.

.
.

30 Haziran 2010 Çarşamba

RÜYA KOYDA GÜNBATIMI

Dün akşam gün batımına yakın muhteşem bir koya gittik arkadaşımla orman içinden yürüyerek. Orman yolunun bitiminde bir rüya gibi çıktı karşımıza Haydar Koyu. Söylenecek fazla söz yok, buyrun fotoğraflara bakın...












29 Haziran 2010 Salı

KUMSALLAR BOYUNCA BAK, AYAK İZLERİMİZ VAR

Pazar günü öğleye doğru Marmaris'ten hareket ettik. Mola yerimiz Bafa Gölü kıyısında bir balık lokantası oldu. Çok leziz bir kefal ızgara yedikten sonra zeytin ağaçlarıyla çevrelenmiş bu güzel mekandan ayrıldık.

Akbük sapağından sonra dağın tepesinde uzun saplı, nazlı birer papatya gibi salınan rüzgar tribünlerini gördüm, tam 15 tane idi. Arabadan ancak bu kadar fotoğraflayabildim.

Arkadaşlarımızın yazlığı Akbük'ü geçtikten sonra Bozbük denilen koyda, zeytin ağaçları arasındaki bir sitede. Zeytin ağacı gördüm mü saygı duruşuna geçmek isterim, benim en sevdiğim ağaçtır, bilge duruşu, soylu görünüşü ile. Evin terasından görünen manzaraysa begonvillerle sarılı.

Sabah deniz kıyısındaydık, çamlarla çevrili Bozbük koyunda.

Plaj güzelleri; çanta, şapka, şemsiye, gözlük, kitap beşlisi. "Sessizlik"i okumaya çalıştım ama başarılı olamadım etrafa bakmaktan. Kitap elimde sürünüp durmakta, benimle birlikte epey yer gördü, epey etkinliğe katıldı. Ankara'ya gidince al baştan yapmak gerekecek zira konusunu unuttum bile.

Etraftaki siteler geneklikle emekli cenneti olduğundan denize girenler de toraman yaşlı hatunlar ve göbekli kırçıl amcalar. O nedenle kilo konusunda komplekse kapılmıyor insan bu plajda, öyle çıtır fıstıklar, 90-60-90 dilberler nadirattan.

"Kara Kitap"cığım, ayaklarım senin için suda bu fotoğrafı çekerken aklımdan sen geçmektesin, öpücüklerimi yolluyorum.

Sürrealist tablo gibi görünen bu fotoğraf kıyı boyunca yürürken çekildi. Zavallı balığın gövdesinin akibeti meçhul.

Ve karşınızda "Leylak Dalı". Namımız ve şanımız Akbük sahillerinde de yürüsün. Beni izlemeye devam edin. Şimdi yemek zamanı, izninizle kaçıyorum...

28 Haziran 2010 Pazartesi

MARMARİS, KUŞADASI, KINA, DÜĞÜN VE DAHA BİR DOLU ŞEY...

Kocaman bir haftayı geride bıraktık. Neşeli, telaşlı, eğlenceli, keyifli, yorgun, koşturmalı, kimi zaman artık aramızda olmayanları anarak hüzünlü ama çok güzel bir haftaydı. Hava şansımıza güzeldi, sıcaktan boğulmadık, Marmaris çok güzeldi tıpkı yukarıdaki fotoğraftaki gibi, uzun zamandır görüşemediğimiz akrabalarla, sevdiklerimizle mutlu bir olay nedeniyle birlikte olmak güzeldi, gelin güzeldi, damat güzeldi, düğün güzeldi; hasılı anılar çekmecesine dokunulmaya kıyılmayacak bir ipek bohça daha eklendi.

Ortancalar Marmaris, Beldibi pazarından.


Yukarıdaki görüntüler Marmaris'te bir gece gezmesinden

Hafta ortası Kuşadası'na gittik, kına gecesi için; gelin kızımız kırmızı bindallısı, pullu fesi, kırmızı çarıkları ve avuçlarına yakılan kınaları tutan güllü bantları ile pek şekerdi.


