.

.
.

31 Mart 2010 Çarşamba

GELDİM, GÖRDÜM, BULDUM


Gerçekten bugün 14.00'de geldim, baştanbaşa yeşillenmiş Antalya'yı gördüm ve balkonumda fotoğraftakileri buldum, tabii bir tarlaya yetecek kadar gübreleriyle birlikte. Sanırım Gülbahar anneye "Baby Shower" partisi yapılmış bizim balkonda; yenilmiş, içilmiş ve bol bol s.ç.lmış. (Güya noktalı yazdım ve kibarlık oldu değil mi?) Emin olun tam 1 saatim balkon zemininden, pencere önlerinden, hasbelkader dışarda unutulmuş bir sandalyeden ve demirlerin üstünden kumru pisliği kazımakla geçti. Fotoğrafta gördüğünüz mıntıkaya uğrayamadım doğal olarak zira fotoğraf çekmek için bile yanaştığımda anne kuş üstüme hızlı bir pike yaptı, bereket hemen kenara çekilebildim yoksa işin içinde gözden olmak vardı. Artık bir müddet doğumhane görevi görecek saksıyı işi bittiğinde imha ederek kurtulacağız atıklardan, duvarlar için de bir çare buluruz elbet, maksat kumrular sağolsun. Fotoğraftaki görünümüne bakmayın öyle minik ki adını "Çiçek" koyduğum yavru, tir tir titriyor kuş gibi. (Buyrun, kuş başka ne gibi titrer acaba?) Gördüğünüz üzere yakında Çiçek'e bir de kardeş gelecek, bakalım yumurtamız ne zaman çatlayacak. Şimdilik Gülbahar hanım azametle kuruluyor üstünde. Bu kumru sülalesinin tamamı bizim tek parmağı eksik evlatlık kuşumuz "Parmaksız Salih"in sulbünden türeme. Dedelerine zamanında fazla yüz verdiğimiz için (biz evde yokken mutfak balkonunun açık kapısından eve girip oturma odasının başköşesine katı atıklarını bırakmak, balkonda kahvaltı ederken masaya konup peyniri didiklemek gibi) bizim evi dedelerinin mülkü bellediler, sülale doğumunu balkonda gerçekleştirdi. Bendeniz de doğum fotoğrafçısı olarak her seferinde olaya tarih düştüm. Hayır bununla kalsa, anaları üç gün sonra basıp gidiyor başka kumrularla oynaşmaya, yuvadan düşen yavruları yerlerden toparlamak, aç kalanları doyurmaya çalışmak, girip çıkıp öldüler mi kaldılar mı diye kontrol etmek de manevi ebeveyn olarak bize düşüyor. Ne diyeyim, zorla kaşındık Salih'i evlat edinerek, torunlarını da koruyup kollayacağız artık.

Bu sefer yol maceram çok flu; yolculuk öncesi yeterince yorgun, gece 3,5 da yatıp 5,5 da ayağa kalktığım için çok uykusuz olduğumdan dolayı Ankara-Antalya arasını sütçü beygiri misali ayakta uyuyarak geçirdim. Ara-sıra kulağıma çalınan Suzan Kardeş'in Balkan Türküleri ile Candan Erçetin'in şarkıları da ninni etkisi yaptı. Antalya'ya bir saat kala biraz ayıldım, baktım heryer yeşermiş, çiçekte ağaç bile kalmamış. Yalnız yolboyu bir dizi çam ağacında "Çam kesesi" denilen lanet hastalığın türediğini görüp çok üzüldüm. O çamlar gitti gider ne yazık ki.

Şehre girdiğimizde çınarlar da dahil bütün ağaçların yapraklandığını, narenciye çiçeklerinin tamamının açıp neredeyse dökülmek üzere olduklarını, mor salkımların güzelliklerinin doruğuna eriştiğini, Kepez'de dün size sözünü ettiğim Kıbrıs Akasyaları'nın sapsarı bir rüya gibi çiçeğe kestiklerini gördüm. Güneş pırıl, hava sıcak bile denebilecek ılıklıktaydı. Lakin mıntıka teftişine ancak yarın çıkabileceğim. Eşyaların taşınması, "Baby shower" artıklarının temizlenmesi, evin alelusül de olsa elden geçirilmesi yol yorgunu bünyemi temelli çökertti, az evvel uyandığım derin bir uykunun kollarına bıraktım kendimi. Şimdi de kalkıp aç karnımızı doyuracak birşeyler hazırlamam lazım. Huzurlarınızdan ayrılırken "Home home sweet home" diyor, başka da birşey demiyorum...

30 Mart 2010 Salı

ANKARA'YA VEDA EDERKEN

Evet, gidiş günümüz kesinleşti. Yarın sabah Abbas yolcu kısmetse. Gecikmenin sayesinde kızkardeşle bir kez daha görüşme fırsatı yarattık ve öğleye doğru buluşup kahvaltı-yemek karışımı bir etkinlik yaptık. Dündenberi Ankara'ya kış geri geldi, bir yağmur, bir soğuk. Mart, Martlığını gösterdi yani, yüzümüzü kara çıkarmadı. Lakin ne kadar çabalasa faydasız, fotoğrafta da gördüğünüz gibi doğa Mart'ı pek ciddiye almamış, çimenler yeşermiş, ağaçlarsa gelin gibi. Burası Milli Kütüphane'nin bahçesi, açmış baharları görünce dayanamadım hemen Japonluğumu gösterdim, yakında fotoğraf makinemi ameliyatla elime monte ettireceğim daha pratik olması açısından.

Kızkardeşle vedalaştıktan sonra dün tamir edildiği iddiasıyla elime tutuşturulan fakat eve geldiğimde içindeki guguk kuşunun hala yuvasını terketmediğini farkettiğim sâbık cep telefonumu tekrar servise bıraktım. Serviste gördüğüm muamele yine gayet kibardı gelgelelim sonuç çıkmıyor. Bakalım bu defa ne olacak?

Eve dönünce bilgisayarda kayıtlı fotoğrafları kurcalarken şu güzellikle karşılaştım. Sarı saçlarını kale burcundan sarkıtmış Rapunzel misali salınan bu ağacın ismi Kıbrıs akasyası. Mart ayının sonuna doğru çiçeklenmeye başlayan ve şiddetli bir yağmur yağıp ponponlarını söndürmezse bir ay kadar çiçekli kalan bu güzel ağacı uzun yıllar Mimoza sanmak gafletinde bulundum. Tamam rengi ve ponponları itibarıyla benziyor ama sonradan keşfettim mimozanın daha kokulu, toplarının daha minik ve yeşil yapraklarının daha farklı olduğunu. Eh, öğrenmenin yaşı yoktur, geç de olsa doğruyu bulduk. Antalya'da çok bulunur bu ağaçtan, hele de Konyaaltı'ndaki koruluğun tamamı çam türleriyle Kıbrıs akasyalarından oluşur, altlarında çok piknik yapmışlığımız vardır zamanında. Sahi, piknik mevsimi de geldi. Şimdilerde yangın tehlikesinden dolayı pek mangallı piknik durumlarına rastlanmıyorsa da Antalya halkı dökülmeye başlamıştır yeşil alanlara. Çocuklar küçükken pikniksiz geçirdiğimiz bir hafta sonu olmazdı arkadaşlarımızla. Mangalda pişirdiğimiz etler yetmeyecek gibi başka yiyecekler de hazırlardık, gider gitmez sele-sepet açılır, oksijenin iyice açtığı iştahla etler pişene kadar kısırları, patates salatalarını, börekleri götürürdük. Etler yenmeye hazır hale geldiğindeyse karnımız çoktan doymuş olur, çoğunu piknik alanının kedi ve köpeklerine ikram ederdik. Baktık yaptığımız pek akıllıca değil et dışında yiyecek götürmemeye başladık. Bu işe en çok löp löp etlere alıştıktan sonra kemiklere talim eden hayvanlar üzülmüştür eminim.

