım.


"Felafel"i ortaya aldık, hep birlikte tattık, süperdi.


Arkadaşlarım "Fellah Köftesi" ve "Semsek" yemeyi tercih ettiler.


Bu tabak salata büfesinden seçildi. Kuru biber ve patlıcan dolması, yaprak sarma, "Zahter" ve "Murç" (sakız ağacı sürgünü) ve patlıcan salatası, "Kaya Koruğu Turşusu"ndan oluşma bir karışım.


Ve ortaya tadımlık tatlılarımız: Kaymaklı Ceviz, Kuru Domates ve Yeşil Zeytin Reçelleri ya da tatlıları diyelim.

Biraz fazla gibi görünüyorsa da kişi başına hesaplayınca makul miktarlarda yedik aslında ama genellikle bulgur, nohut ve yoğurt ağırlıklı olunca şişirdi ve uykumuzu getirdi haliyle. Çarşı içinde dolaştık bir süre, sonra da bir taksiye atlayıp Fenerbahçe Parkı'na yollandık.


Deniz kenarındaki cafelerden birine yerleştik, esen rüzgardan sersemlemiş, yediklerimizden ağırlaşmış bir vaziyette yelken dersi alan minikleri izlemeye başladık. Bir yandan da hazmı kolaylaştırmak için limonlu çaylar yuvarlamaktaydık. Hani bir fıkra var: "Adamın biri ziyafete gitmiş, o kadar çok yemiş ki düşmüş bayılmış. Doktor çağırmışlar, muayene etmiş, bir bardak karbonatlı su verin demiş. Adam gözlerini açmış; "Doktor, doktor demiş, bir bardak su alacak yer olsa midemde 2 dilim daha baklava yerim." Biz çayı gönderip mideyi rahatlattık, fıkradaki adam gibi baklava değil ama planladığımız başka bir lezzete yer açmak için. Bir kez daha tekrar ediyorum, tatilde yenen şeyler kilo yapmaz:) Gönlümü böyle avutsam da eve dönünce bir hafta oruç tutsam yeridir.



Uykuyu dağıtıp yorgunluğumuzu atınca park içinde yürüyüşe çıktık. Güzeldi güzel olmasına da Antalya'nın binbir çeşit çiçekli, ağaçlı parklarından sonra fazla cazip gelmedi bana ama yürüyüş canlandırdı bizi, ikinci Kadıköy seferine hazır hale geldik.


Kadıköy'deki ikinci durağımız Baylan Pastanesi oldu. Arkadaşlarımdan biri özellikle çok istedi oraya gitmeyi, çocukluğunda Karaköy'deki kapanan şubesine çok giderlermiş ve yıllardır da uğramamış Baylan'a. Onunki bir nevi çocukluğa ve anılara yolculuk, bizimki de yeni bir lezzetin keşfi oldu. "Cup Griye" yedik Baylan'da ve hiç pişman olmadık. Benim damak zevkime göre tatlısı biraz fazla olsa da üzerine içilen sade kahve içimizin kıyılmasını önledi. Ayrıca Baylan'ın yıllardır değişmediği belli olan dekoru, menüleri, servis takımları ve cam şişede gelen Taşdelen suyu bile geçmişe sürükledi hepimizi.


Dönüş vakti gelince yerleştik vapurun güvertesine; yıllara meydan okuyan kunt yapısı, doyumsuz güzelliği ve soylu havasıyla Haydarpaşa Garı'na bir selam gönderdik ve hep bu haliyle kalmasını, rant uğruna birilerine peşkeş çekilmemesini diledik.


İstanbul, büyülü şehir... Bir günü daha sonlandırırken kağıttan kesilmiş gibi duran narin silüetine bakıp bizim olduğu için, tüm hırpalamalarımıza dayandığı için teşekkür ettim.

Bitmedi...