Kuşadası akşam üstü enfes manzaralar seriyor gözlerimizin önüne, günbatımı olağanüstüydü.

Düğün hazırlıkları yapılırken pek lezzetli, dereotlu simitleri götürdük her sabah. Bu simitleri yapan fırına ve her sabah satın alıp gelen teyze oğluma benden üç kere: "Sağol, sağol, sağol"

Düğünlerin olmazsa olmazı yaprak sarması çalışmaları:) Teyze kızım tarafından itinayla sarıldı ve nazık gövdelerimize itinayla yollandı.

Çok yemek yaptım, aşçılık çalışmalarımda aşama kaydettim. Hem de kalabalık gruplara alışmadığım büyüklükteki ölçülerde, neyse ki alnımın akıyla çıktım işin içinden, zehirlenen olmadı:) Çok güldüm, çok güldürdüm sefamız olsun. Çok merdiven inip çıktım, dizağrım beni çok zorladı ama ne gam, sevdikleriyle birlikte olunca ağrının falan önemi olmuyor. Çok fotoğraf çektim, çektirdim, neredeyse her anı kayda aldım, güzel günler saklanmalı. Çok oynayamadım, dizim izin vermedi. Olsun, oynayanları izlemek de güzeldi. Düğün harikaydı, güzel çifte ömür boyu mutluluklar olsun, onlar erdi muradına, darısı diğer bekarların başına.

Dündenberi Didim, Akbük'te arkadaşlarla birlikteyiz. Akbük haberleri bir dahaki posta. Kalın sağlıcakla...

Not: O kadar yoğundum ki fırsat bulup yorumlarınıza yanıt veremedim kusura bakmayın, Ankara'ya dönene kadar beni affedin.

21 Haziran 2010 Pazartesi

HAREKETLİ GÜNLER

Antalya'ya oranla giderek serinliyen hava ve kuzenimin evinin terasından görünen şu manzarayla keyfime keyif katmaktayım. Hele dün sevgili blog arkadaşım güzeller güzeli, şekerler şekeri "Buğday Tanesi" ile buluşup bol kahkahalı, sıcacık bir sohbet gerçekleştirince tadından yenmedi gün. Buğday'cığımı zaten seviyordum ama yüzyüze gelince sevgim katlandı. Canım benim, en kısa zamanda tekrar görüşelim, seni tanımak harikaydı...

Bahçedeki asmadan kopardım bu korukları. bayılırım tuzlayıp yemeye.

Sadece keyfettiğimi sanmayın, buraya geliş sebebimiz evin yakışıklı oğlunun Cumartesi günü gerçekleşecek düğünü. Haliyle hazırlık içindeyiz. Çarşamba Kuşadası'na Kına Gecesi'ne gideceğiz. Bunlar da kınada dağıtmak için hazırladığımız çerezler.

Vee düğünde gelinin başına serpmek üzere para-pirinç-mavi boncuk üçlüsü. Süslendiler, püslendiler, düğün gününü bekliyorlar.

Beni bağışlayın, Q klavyede çok zorlanıyorum. Şimdilik izninizi istiyorum. Sevgiler Marmaris'ten...

19 Haziran 2010 Cumartesi

MARMARİS'E MERHABA


Geldik sonunda.

Sabah vücudumdaki suyun dörtte üçünü ter olarak evde bıraktıktan sonra yola çıktık. Arabanın dışında sıkı bir sıcak, içinde insanın başını ağrıtan klima serinliğiyle devam ettirdik yolculuğu. Göcek'te mola verdik. Göcek'i çok seviyorum; çiçekli, ağaçlı sokaklar, pırıl deniz, maviliğin üstünde kuğu gibi salınan tekneler, şirin evler. İnsanın içi açılıyor. Alışkanlıklarımıza o kadar bağlıyız ki daha önceki gelişimizde gittiğimiz lokantada yemek yiyip, çay içtiğimiz cafede çay içerek vefamızı göstermiş olduk. Kısa bir turun ardından yola koyulduk tekrar.
İkindi üstü ulaştık Marmaris'e. Şimdi çay içip kuzenlerle muhabbet ediyoruz. Detaylı hevadisler daha sonraki postlarda. Çam kokulu sevgiler...
Fotoğraflar Göcek'ten.