Pikniğe daha ziyade çocuklar açık havada eğlensin diye giderdik ama onlar yaşları biraz büyüdükten sonra pikniği arabanın içine kapanıp müzik dinleyerek yapmaya başladılar. Bize de arabaya servis yapmak düştü, bir süre sonra da gelmez oldular zaten.

Görüldüğü gibi ben daha Antalya'ya gitmeden Antalya havasına girdim. En iyisi burada keseyim de son hazırlıklarımı yapmaya gideyim. Yarın akşam evimden seslenmek dileğiyle sevgilerimi yolluyorum...

29 Mart 2010 Pazartesi

SEPYA MUTLULUKLAR


Gidişimiz şimdilik bir gün ertelendi. Şimdilik diyorum çünkü bu ertelemenin nedeni arabanın serviste çözülecek bir sorunu ile ilgili, dolayısıyla servisin keyfine bağlıyız biraz da. Zaten gideceğimi duyunca dün akşamdanberi Ankara gökleri ağlamaya başlamıştı, pabuç bırakmadım bu duygu sömürüsüne, o da küstü soğuk davranıyor bugün. Ama Allah'ın sopası yokmuş, sen küstürür müsün Ankara'yı dedi, otur bakalım bir gün daha zorunlu sebeplerle. Ben de bu yüzden rölantiye aldım kendimi biraz dinleniyorum, işlerin çoğunu da hallettim sayılır.

Kendime bir kahve yaptım ve annemin ölümündenberi ilk kez eski albümleri açtım. Yürekteki yara kabuk tutmaya başladı galiba artık fotoğraflara sis bulutu arkasından bakmamayı başarıyorum. Yıllar önce ben düzenlemiştim, kapağındaki bakır kabartmaya nargile içen sarıklı bir sakallıya ud çalan cariyelerin resmedildiği albümü. İlk sayfada dolma saçlarının üstüne siyah bir vualet yerleştirilmiş, kucağındaki kocaman çiçek buketini zaptetmeye çalışarak nikah defterine imza atan annemle, yine nikah defterini imzalayan, gerçeklik duygumu sarsacak kadar genç görünen ve Eşref Kolçağa benzeyen babam var. Her ikisi de siyah takımlar giymişler. Nikahı kıyansa Ankara'nın efsane nikah memuru M.üçteba Yetişen. Takibeden birkaç sayfada ise düğün fotoğrafları var. Babam aynı siyah takımı giyerken annem belden büzgülü, uzun kollu, hakim yakalı, kendinden desenli saten bir gelinliğin içinde çok genç ve güzel görünüyor. Kollarında nikahtakine benzer koca bir buket var, kabarık duvağının yan tarafındansa uzun bir tel sarkıyor. Bu tel yıllarca sandıkta durdu, zaman içinde paslanıp atıldı. Gelinliğin kabarık eteği ise seneler sonra şık bir abiye buluza dönüşerek bana kısmet oldu. Şimdiki aklım olsa gelinlik olarak saklanmasında ısrar ederdim. Fotoğrafların çoğu aile fertleriyle çekilmiş toplu görüntüler. Genç sayılacak yaşta ölümünün üzerinden 8 yıl geçmiş küçük dayımı saçları üç numaraya vurulmuş, kısa pantalonlu, afacan bakışlı, esmer bir oğlan çocuğu olarak görmek çok ilginç. Büyük dayımsa bu fotoğraflarda çok komik görünüyor. Üzerine bol gelen bir pantolon ve neredeyse dizlerine inen bir ceket giymiş, kravatı yok ama gömleği boyun düğmesine kadar ilikli. İlerki yıllarda son derece janti, bakımlı ve şık bir adam olacak dayım bu fotoğraftaki haline kendi bile şaşar sanırım. Lise yıllarının başında olmalı, tipik bir ergen görüntüsü sergiliyor. Daha kimler yok ki; yüzünü bile hatırlamadığım dedem, 40'lı yaşlarının başındaki anneannem, kucağında tüylü, kocaman bir başlık giymiş bebek kuzenimi tutan babaannem, demiryolcu üniformasıyla diğer dedem, büyük teyzeler, enişteler, eski ahbaplar, çoğu artık başka bir aleme göçmüş sevgili insanlar. Küçükken bu fotoğraflara bakar ve anneme ısrarla "Ben neredeyim?" diye sorardım. Annemse önünde poz verdiği perdeyi gösterip "Bu perdenin arkasındaydın" derdi. Ben de fotoğraflara bakan herkese bu açıklamayı yapar, perde arkasındaki olmayan varlığımı işaret ederdim.

Benim albümdeki varlığım birkaç sayfa sonra ortaya çıkıyor; Meriç'te, ağaçlıklı ve bol otlu bir mahalde ilk kez eşarbını çıkarıp saçlarını açarak poz vermiş anneannemin kucağında, komik ve dik bir pozisyonda tutulmuş, kabak kafalı, tombul yanaklı, çiçekli elbiseli, beyaz patikli bir bebecik. Anneannemin solunda kruvaze bir ceket giymiş, dalgalı kahkülü gözlerine düşmüş babam, sağındaysa Hollywood yıldızlarına nal toplatacak kadar güzel görünen annem var. Bu benim en sevdiğim fotoğraf olma özelliğini hiç kaybetmedi, evimde de çerçevelenmiş olarak başköşede durur. Sanki fotoğraftan fışkıran elle tutulur bir mutluluk hissi var, bir huzur hali, bir sıcaklık.

Keşke hayat hep fotoğraflardaki gibi olsa. Ya da istediğimiz an istediğimiz fotoğrafın içine girip hayata oradan devam etsek, artık yanımızda olmayan sevdiklerimize dokunsak, eskiyip gitmiş, yokolmuş eşyalarımızı okşasak, küçülmüş giysilerimizi tekrar üzerimize giyebilsek. Ben bu albümleri kaldırayım en iyisi. Yoksa; "Hüzün zaman zaman deli dalgalarla gelir, gönlümün kıyısına vurur" şarkısını söylemeye başlayacağım. Albümlerinizden eski fotoğraflarınız, kalbinizden sevdikleriniz hiç eksik olmasın...

28 Mart 2010 Pazar

KÖTÜ PAZAR-İYİ PAZAR

Boğazım fena halde ağrıyor, Carpal Tunnel Sendromum kendini hatırlatmak için elinden geleni yapmakta, ellerim uyuşuk, gözlerim şeşi beş görmeye başladı, muhtemelen hafif çaplı bir konjoktüvit var, heryerim dökülüyor, yaz saatine uyum sağlamakta zorlanıyorum, çok yorgunum mız mız mız mızzzzzzzz...