18 Haziran 2010 Cuma

YOLCULUK OLMALI, YOLCULUK


Yol göründü yine, sabah yolcuyuz. Köpek gibi yorgunum. Bir yere gitmeden önce sakin, huzurlu ve kendini yormadan hazırlanan bir insan kişisi mevcut mudur acaba? Her seferinde aynı terane, toparla, yıka, ütüle, seç, yerleştir, düzenle, alışveriş yap, uyh!.. Bu sefer bir de sıcak eklendi ki ne biçim, omuzlarında kızgın bir sobayla iş yapmak gibi birşeydi.

Gece çılgınlar gibi bağıran bir kadın sesiyle uyandım, nereden geldiğini anlamadığım bu sıtma görmemiş ses en kibarı "şerefsiz" olan bir dizi küfrü arka arkaya sıraladı bir saate yakın. Hayatımda duymadığım yakası açılmadık laflar savurdu durdu. Kimdi, kimin nesiydi, kime bağırıyordu, ses nereden geliyordu bir türlü çözemedim. İşin garibi benden başka bir Allah kulu kapıya, pencereye çıkıp da "Nedir bu?" demedi, insanlar uyumuyor adeta ölüyor.

Yorgunluktan gözlerim kapanıyor, kalkıp son hazırlıkları da tamamlayayım. Yarın bilgisayar başına geçmem mümkün olursa muhabiriniz size Marmaris'ten seslenecek. Kalın sağlıcakla...

Gitmeden Orhan Veli usta bir yolculuk şiiri fısıldasın kulaklara:

"Duyduğum yoktu ne vakittir
Güvercin sesi, kumru sesi pencerede;
İçime gene
Yolculuk mu düştü, nedir?
Nedir bu yosun kokusu,
Martıların gürültüsü havalarda;
Nedir?
Yolculuk olmalı, yolculuk."

UZAYAN DİZİLER VE MALUMATFURUŞ İZLEYİCİLER

Gece uzandığım yerden sapsarı bir kavun dilimi gibi görünen ayı izledim uzun süre. Günboyu süren kurutucu sıcak yerini az da olsa serinliğe bırakmışken açık camın önünde gökyüzüne bakmak güzel oluyor. Bir an ayı elime alıp kavun yer gibi ısırdığımı hayal ettim, her lokmada içim ışıkla dolar mıydı acaba?

Sabahın köründe başladı sıcak, günboyu da gitgide artarak devam etti. Kendimi yüksek ısılı bir fırının içinde kızarıp pişen tavuk gibi hissetsem de biraz bakımın tavukların da hakkı olduğu düşüncesiyle kuaförün yolunu tuttum erkenden. Benim saçım boyanırken yan koltukta bir hanımın saçına fön çekiliyordu. Kalfa kızlara evlenecekleri zaman mutlaka düğün yapmalarını, sadece nikahla evlenecek olurlarsa ilerde pişman olacaklarını üstüne basa basa tembihledikten sonra kendisinin de düğün yaptığını, düğününde bol bol oynadığını ayrıca ailecek oynamayı çok sevdiklerini, hacı olan anneannesinin bile hiç oturmayıp pistte döktürdüğünü söyledi. Sonra yeni bebeği olan genç kuaför hanıma evlenir evlenmez bebek yapmakla ne kadar iyi ettiğini belirterek takdirlerini sundu. Açık olan TV'den hareketle muhabbet dizilere, oradan da "Yaprak Dökümü"ne kaydı. Ferhunde'ye fena halde sinirlenmişti; "Yine yaptı yapacağını, adama kriz geçirtti" dedi. Aaaa, sözkonusu Ferhunde bile olsa haksızlığa dayanamazdım doğrusu, hasbelkader dünkü bölümü sonuna kadar izlemiş olmanın verdiği güvenle "Ferhunde bu sefer ilk defa suçsuzdu" diye söze karıştım, "Kadın Şevket'i müdafaaya gitti, bilmiyordu ki Ali Rıza Bey'in haberinin olmadığını" diyerek musibet Ferhunde'yi savundum ve ilk avukatlık girişimimi başarıyla sonuçlandırdım. Kadın beni gerçekten avukat sanmış olacak ki itiraz etmedi, "Hımm, evet, ay zaten dizi de çok uzadı" diyerek konuyu değiştirdi. Dizinin uzadığına kalfa kızlar da onay verdiler. Kadın bundan cesaret alarak şöyle buyurdu: "Zaten yazarı Celal Nuri Gültekin de kızıyormuş, çok uzattınız bitirin artık diziyi diyormuş". Eh, bundan sonrası dizinin de, sözün de bittiği yerdi; sustum ve oje sürmesi için elimi manikürcü kıza uzattım.

Fotoğraf dünkü Çakırlar gezisinden...

17 Haziran 2010 Perşembe

FELEKTEN SICAK BİR GÜN ÇALDIK

Dün teneffüse çıktım. Valizler hala kapanmamış, kalan işler hala toparlanmamış ne gam, hepsi beklesin dedim ve fırın ağzından gelirmiş gibi üfleyen sıcağa rağmen çıktım evden dışarı. Arkadaşlarla buluştuk ve artık Antalya'nın mahallesi olan Çakırlar köyüne gittik. Çakırlar narenciye cennetidir bir de gözlemecileri meşhurdur. Biz de yerleştik hafta içi olduğu için tenha mekanlardan birine.

Kısa bir süre sonra herbirimizin önüne fotoğrafta gördüğünüz gibi yorgan(!) büyüklüğünde bir gözleme geldi incecik açılmış, haa yağı nerde derseniz biz istemedik. Yağ ihtiyacımızı buharı tüterek ortaya konan bazlamanın üstüne sürerek giderdik. Biraz ayıp oldu bünyeye, çok yedik ama değdi doğrusu.

Zeytin ağaçları arasındaki bol sardunyalı yerimiz güzeldi lakin hava o kadar sıcaktı ki gözlerimizin içine kadar kuruduk. Antalya'da yazın poyraz esince nem kaybolur. Gelgelelim nasıl bir sıcaktır ki o kavrulup kalırsınız.

Biraz daha esintili diye yer değiştirdik, çardağa geçtik. Kahvelerimizi sıcaktan erimiş naneli çikolatalar eşliğinde orada içtik.

Frenk yemişleri henüz olgunlaşmamış, yaz sonuna doğru yenilecek kıvama gelir.




Bunlar benim çocukluk arkadaşlarım fişgeneler, az toplamadım yaz tatillerinde gittiğimiz teyzemin bahçesinden, hatta arkamdan mektup içinde bile yollardı teyze çocuklarım. Bahçede nüfus patlaması yapmışlar. Her otun, her çiçeğin üstünde dizi dizi sıralanmışlardı ama ben artık büyüdüm ya ilişmedim onlara.


Evet, çok sıcaktı ama güzeldi gördüğünüz gibi herşey. Antalya'dan ayrılmadan önce hoş bir veda ziyareti yaptım ağaçlara, çiçeklere tekrar görüşene kadar.

Ve yine Birhan Keskin'den üç-beş dizeyle bitsin bu yazı da:

"Ben iğdenin gümüş aydınlığında
duruyorum çoktandır bir yanım karanlık
Biraz uzaktan bakınca:
İki baca, sanki kurum bağlamış
Uzansa da birbirine, alevi değmiyor artık."