Halbuki bahar geldi; çiçekler açtı, çilek çıktı üstelik lezzetli, erik ha geldim ha geleceğim diyor, birkaç güne çağlanın hasına gidiyorum, evime kavuşmama az kaldı, güneş pırıldıyor, hava ılık, arkadaşım gökkuşağı renklerinde bir fular hediye etti baktıkça içim açılıyor, guguk kuşu yutmuş telefonu emekliye ayırdık, yerine yeni mezun kalifiye eleman aldık, vazoda mor şebboylar var mis kokuyor lay lay lay loooommmmm...

Birinci paragrafı boşverin, ikinciye takılın siz...

İlk fotoğrafı geçen yıl bu vakitler Antalya'da çekmiştim; Konyaaltı sahili, Beachpark. Gördüğünüz ağaç dünyanın en hızlı büyüyen ağacı, ismi Paulownia. Ekildiği yıl 4-7 metre arası büyüyebiliyormuş. Son derece güzel beyaz, pembe ve mor çiçekler açan türleri var. İyi birşey yani, siz de dikin bahçenize:))

Bunları tanıyorsunuz tabii ki, bahar geldi diye salak salak sevinen iki arkadaş; minik yiğenin deyimiyle Elma ile Kulabiye Canavarı, ellerinizden öperler...

27 Mart 2010 Cumartesi

PİŞİ PİŞİRMECE

İlkbahar çarptı, yol hazırlığı çarptı, yorgunluk çarptı. Tıpkı Snoopy gibi sırtüstü uzanıp kemiklerimi dinlendirmek istiyorum. Ben yatıp uyurken biri gelse, çamaşır, ütü, temizlik hepsini halletse, her yere yayılmış eşyalarımı toparlasa, valizleri yerleştirse. Bana da arabaya atlayıp yola düşmek kalsa. Oy oy oy, hayali bile güzel.

Bugün misafirlerim vardı, "Pişi" yapmaya niyetlendim. Sabah erkenden kalkıp hamur yoğurdum söylemesi ayıp (ha, ha, ha bu lafa da çok gülerim, hamur yoğurmak niye ayıp ki?). "Pişi" yi biliyorsunuzdur mutlaka, belki başka bir yerel isimle ya da "Hamur kızartması" olarak adlandırıyor da olabilirsiniz ama Antalya'da yukarıda fotoğrafı görülen şeyin adı "Pişi"dir. Antalya mutfağının olmazsa olmazlarındandır; düğünlerde, cenazelerde, bayramlarda pişirilir, çayın yanına eşlik eder, kandillerde konu komşuya dağıtılır. Erbabının elinde de pek lezzetli olur. Bana gelince, itiraf ediyorum ilk pişi denememi yaptım. Tarifini internetten ararken çakma da olsa Antalyalı olarak biraz yüzüm kızardı, malzemeleri biraraya getirip hamur yaparken de beceriksizliğimi ayıplayıp durdum. Esasen hamur yoğurmayı hiç sevmem, daha genel bir deyimle yoğurarak hazırlama işinden hiç hazzetmem ki buna köfte de dahildir. Ama "pişi" yapmayı kafaya koydum ya bir kere inatla sürdürdüm un, yumurta, yoğurt üçlemesiyle aramdaki seviyeli ilişkiyi. Bir yandan elime yapışan hamurlara söylenirken bir yandan da bunca sene Antalya'da oturup da pişi yapmayı öğrenmediğim için kendime kızıyordum. Sonunda elime yapışmayan bir hamur elde etmeyi başardım, bu değerli parçayı bir poşet içinde korumaya alıp istirahat etmesi için manzaralı bir yere yerleştirdim. Kendim de bir müddet istirahat ettikten sonra sıra kızartmaya geldi. Bu yoğurmaktan daha kolay oldu ve neyse ki ilk (ve de son) pişi girişimim fiyaskoyla sona ermedi. Kızaran hamurların tadı muhteşem olmasa da idare ederdi. Bir daha da pişi yapacağımı sanmıyorum, alt tarafı bol kalorili bir hamur topağı için bunca uğraşmaya değmez. Bu işi sanat haline getirenlerin yaptıklarından bir-iki tane yer, nefsimizi körletiriz.

İki gündür yemek blogu gibi faaliyet göstermekteyim galiba, bu işe bir dur demek lazım. Şimdi ben en iyisi kitabımı elime alıp kanepeye uzanayım. Snoopy gibi çatıya yerleşemeyeceğim, merdivenleri tırmanma düşüncesi bile yoruyor. Hem kanepe daha yumuşak ve daha sıcak. Aranızdan ayrılırken cümleten iyi geceler diliyorum.

26 Mart 2010 Cuma

BAHAR YÜRÜYÜŞÜ

Hayatımda bir kez olsun bir seyahate çıkmadan önce bütün işlerimi sakin sakin önceden toparlayıp yola çıkacağım ana kadar rahatça oturduğum görülmemiştir. Yolculuğun 4-5 gün öncesinden başlayarak kapıdan dışarı çıkacağımız dakikaya kadar sürekli koşturur, hep eksik birşeyler kaldı korkusu yaşarım. O nedenle de şehirlerarası gidiş-gelişlerin öncesi de sonrası da yorgunluğumun tavan yaptığı zamanlardır. İşte yine başladım, Pazartesi'den sonraki herhangi bir gün yola çıkacağız ve ben 4 ayı geçik süredir evin içine pazar yeri gibi yaydığım eşyalarımı toparlayıp evi düzenli bırakabilmek için gerekli çalışmalara bugün itibarıyla başlamış bulunuyorum. Daha çamaşır, ütü fasılları, buzluğa nevale atma durumları, valiz toparlama halleri, yapılacak alışverişler vs vs var, ay saymayım şimdiden yoruldum.

Bugün genel bir ev düzenlemesi halinin ardından artık guguklu saat aşamasını da aşmış cep telefonumu servise götürdüm. Giderken serviste yapılacak herhangi bir itiraz ve terslenme durumuna karşı gardımı almış, "Atıl Kurt" pozisyonuna geçmiş ve tırnaklarımı sipsivri bilemiştim. Lakin görevli genç kız son derece ilgili ve kibar davranarak önyargılı düşüncelerimden dolayı beni utandırdı. İçinde guguk kuşu ruhu barındıran çift kişilikli telefonumu servis elemanının şefkatli ellerine teslim edip psikolojik sağlığına kavuşmuş olarak geri almak dileğiyle ayrıldım oradan. Herhangi bir vasıtaya binmek ya da daha kestirme bir yoldan eve ulaşmak yerine bünyeye eziyet kabilinden vurdum kendimi dik yokuşlu bir sokağa. Yokuşun sonuna ulaştığımda kalbim normalin üç misli hızla atmakta, soluğum tıkanmakta ve bacak kaslarım seyirmekte idi ama sokağın iki yanında uzanan 60 lı yılların sonlarından kalma apartmanların görünümü yorgunluğuma değmişti doğrusu. Son yılların ürünü ruhsuz beton binaların soğukluğundan uzak, içinde gerçek ailelerin yaşadığı hissi veren, önlerinde gelin gibi donanmış erik ve badem ağaçları ve yeşermiş çimenleriyle ufak da olsa bir bahçeleri olan eski tip apartmanlar keyfimi yerine getirdi. Sokağın sonundaki tabelada yazılı isim ise keyfime tavan yaptırdı: "Neyzen Tevfik Sokağı". Örnek aldığım yaşam gurularımdandır kendileri, ne demişler:

"Bu dünyada ne kazandıysanız yiyiniz
Yoksa;
Öleceğiz bir gün, gömecekler.
Bir kaç gün övecekler.
Sonra kalan malını bölecekler.
Hatta memnun kalmayıp sövecekler!..
"

Sokağın bitiminden sola dönüp yine bir sanatçının, karikatürist Semih Balcıoğlu'nun adı verilmiş küçük parka daldım. Yeşermiş devasa salkım söğütlerin, pıtraklanmaya başlamış çınarların, sarı sarı çiçeklenmiş altınçanakların arasından geçip ilkbaharın güzelliğini bir kez daha teyit ederek yolüstü alışverişlerimi yaptım ve yılın ilk çağlasını aldım. Her ne kadar elinize aldığınızda sakallı dedenizin yüzüne dokunuyormuş hissini verse, ağızda da kösele çiğniyormuş gibi bir tad bıraksa da çağla yemeden ilkbahar gelmiş saymıyorum ben. Hem artık ağaçtan kopmuş bir çağla ile çarşıdan alınmış bir çağla arasındaki inanılmayacak farkı öğrendikten sonra bir beklentim de olmuyor. Benimki sadece bir ilkbahar ritüeli.

Yorgunluktan perişan dönmüştüm eve, şimdi biraz dinlenmiş olarak akşam yemeğe gelecek misafirlerim için son hazırlıkları yapmaya gidiyorum. Sabah asma yaprağında somon balığı sarıp hazırladım. Kendilerini aşağıdaki fotoğrafta görmektesiniz.

Tarifini sevgili Acemi Aşçı'nın blogundan aldığım bu muhteşem lezzet için fileto olarak hazırlanıp iki parmak kalınlığı ve uzunluğunda kesilmiş somonları, üstüste konmuş birkaç asma yaprağının arasına yerleştirip bir dilim kabukları alınmış limon ve bir defne yaprağı ile sıkı sıkı sarıyorsunuz. Üzerlerine de fırçayla zeytinyağı sürüyorsunuz, böylece işlem tamam oluyor. Sofraya oturacağınız zaman da ızgarada iki tarafını 7 şer dakika pişiriyorsunuz. Hani "Yeme de yanında yat" derler ya, bence yiyin harika oluyor çünkü. Eh bize de afiyet olsun bari, şimdi izninizle gidip masayı hazırlayayım...

24 Mart 2010 Çarşamba

YAŞAYAN ŞİİRLER VE KAYIP ŞARKILAR ARASINDA BİR SAKAR

Güne hafif sakarlıklarla başladım. İlk olay pişirdiğim yemeğin kıvamına bakmak için çatalın ucuna taktığım patateslerin üç denemede de ağzıma götüremeden mutfak zeminini boylaması oldu. Sonunda pes edip göz kararıyla pişmiş olduğuna karar vererek kapattım altını. Planım Kitap Fuarını bir kez daha ziyaret etmek ve şair Ahmet Telli'nin imza gününe katılmaktı. Vakit yaklaşırken hazırlandım ve tam çıkmak üzereyken pişen yemeği buzdolabına koymam gerektiğini hatırladım. Tencereyi elime aldım ve aceleyle kapalı balkonda duran buzdolabına yöneldim. Kapağı açmak için elimi uzattım ve enenenenennnn!.. Tencere havada zarif bir hareketle yere doğru süzüldü, düştüğü zeminde şık bir pirüet yaptı, kapak kendini tencereden azat ederek yan tarafa doğru kayarak uzaklaştı ve patatesler balkonun beyaz zemini üzerine sarışın bir uyum sergileyerek yayıldı. Ben, sakar Leylak faltaşı gibi açılmış gözlerle olayın bir sanrı olmasını umarak birkaç saniye donup kaldım. Fekat heyhat, acı gerçek; patatesler kırmızı, yağlı suyun içerisinde kendilerine eşlik eden soğanlarla birlikte sürrealist bir tablo gibi güzelliklerini sergilemeye devam etmekteydiler. Bir an bağıra bağıra ağlamayı düşündüm. Sonra ağlamanın bir çözüm olmayacağını üstelik bir de rimellerimin akıp tekrar makyaj tazeleyerek vakit kaybedeceğimi farkederek bir rulo mutfak havlusu aldım elime ve şarkı söylemeye başladım. Yemin ederim şarkı söyledim, hem söyledim hem de yerdeki sürrealist tabloyu temizleyip tuvali tekrar eski aklığına getirdim. Ne söylediğimi merak ediyor musunuz? Önce içinde patates geçen bir şarkı düşündüm aklıma gelmedi, ben de aşağıdaki türküyü söyledim:

"Tık dedi kapı, kaynanam geldi
Halin nedir gelin hanım dedi
Ah koca ciğeri kediler yedi
Oğlum gelsin görürsün dedi

Tık dedi kapı, görümcem geldi
Halin nedir gelin hanım dedi
Ah koca ciğeri kediler yedi
Abim gelsin görürsün dedi

Tık dedi kapı, kaynatam geldi
Halin nedir gelin hanım dedi
Ah koca ciğeri kediler yedi
Sağlık olsun gelin hanım dedi

Ah şu kediyi dutu dutuvirsem,
Kanadını budunu didi didivirsem.

Evet budur, türkü sona erdiğinde yerler de tertemiz, bembeyaz olmuştu ve türküde geçen kişiler içinde "kaynata" gelinine gösterdiği tolerans nedeniyle tarafımdan günün elemanı seçilmişti.

Sonrasında yemeğin üstüme sıçramadığına şükrederek apar topar evden çıktım. Fuara geldiğimde henüz Ahmet Telli gelmemişti, ben de bir tur dolaştım ve yine dayanamayıp kitaplar aldım. Lale merak eder şimdi, yazayım:

-Beton Bahçe/Ian McEwan
-Aile Reisinin Kati Devrilişi/Najat El Hachmi
-Seyahat Sanatı/Alain de Botton
-Bayan Gulliver Cüceler Ülkesinde/Alison Fell
-Norveç Defteri/Nesteren Davutoğlu
-Başka Kent Ankara/Feridun Büyükyıldız

Allahtan Ahmet Telli imza standına geldi de daha fazla dolaşıp sermayeyi kediye yüklememi engelledi. "Nidâ" adlı son kitabını imzalatıp biraz da sohbet ettikten sonra ayrıldım fuardan ama aklım sabahtan beri bana musallat olan sakarlıklar zincirindeydi. Metrodan inince açlıktan midemin kazındığını hissettim ve metro çarşısındaki bir pastanenin kendine özgü ürünü olan bitter çikolatalı özel yapım gofretten aldım. Üzerindeki jelatini sıyırdım, bir ısırık aldım, daha çiğneyip yutamadan arkadan gelen bir genç koluma şiddetle çarptı ve benim koç gibi gofret bir buz patenci hızıyla beton zeminde kayarak uzaklaştı, bir veda öpücüğü bile yollayamadım, iki satır helallik bile alamadım. Mahzun gözlerle bakakaldım. Budur arkadaşlar, ıspatlanmış oluyor ki sakarlıkta sınır yok ama takdir edersiniz ki bu defa sakar olan ben değildim.