16 Haziran 2010 Çarşamba

YOL HAZIRLIKLARI

En domestik günlerimden biriydi. Haftasonu yola çıkılıyor olması iş katsayısını arttırdı, söylene söylene toparlanmaktayım. Hafiften valizleri toparlamaya başladım, herkes gibi 10-15 günlüğüne tatile gidiyor değilim ki, bir gidiş 3-4 ay sürüyor. Bununla bağlantılı olarak da hazırlık aşaması hayli ağır oluyor. Sabahtan akşama kadar valize girmesi ve girmemesi gerekenlerin muhasebesini yaptım, bakiye aldım, ambar sayımı, envanter derken akşamı buldum. Valize gireceklerin sayesinde çekmece ve dolaplar da yerleşti, herbir giysi koklama testinden geçti, hafiften bile ter kokusu aldıklarım makineyi boyladı, yıkandı, ütülendi ve ben bittim. O kadar otomatiğe bağlamışım ki ellerim giysileri ayırırken beynim başka yerlerde geziniyordu. Hayatıma bir şekilde girmiş ve ondan sonra tamamen yokolmuş kişilerin bir listesini yapmaya kadar götürdüm işi yerleştirme esnasında. İlk anda 6 yaşımın Gürbüz abisi düştü aklıma, anneannemin uzaktan akrabası, askeri tıp öğrencisi, hayli uzun boylu, saçları hafiften seyrelmeye başlamış, güleryüzlü bir gençti. Haftasonları bazen bize evci çıkardı, dört gözle beklerdim zira belimden tuttuğu gibi havaya kaldırır, uzun süre tutardı beni yukarda. Boyu uzun olduğu için odayı kuşbakışı seyrederdim sayesinde ve bu da çok hoşuma giderdi. Sonra tıp fakültesi bitti, Gürbüz abi gitti. Gidiş o gidiş, o gün bugündür görmedim. Neyse ki havaya atılıp tutulma ihtiyacımı karşılayan bir başkası peydah oldu. Şu dünyadaki hala görüştüğüm en eski arkadaşım Serpil'in Osman dayısı. Kendi dayımmış gibi koştururdum peşinden, sağolsun yiğenlerinden ayırmazdı, çok havalarda gezmişimdir sayesinde. O apartmandan taşındıktan sonra Osman dayı da karıştı gaipler arasına. En özlemle hatırladığım ise ilkokulun üç yılındaki sevgili arkadaşım Afife'dir. 3. sınıfın son günlerinden birinde geldi ve "Allahaısmarladık, biz taşınıyoruz" dedi bana. "Hadi be, yalan söyleme" dedim, "Sahiden, babamın tayini çıktı" dedi. Yine de inanmadım ve güle güle bile demedim, Afife ise ertesi gün ve daha sonraki günler gelmedi. Hala içimde yaradır doğru dürüst vedalaşmamış olmak.

Akşama doğru fazla daldığımı ve fazla yorulduğumu farkedip ara verdim ve adıma gelen bir paketi almak için kargoya gittim.

Paket Lalecim'den geliyordu, şanımıza layık bir kitap almış bana, bizim için çok önemli bir makinanın-matbaanın-mucidinin yaşamöyküsünü anlatan "Macar". İbrahim Müteferrika olmasaydı çok sıkılacağımıza eminim hem benim hem Lale'nin. Kitap yok, dergi yok, gazete yok. E ne yapacaktık, "Nine bize masal anlat". Büyüyünce ne olacak, hayat çok tatsız olacak. Öyleyse iyi ki doğmuş Müteferrika, bakalım neler görmüş, geçirmiş okuyup göreceğim. Kargodan geldim, dışarının nemli sıcağından arınıp rahatlamak için kendimi duşa attım ve arkasından yaptım kahvemi, Lalecim senin şerefine içtim, bir yandan da kitabımı karıştırdım, uğur böcüklü, çiçekli, kuşlu mektubumu okudum. Çok teşekkürler, hatırın 40 yılın da üstünde olacak emin ol...