Aksilikleri 3'e tamamlamış olmanın dayanılmaz hafifliğiyle akşamüstü, uzun süredir izlemek istediğim ve sonunda şehre uzak bir sinemada, araya sıkıştırılmış bir seansta hala oynadığını öğrendiğim "Anadolu'nun Kayıp Şarkıları" filmine gittim. Tek kelimeyle muhteşemdi, günün bütün aksiliklerini silip süpürdü. Görme fırsatınız varsa kaçırmayın derim ve bu uzun postu Ahmet Telli'den birkaç dizeyle bitirmek isterim:

"Kedisi sokağa kaçmış
Biriyim ben ve içimde
Kekeme bir kuş
Ötüyor ötüyor ötüyor

Ve son günlerde durmadan
Yalpalıyor bütün sözler
Birisi adımı sorsa meselâ
Dilim sürçüyor"

23 Mart 2010 Salı

LEYLAK, ÇAĞLA, KİTAP


Bloglar arasında bir tur yaparken şurada yukarıda gördüğünüz fotoğraflara rastladım. Blog sahibinin affına sığınarak bugünkü postuma ekliyorum. Gözüm gönlüm açıldı adeta. Leylağı ne kadar sevdiğimi söylememe gerek yok sanıyorum. Ne yazık ki bunca zamandır griliğine katlandığım Ankara tam renklenmeye başlamışken onu terkedeceğim. Leylak zamanını bekleyemeyeceğim, evimi çok özledim zira. Antalya iklimi ise leylak yetişmesine uygun değil, mevcut birkaç ağaç cılız çiçekler açıyor ilkbaharda ve ben koca şehirde bu ağaçların yerini tesbit edip leylak avına çıkıyorum. Sağolsun arkadaşlarım ellerine bir şekilde geçirdikleri leylakları görev aşkıyla bana taşıyorlar. Ve can-ı gönülden inanıyorum ki bundan önce bir kez daha dünyaya geldiysem ben kesin leylak ağacıydım. Şu vazodaki demeti elime geçirebilseydim eğer yüzümü çiçeklerin arasına gömer ve saatlerce o pozisyonda kalabilirdim. Çalıştığım okulda çok iyi niyetli, naif bir arkadaşım vardı. Leylak sevgimi bilir ve benim için birşeyler yapmak isterdi. Gelgelelim şehirde bu çiçeği bulmak mucize kabilinden birşey olduğu için kadıncağız bana sürekli leylak sabunu taşırdı. Evde onun bana getirdiği sabunlardan yüklüce bir stok oluşmuştu. Banyoya her giriş çıkışta leylak koklar gibi içime çekerdim sabunların kokusunu ama yetmezdi, illa çiçeklerin de yüzüme gözüme sürünmesi lazımdı ki leylak kokladığımı anlayabileyim.

Bugün Ankara'da baharın da ötesinde bir hava vardı adeta yaz başlangıcı. Kestaneciler tezgahlarının yarısını çağlaya ayırmışlar ki çağla baharın müjdecisidir kişisel kanaatime göre. Mart ayı girer girmez ben de çağla beklentisine girerdim çocukken ve çok geçmez babam elinde küçük bir kesekağıdı ile gelirdi eve; yılın ilk çağlaları. Babaların kızlarına turfanda çağla getirmesinden daha güzel bir sevgi gösterisi var mıdır? O çağlaların tuzlu tadından daha güzel bir lezzet var mıdır? Vardıııır; babaların turfanda caneriği getirmesi ve onun tuza batırılmış ekşi lezzeti, başa güreşir doğrusu.

Çağla, erik derken manav muhabbetine gireceğiz yakında. En iyisi bu konuyu burada keseyim ve en son okuduğum daha doğrusu yalayıp yuttuğum kitaptan sözedeyim: "Apartman Haikuları/Metin Üstündağ". Geçen gün kitap fuarından aldım ve o gün bitirdim. Harika bir kitap, müthiş bir yaratıcılık. "Haiku" aslında bir Japon şiir tarzı. Üçlü dizelerle yazılan ve (5-7-5) lik 17 heceden oluşan, birinci ve üçüncü dizenin kendi arasında kafiyeli olduğu bir şiir türü bu. Metin Üstündağ da apartman hayatını haikularla dile getirmiş. Okurken gülmekle ağlamak arasında şaşıp kalıyorsunuz. İşte bir örnek:

"e peki bütün evler
kare ya da dikdörtgense
niye diyoruz ki daire"


Bir tane daha:

"hayat gazozumuza ilaç atıyor
boş senetler imzalattırıyor
ömrümüzü iğfal ediyor"


Bu da sonuncusu, devamını kitabı alıp okuyun. Hiç pişman olmazsınız.

"anne, baba, çocuk ve
uzaktan kumandadan oluşuyor artık
çekirdek aile"


Haydi size kıyamadım, bir tane de bonus:

"her yan araba, her taraf bina
insanlar piknik yapmak için
bir maydanoz gölgesi arıyor"

22 Mart 2010 Pazartesi

ERİŞTİ NEVBAHAR EYYAMI

"Bahar oldu beyim, evde durulmaz
Bu mevsimde çemenzâre hiç doyulmaz
Gezer bülbül gibi gönül yorulmaz
Bu mevsimde çemenzâre hiç doyulmaz."

"Çiçek açmış ağaçlara bak ne güzel
Gel bizim olsun serçelerin neşesi
Gel seninle kırlara açılalım gel
Neler vadetmiyor akar suyun sesi"

"Hadi gel konuşalım,
Sulanmış bir taşlığın serinliğinde.
Akşam sefaları içinde,
Bir masa, birkaç sandalye
Ve ikimiz ölümden konuşalım,
Senin ağzında gül, benimkinde menekşe."

"Ağaç taşı anlamaz
Gökyüzü mavi iken
Ağaç susuzluğu anlamaz
Gökyüzü mavi iken
Ben seni
Çok sevdiğimi anlarım
Gökyüzü mavi iken"

"İlk sevgilimin gülüşüne benzer
Bir Nisan havası değil mi esen?
Zincirlere, kelepçelere inat,
Kanatlarımı açmak zamanıdır;
Allahaısmarladık kaldırımlar.

Giyenler düşünsün dar elbiseyi;
Ölçülü sözü, hesaplı adımı
Ben kurtuldum kafeste kuş olmaktan;
Saltanat sürer gibi uçuyorum,
Erik ağacı gelin olduğu gün."

"Her şey birdenbire oldu.
Birdenbire vurdu gün ışığı yere;
Gökyüzü birdenbire oldu;
Mavi birdenbire.
Her şey birdenbire oldu;
Birdenbire tütmeye başladı duman topraktan;
Filiz birdenbire oldu, tomurcuk birdenbire.
Yemiş birdenbire oldu."

"havada tüy
havada kuş
havada kuş soluğu kokusu
hava leylâk
ve tomurcuk kokuyor"

"Sizin alınız al inandım
Sizin morunuz mor inandım
Ben tam dünyaya göre
Ben tam kendime göre
Ama sizin adınız ne
Benim dengemi bozmayınız."

"nasıl iş bu
her yanına çiçek yağmış
erik ağacının
ışık içinde yüzüyor
neresinden baksan
gözlerin kamaşır"

Şiirler sırayla: Şarkı: Şeyh Ethem Efendi/C.Sıtkı Tarancı/Metin Altıok/F.Hüsnü Dağlarca/C.Sıtkı Tarancı/Orhan Veli/H.Hüseyin Korkmazgil/Turgut Uyar/Attila ilhan

21 Mart 2010 Pazar

AÇMIŞTIK, KAPATALIM BARİ DEDİK...

Bir Ankara Film Festivali'ni daha tamamına erdirdik Allah'ın izniyle. Film izleyen kalabalığa bir katkım olmadıysa da açılışta bulunmuş bir şahsiyet olarak ödül törenine de katılıp düzenleyicileri varlığımdan mahrum etmedim. Bu tören de diğeri gibi Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası Salonu'ndaydı. Öncesinde nedense sanatçıların pek itibar etmediği yarım saatlik bir kokteyl vardı. Gözüme çarpanlar "En iyi kadın oyuncu ödülü"nü alan Saadet Işıl Aksoy, "En iyi yardımcı erkek oyuncu" seçilen Volga Sorgu, Avrupa Yakası'nın Fatoş'u Şenay Gürler, Çetin Öner, Emel Göksu, Levent Yılmaz oldu. Bulunduğumuz noktanın en ilginç şahsiyetleri ise kokteyl masalarından birine konuşlanmış, yarım saat boyunca biteviye kanepe, çerez atıştırıp, şarap kadehlerini ardarda diken iki yaşlıca hanım oldu. Öyle bir iştahla yiyor, içiyorlardı ve öyle gürbüz görünüşlüydüler ki boş vakitlerini bu tür kokteyllerde geçirdiklerini düşünmeden edemedim.

Törenin başlama saati gelince içeri alındık, açılış konuşmasının ardından Cem Adrian sahne aldı. Kendisinden "Odam Kireç Tutmuyor" türküsünü dinledik. Bu kez iki sunucu vardı, Defne Halman'a genç oyuncu Engin Hepileri eşlik ediyordu. Bu yılın "Sanat Çınarı Ödülü" nü alan şair Gülten Akın rahatsızlığı nedeniyle törene katılamadı. "Aziz Nesin Emek Ödülü" ise oyuncu Filiz Akın'a sunulmadan önce Cem Adrian bir kez daha gelerek "Ayrılık" şarkısını seslendirdi.

Ödülünü ilk Kültür Bakanı Talat Halman'ın elinden alan Filiz Akın son derece güzel, zarif ve kibardı. Belgesel ve kısa film ödüllerinin dağıtıma geçilmeden Cem Adrian'ı "Selvi Boylum, Al Yazmalım" filminin müziğinde bir kez daha dinledik.

Kısa film ve belgesellerin ödül dağıtım töreni bitince "Summertime" ile yine Cem Adrian sahnedeydi. Normal şartlarda zevkle dinlenebilecek sanatçı bu şekilde ödüllerin arasına girince ufaktan bir sıkıntı ve bıkkınlık yarattı. Sonunda uzun metrajlı filmlerin ödül töreni başladı. En iyi film ödülü "Köprüdekiler" ile Aslı Özge'ye gitti. En iyi yönetmen "11'e 10 Kala" ile Pelin Esmer seçildi. En iyi senaryo ödülü yine Pelin Esmer'e giderken "En iyi kadın oyuncu" ise "Başka Dilde Aşk" ile Saadet Işıl Aksoy oldu. Ödülünü Ayten Gökçer'in elinden alan oyuncu çok güzeldi.

"En iyi Erkek Oyuncu" ödülünü ise yine "Başka Dilde Aşk" filmi ile Mert Fırat'a Filiz Akın verdi. Altın Portakal'da "En iyi yardımcı erkek oyuncu ödülü" nü alan Volga Sorgu bu defa da ünvanı kaptırmadı ve yine "Kara Köpekler Havlarken" filmi ile Bennu Yıldırımlar'ın elinden heykelciğini aldı.
Hayli uzun süren dağıtım töreninin ardından ödül alan sanatçılar artık bayılma aşamasında dinlediğimiz Cem Adrian'ın müziği eşliğinde toplu bir fotoğraf çektirdiler ve bir festival de bu şekilde son buldu. Onlar erdi muradına, biz çıkalım kerevetine.

Not: Işık ve makinemin gücü yeterli olmadığı için fotoğraf kalitesindeki bozukluk affola...

20 Mart 2010 Cumartesi

SERGİ, FUAR GEZE GEZE/OLDUM BEN BİR GEVEZE

Off, bugün yine çok dolaştım. Gezip gezip yorgunum diye sızıldanmak da son günlerde alışkanlık yaptı bende. "Hem ağlarım, hem giderim" diyen yeni gelinin hesabı ben de "Hem yorulurum, hem gezerim", dinlenince geçer:))

İlk durak bir alışveriş merkezindeki "Da Vinci Sergisi" idi. Leonardo Da Vinci'ye hayranım, bayılırım, çok severim. Uzun saçları ve sakalıyla ilerlemiş yaşında bile karizmasından birşey kaybetmemiş bu müthiş Rönesans sanatçısının her eseri adeta büyüler beni. O nedenle sergiye denk gelebildiğim için çok sevindim. Gerçi orijinal değildi sergilenenler, onun çizimlerinden, yapıtlarından hareketle oluşturulmuş parçalardı ama yine de görebilmiş olmaktan mutlu oldum.




İkinci durak AKM'de açılan 4. Ankara Kitap Fuarı idi. Yıllardır içimde ukde kalan birşeydir TÜYAP'ın İstanbul Kitap Fuarı'na gidememek. "Ölmeden önce yapılacak 100 şey" listemdeki en önemli maddelerden biridir, dilerim birgün hayata geçirebilirim bu isteğimi. Ankara Kitap Fuarı'nın çok kapsamlı, çok ciddi bir fuar olmadığını biliyordum ama kitabın olduğu heryer beni mıknatıs misali çektiği için yine de gidip gezmek istedim.

Tahmin ettiğim gibiydi, yayınevlerinin ayrı ayrı standları çok azdı, genellikle karma standlar oluşturuyordu fuarı. Bir başkent olarak Ankara'ya daha geniş katılımlı, daha ayrıntılı ve özenli bir kitap fuarının yakışacağını düşünüyorum. Fuardaki etkinlikleri gösteren bir broşür bile temin edemedik. Standların üstünde alelade afişlerle bazı yazarların imza günlerinin tarihleri asılmıştı ama hepsini akılda tutmak mümkün değil doğal olarak. Yalnızca çok sevdiğim şair Ahmet Telli'yi not aldım, bir aksilik olmazsa gideceğim.

Bu standı dikkatle inceleyen zaman ötesinden gelmiş iki arkadaş Kavuklu ile Pişekar mıdır, Nasreddin Hoca ile arkadaşı mıdır, yoksa tebdil-i kıyafet gezen 4. Murad ile sadrazamı mıdır çözemedim.

Fuarın en iyi standlarından biriydi Sel Yayıncılığın standı, hem de % 50 oranında indirim vardı. Aldığım 3 kitap da bu yayınevinden oldu. Lale merak etmiştir, yazayım:
-Apartman Haikuları/Metin Üstündağ
-Roza'nın Gözleri/Kemal Siyahhan
-Felsefe Eşliğinde Aşka Yolculuk/Charlotte Greig
Ha, bir de Toprak Işık'ın standından hediye ettikleri "Tadımlık" isimli küçük kitap.
Bunun dışında bol bol ayraç topladık kızkardeşle, koleksiyonu zenginleştirdik. Minik yiğen için de birkaç resimli hikaye kitabı attık çantaya.