Ek:
Birhan Keskin aşkım depreşti yine, birkaç dize koyayım şuraya:

"sen bana elma yerdin eskiden
ben kocaman bir bardak su sana mutfaktan
iki buğulu ağaç olalım, ben sana
iki serin taş demiştim daha o zaman
yan yana ses veren, yağmur alan"

15 Haziran 2010 Salı

KARNIYARIK SAVAŞLARI 2

Pazar akşamı yemekte misafirim vardı, genelde pek az yaptığım birşeyi yaparak kendimi telef ettim günboyu. Elektrik süpürgesine atlayıp odalar arası yolculuk mu yapmadım, vileda sopasına binip cadılar gibi havada mı uçmadım, tozbezimle raflardaki objelerimi mi okşamadım, lavabo, klozet ve fayanslardan oluşan bir orduya harekat mı düzenlemedim, daha neler neler. Temizlik savaşları sona erdiğinde mutfakta aldım soluğu, vakit ikindi olmuş velakin konuğun önüne çıkarılacak bir lokma aş pişirilmemişti. Bu sezonun ikinci karnıyarık operasyonuna giriştim ama bu defakiler dişli çıktılar, ilkindeki gibi eğlenceli bir macera yaşamadık kendileriyle. Evvela henüz 3 gün önce pazardan taze taze satın alınmış dolapta istirahat eden patlıcanlarıma el attığımda dörtte üçünün "çürük raporu" alıp askerlikten yırttığını gördüm. Manava koşturduk evin beyini, gürbüz elemanlardan oluşmuş takviye kuvvet tedarik etti. Yıkadım, soydum, içini hazırladım, sıra patlıcanları kızartmaya geldi, attım tavaya. Çevirmek için çatallı elimi uzattığımdaysa kıyamet koptu, önce çat diye bir şarapnel patladı, arkasından makineli tüfek atışları başladı. Havaya sıçrayan kızgın yağ damlaları 45 derecelik bir açı çizerek umarsızca uzanmış kolumun üstüne kondular. Elimden iki, kolumdan 5 yanık yarası almış bulunmaktayım. Takımdan ayrılmış asi bir neferse yüzüme doğru hamle ederek çenemin sol yanına yapışıverdi. Şimdi yaradana şükrediyorum ki yüzümü ters yaratmamış, aksi takdirde çenemin yerinde sol gözüm olacaktı ve ben belki de "Nayır, nolamaz görmüyorum görmüyorum, nayır nayır yarım görüyorum" diyerek sevdiğine koşan H.ülya Koçyiğit gibi ayaklarımı sağa ve sola yalpalatarak hızlı ama zarif adımlarla dönenecektim evin içinde. En baba yanıklar sağ elimde, başparmağımın elime birleştiği yerde koyu pembe, iri bir yağmur damlası biçiminde, üzerinde besili kabarcıklar olan 4 cm lik bir desen taşımaktayım. Elimin üstündekiyse biraz daha kahverengiye çalıyor ve eşkenar dörtgen şeklinde. Kol ve çenedekiler daha küçük boyutlarda. Görüntüleri çirkin lakin "Kudret Narı" mucizesi sayesinde hiç acımamaktalar. Geçen sonbahar alıp, zeytinyağı içinde sakladığım iki adet kudret narının ezmesinden sürdüğümde beni ağlatacak kıvama getiren yanık acısı şıpın işi geçiverdi. Akşam gelen misafirler de yemeklerimi beğenince gazamız mübarek oldu.

Fakat dün o kadar yorulmuşum ki gece yorgunluktan hiç uyuyamadım, sabaha karşı iki saatlik bir uykuyla başladım güne ve bugünü tam anlamıyla dinlenerek geçirdim. İstirahat kelimesi anlamını ancak bu şekilde bulabilirdi. Bir makine çamaşır yıkayıp asma dışında hiçbir iş yapmadım tembellik ettim. "Sessizlik" i okudum. O kadar güzel ki, yavaş akan bir su gibi adıyla uyumlu. Ha konusu ne derseniz açıklayamam, zaten ben kitapta konu aramam, kelimeler beni sürükler götürür. Yazarın ve arkadaşım olan çevirmenin birlikte çektirdikleri bir fotoğrafın facebookuma düşmesi de cabası, kendimi yazarla tanışmış gibi hissediyorum şimdi.

Yine almış başını gitmiş bu post, huzurlarınızdan çekilirken hayatın sarp ve dikenli yollarında ben ve yanık izlerim hepinize başarılar dileriz.