Girişteki "Uykusuz" standı en çok rağbet gören standlardan biriydi ama ekipten kimse yoktu. Bugün açılış günü olduğu için biraz karmaşa vardı ve hafta sonu nedeniyle de hayli kalabalıktı. Hafta içi imza gününe gelebilirsem daha detaylı bir inceleme yapabilirim belki. Gözüme çarpan yazarlar arasında Öner Yağcı, Hulki Cevizoğlu, Vural Savaş ve oyuncu Nilüfer Açıkalın vardı, en uzun kuyruk da H.Cevizoğlu'nun standındaydı.

Bir Cumartesi gününü de böyle kapattık. Şimdi Metin Üstündağ'ın haikularını okumaya gidiyorum. Çok ilginç bir kitap, yakında bahsedeceğim. Kalın sağlıcakla...

19 Mart 2010 Cuma

KAYIP İLANI


En sevdiğim bilekliğimi kaybettim, bulursam yenisini alacağımdan hükümsüzdür...

18 Mart 2010 Perşembe

SİYEZ PİLAVI, GASTIMONU'DAN

Geride bıraktığım ve şükür ki olumlu sonuçlanan üç-beş stresli günün ardından kendimi ödüllendirmem gerektiğini düşündüm. Ben hep böyle yaparım, üzülerek boşa geçirilmiş günlerin intikamını birkaç gün kendimi şımartarak alırım. Bugün de önce değişik bir tad, ardından "bekleyin sokaklar ben geliyorum" şeklinde bir plan yaptım kendime.

Geçen hafta gittiğim Kastamonu Fuarı'ndan değişik bir bulgur almıştım; "Siyez Bulguru". İçine nasıl pişirileceğini anlatan bir de tarif kağıdı konmuştu. Bugün açtım paketi, koydum tarifi önüme giriştim işe. Siyez buğdayı ta Hititler ve Frigler zamanından kalma endemik bir buğday türü imiş, günümüzde sadece Kastamonu/İhsangazi'de yapılıyormuş tarımı. Ondan elde edilen siyez bulguru da taş değirmenlerde kırılmış doğal bir bulgur yani. Pişmemiş hali aşağıdaki fotoğrafta:

İlginç bir pişirme tarzı var siyez bulgurunun, içine ekşi ayran ya da yoğurt konuyor pişerken ayrıca ısırgan, ebegümeci, dereotu, maydanoz gibi otlar. Daha önce bu tarz bir pilav pişirdiğimi hatırladım, hangi yöredendi şimdi çıkaramıyorum, ben normal bulgurla yapmış, içine asma yaprağı doğramış ve ayran ile pişirmiştim, olağanüstü bir lezzet çıkmıştı ortaya. Fakat zaman içinde yöresini de, nasıl pişirildiğini de unutmuşum. Evde maydanoz dışında saydığım otlardan hiçbiri olmadığı için ben de o yaptığım tariften hareketle asma yaprağı kullandım, tabii salamura keşke tazesi olsaydı. Bulgurun içinde çok fazla yabancı madde vardı, ot tohumları, kapçıklar vs. O nedenle ayıklama ve yıkama işi biraz uzun sürdü sonra üzerini örtecek kadar suyla pişmeye bıraktım. Ardından da Kastamonu türküleri eşliğinde diğer malzemeleri hazırlamaya başladım. Ayranı yaparken "Ali'm de gitme pazara, uğratırlar nazara/Ali'm de ölmüş diyenler kendisi girsin mezara" diye çığrındım. Asma yapraklarını kıyarkenki türküm ise,
"Birer birer aldım tükenmez sandım
Dolma için adam dövülmez sandım
Anamın evine kovulmaz sandım
Nasıl yedin bir tencere dolmayı gelin
Ekşilice, mayahoşu sarmayı gelin" idi.
Maydanozlar ve soğanlar "Sepetçioğlu Zeybeği" eşliğinde doğrandı, arada bir doğrama işine ara verilip acemice zeybek oynandı ya da mutfak küçük, yerim dardı oynayamadım durumları oldu.

Ben çalıp çığırırken bulgurlar kıvamına geldi, içine otları atıp bir taşım daha kaynattıktan sonra ayranı ekleyip altını kıstım ve soğanlarla salçayı tereyağında katletme işine geçtim. Ha, karabiber ve nanesini eklerken de "Yaş nane, kuru nane de öldüm ben yane yane" diye melodilendirmeyi unutmadım. Pişen pilavın altını kapatıp soğanlı-salçalı sosu üstüne boca ettim. Biraz suluca bir pilav oldu bu ama lezzet muhteşemdi. Bir kez de ebegümeci, ısırgan otlarıyla ve ayran yerine yoğurtla deneyeceğim. Sonra da patatesli bir versiyon var sırada. Ondan sonra da bulgur biter zaten. Lakin Kastamonu'ya gidenlere bundan sonra siyez bulguru ısmarlamak boynumun borcu olsun. Normal bulgurla da (bilhassa Duru'nun iri bulguruyla) güzel olacağını düşünmekteyim.

Şimdi ben gidip bir tabak daha lüpleteyim sonra da güneşli Ankara sokaklarına atayım kendimi. Kara Kitap'a söz verdim, çıkmadan evvel aynaya gülümseyip kendime de bir çiçek armağan edeceğim...

SORGULAMA


  • Evham ve endişe insanın yüreğini kemiren bir kurt mudur?
  • Eğer öyleyse bu kurdun etki etmediği bir insan türü var mıdır?
  • Varsa bu türün XXXL ruhuna yatay geçiş yapılabilir mi?
  • Göğüs ve karın bölgesi arasında sürekli yıkanan çamaşırlar kuru temizlemeye verilemez mi?
  • Bu çamaşırın suyuna yürek civarında batırılan ucu açık kablonun yarattığı elektrik çarpmasını engelleyecek bir yalıtım yöntemi yok mudur?
  • Hızlanan kalp atışlarının ritmi bir beste yapılarak değerlendirilebilir mi?
  • Kafada kurgulanan senaryolarla çekilen filmin Oscar alma olasılığı nedir?
  • Üzülmek de bünye için bir ihtiyaç mıdır?
  • Bunca gerilim ve eziyetin sonunda endişe edilecek bir durum olmadığı anlaşıldığında duyulan mutluluk mazoşist bir zevk midir?
  • "Bir dahaki sefere asla!" şeklinde verilen sözler neden tutulmaz ki?
  • Gerilen kaslar sonunda gevşediğinde oluşan sarkmalar insanı kaç yaş ihtiyar gösterir?
  • Şu kısacık ömürde üzülerek geçirilip ziyan edilen üç-beş günün hesabını kim verir?
Hımmm!.. En iyisi ben Snoopygiller'den Lucy'nin psikiyatri tezgahında seansı 5 centten bir görüşme ayarlayayım. Gerçi onun kendine hayrı yok gibi görünüyor ama:))

Görsel: Buradan

17 Mart 2010 Çarşamba

BOOOOOZAAAA!..

Bu akşam oğlum eve elinde Akman'dan alınma vişneli pasta ve bir şişe boza ile geldi. Mımm, ikisine de, hele bozaya bayılırım, üstelik Akman'dan alınmış olursa hiç dayanamam. Şişeyi elime tutuştururken "Soğuk yere koyacakmışsın" dedi ve akabinde ikimiz de gülmeye başladık. Zira sıcakta tutulmuş ve öncesinde de hayli çalkalanmış bir bozanın insanın başına neler açacağını komik bir deneyim yaşayarak öğrenmiştik.

Yıllar önce Antalya'da değil boza satan, içen hatta bilen bile yoktu, sıcak iklim nedeniyle bozanın tanınmadığını ve rağbet görmediğini düşünüyorum. Şimdiyse Akman etiketli olmasa bile pekçok pastanede ve markette boza bulmak mümkün, hatta sonbaharda ilk kez sokaktan "Bozaaa" diye bağırarak geçen bir satıcının sesini duyup şaşırmıştım. Her ne hal ise, benim yaşadığım deneyim Antalya'da bozanın bulunamadığı zamanlara ait. Öylesine boza hasreti çekmekteydim ki annem ve babam Ankara'dan her gelişte içi Akman'dan alınma boza ile dolu bir bidonu yanlarında getirirlerdi. Yine böyle bir kış günü 2,5 litrelik bir cola şişesinde benim boza geldi. Ben aileme kavuşmanın heyecanıyla bozayı oturduğumuz odada bırakmışım, oda sıcak tabii ki. Sohbet, muhabbet, yemek derken sonunda bulaşıkları toparlayıp mutfağa gittim, giderken boza şişesini de yanıma aldım. Bulaşıkları yıkayacağım ama aklım bozada. "Yahu, bir bardak içeyim, sonra yıkarım bulaşıkları" dedim. Dedim demesine de o şişenin 8 saatlik otobüs yolculuğunda salsa dansçısı gibi çalkalandığını, 1-2 saat kadar da sıcak odada rehavetle yayıldığını düşünemedim elbette. Elimi kapağa atıp şöyle bir çevirmemle birlikte kapak mermi gibi fırlayıp tavana kadar uçtu, şişeden fışkıran bozaysa duvarlara, raflara, tezgahın üstüne, yerlere, giysilerime ve o anda TV'de film izlemeye niyetlendiğim için gözümde olan miyop gözlüğüme sıçrayıp heryeri batırdı. Bir yandan şaşkınlıkla elimde hala fışkırmaya devam eden şişeye bakıyor, bir yandan ziyan olan bozaya hayıflanıyor, bir yandan da ortalığı nasıl temizleyeceğimi düşünüyordum. Sonunda boza sakinleşip şişenin kenarından hafifçe akmaya başladığında elimden bıraktım, ne mutlu ki onca dökülmesine rağmen hala ağzına kadar doluydu, mayalı içeceklerin avantajı:)) Önce gözlüğü gözümden çıkardım, kalınca bir boza tabakasıyla kaplanmıştı camları, ziyan etmeye kıyamadım bir güzel yaladım. Sonra rafta duran, boza tsunamisinden kurtulmuş bardaklardan birini kapıp doldurdum. Elime geçirdiğim tarçın kavanozunu açıp üzerine serptim, yapıştığı duvardan yavaş yavaş akmaya başlayan bozalara karşı kaldırıp "Şerefe" dedim ve diktim tepeme, ohh mis!..

Sonrası iki saat süren temizlik ameliyesi, sevindirici olan husussa iyice mayalandığı için üç gün boyunca şişenin her dolduruştan sonra anında eski seviyesine ulaşmasıydı...

Görsel: Buradan

16 Mart 2010 Salı

GASTAMONU GASTAMONU DEP DEP DEP

Atatürk Kültür Merkezi'ndeki tanıtım günleri devam ediyor. Bu ara Kastamonu var sırada, eh Leylak Dalı eksik mi kalsın, boşuna mı söyledi okul sıralarında "Ilgaz Anadolu'nun sen yüce bir dağısın" diye bağıra çığıra. O halde gidilmeli, görülmeli denildi ve düşüldü yollara. Ankara'ya tekrar kış geldi, hava soğuk, yağışlı ve sevimsizdi. Ağaçlarsa inadına çiçek açma yarışında, nasıl güzeller, Japon estampları gibi. Herbirini tek tek sevmek sonra da cebime koyup eve götürmek istiyorum. Gördüğüm her çiçekli ağacın önünde birkaç dakika oyalanıp seyrettikten sonra sonunda metroya attım kendimi. Metroda akşama kadar iki ana istasyon arası gidip gelebilirim hiç sıkılmadan, öylesine eğlenceli. Tam karşıma bir kadın oturdu mesela, orta yaşlı, kendi halinde, sıradan görünümlü bir kadın. Bir yandan ağzındaki sakızı etrafa çaktırmadan çiğnemeye çalışıyor bir yandan da vagonun köşesinde cilveleşen genç çifte meraklı ve ayıplayan gözlerle bakıyordu. Yan tarafta üstünde "Mendil kullanın, gripten korunun" yazan bir poster asılı, üzerinde elindeki mendili burnuna götürmüş küçük bir kızın fotoğrafı var. Derken elindeki mendili aynı posterdeki küçük kız gibi burnuna tutmuş bir kadın girdi vagona ve tam posterin altına oturdu. Görüntü süperdi, aynı pozisyon, üstte küçüğü, altta büyüğü. Utanmasam makineyi çıkarıp fotoğraflayacaktım. Trenin hareket etmesine ramak kala kendini içeri atan genç kadınsa kapıya sıkışıp ezilmekten zor kurtardı kendi, o anın utancı ve paniğiyle bir sürü oturacak yer olmasına rağmen gidip bir köşede uzun zaman ayakta dikildi, neden sonra olayın unutulduğuna kanaat getirip bir köşeye ilişti. Karşı köşemdeki genç kızsa kalın bir kitabı (laf aramızda hangi kitap olduğunu çok merak ettim) kafasını dahi kaldırmadan okudu durdu. Tren de bu arada ineceğim istasyona ulaştı. İçerdekilerin de bir blogu olup olmadığını merak ederek indim metrodan ve AKM'ye doğru sağlı sollu otların yeşerdiği çamurlu patikadan yürümeye başladım. Neler gördüğümü ben değil fotoğraflar anlatsın...

Cide yazmaları

Kastamonu'ya has kadayıf, tatar, bazlama, erişte, ekmek ve benzeri yiyeceklerin standı

Kastamonu'lu ailemiz, erkek nüfus çoğunlukta, vah kadınların başına gelene. Yıka, ütüle, temizle, pişir, taşır:))

Bu eşyalar çam kozalağından yapılmış

Cide standında yazar Rıfat Ilgaz'ın köşesi

Tosya standı ve pirinç torbalarıyla poz veren Kastamonu'lu gençler:))

Taşköprü sarmısağı, Araç kızılcık tarhanası, mısır kırması, turşu, fındık ve diğer yöresel ürünler

Bu da "İspit"miş. "Hodan otu" da deniyor. Satıcısı özellikle çekmemi istedi, onu mu kıracağım çektim gitti. Kavurması yapılıyormuş.

Son olarak yiyecek çadırına geçtik ve ünlü Kastamonu Etli Ekmeğinden yedik. Çiğböreğin biraz daha büyüğü ve sacda pişeni. Sonuç: Eh!.. Çok daha güzelini bizzat Kastamonu'da yemiştim.