.

.
.

31 Ocak 2011 Pazartesi

HÖPİ BÖRT DEY TU Mİ :)

Bir yaşı daha sağlıkla geride bırakmanın huzuru içindeyim. Ne yaşım, ne de geride kalanı geçeninden daha az olan yıllar umurumda. Ben içimdeki çocukla mutluyum, onu kaybetmemek ve büyütmemek dileğim. İyi ki doğmuşum, ne yazık ki leylak mevsimine kadar bekleyememişim. O halde bu fotoğraftaki leylaklar ve yenilenme sürecim nedeniyle yiyemeyeceğim pastanın yerine de bu leylaklı pasta sanal dünyadan kendime armağan olsun :))



30 Ocak 2011 Pazar

BU SABAH DA KAR VAR ANKARA'DA

Dün sabah uyandığımızda dışardaki beyaz örtüyü görünce çok şaşırmıştık. Hayli işlek bir cadde üstünde evimiz, o yüzden egsoz dumanı, arabaların hareketi gibi nedenlerle çok çabuk eriyip akıyor karlar burada. Sonrası felaket, gecenin soğuğuyla buza kesiyor ki pek artistik olmayan patinaj durumları çıkıyor o zaman ortaya. Geceden beri yağan kar öğleden sonra durmuş, çamurlu, sulu pek hoş olmayan bir görüntü oluşmuştu. Bugünse Pazar sabahına yakışacak bir manzaraya açtık perdelerimizi, gökten kelebekler düşüyordu adeta. Zemin ıslak, pek birikecek gibi görünmüyor ama karın yağışı çok şairane, biraz yeteneğim olsa elimde kahvem cam kenarına oturup şiir döktürebilirdim. Onun yerine ben susayım Ahmet Muhip Dranas konuşsun "Kar" şiirinden birkaç dizeyle:

"Ne sabahtır bu mavilik, ne akşam!
Uyandırmayın beni uyanamam.
Kaybolmuş sevdiklerimiz aşkına,
Allah aşkına, gök, deniz aşkına
Yağsın kar üstümüze buram buram"

Bu fotoğraflar "Kutlu-Mutlu Doğum Haftam" nedeniyle doğmadan önce yurtta ve yavru vatanda başlatılan şenliklerden birer enstantane:)) Eh bu yaştan sonra da ancak bir haftaya sığar doğum günü kutlamaları. Yukarıdaki arkadaşlarımın jesti: "Kutlu-Mutlu Doğum Haftası Part One"

Bu da kızkardeşle yapılan şenlikten: "Kutlu-Mutlu Doğum Haftası Part Two". Ayın son günü doğarak memur babaya sürpriz yaptığım gerçek doğum günüm yarın, kendime Ara Güler'in "Foto Cep" kitabını ve bir şişe leylak kolonyası almış bulunuyorum hediye olarak, eh kar da şerefime yağıyor daha ne isterim. Hem yarın bir kutlama daha olacak aile arası, ay iyi ki doğmuşum ben yahu:)))

29 Ocak 2011 Cumartesi

MEMLEKETİMDEN KAR MANZARALARI

Tıklayın büyüsünler
Fotoğraflar Kızkardeş'ten...






28 Ocak 2011 Cuma

BÂKİ KALAN BU KUBBEDE BİR HOŞ SADA İMİŞ

Az evvel geldim eve, kulağımda hâlâ dinlediğim müziğin tınıları. Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası'nda konserdeydim. Bulgar şef Emil Tabakov'un yönetimindeki orkestra Çaykovski'nin "Romeo-Juliet Uvertürü" ile açılışı yaptıktan sonra keman virtüözü Svetlin Roussev'e eşlik etti iki parçada: Camille Saint Seans'dan "Rondo Capriccioso" ve Ravel'den "Çigan". Lakin konserin doruk noktası son bölümdeki yine Çaykovski'nin bestesi olan "Capriccio Italien"di.

CSO'ya ilk gidişim ilkokul yıllarıma rastlar. Sanırım 4. sınıfta idim. Şaşılası bir durumdur ki ünlü müzik adamı Faruk Yener haftada bir defa okulumuza gelir, bir gruba mandolin dersi verdikten sonra müdürün odasından sınıflara naklen, açıklamalı müzik yayını yapardı bir ders saati boyunca. Yine onun önderliğinde topluca CSO'ya götürülmüştük bir Cumartesi günü. Aklımdan hiç çıkmayacak bir müzik ziyafeti idi. Rus besteci Sergei Prokofiev'in çocuklar için yazdığı "Peter ve Kurt" adlı senfonik eseri açıklamalı olarak dinlemiştik. Çok büyük keyif almıştım konserden ve o yıllarda döşemesi beyaz olan koltukların yumuşaklığı ve rahatlığı da en az konser kadar aklımda yer etmişti. Öğrencilik yıllarımızda ara ara giderdim konserlere, sonra hayat gailesi ve Ankara dışında oluşum CSO ile bağımı gevşetti. Salon da oldukça eskimiş ve bakıma muhtaç bir hale gelmişti ki geçen yıllarda uzun süren bir yenileme çalışmasıyla tekrar müzikseverlerin hizmetine sunuldu. Pek de güzel oldu, nice konserlere diyelim o zaman.

Uzun süredir izlenilmek üzere bekleyen bu filmi nihayet izleyebildim. Biraz gecikmeli oldu ama çok beğendim. Görev yaptığı orkestranın dağılması üzerine tabut düzenleyicisi olarak çalışmaya başlayan bir çellistin bu garip mesleği icra ederken aşama aşama değişimini konu alıyor film. Gerek konu, gerek oyunculuklar, gerekse filmin soundtrackı harika. Filmde çellistin eşini oynayan kızı konsantre yapıp bir şişeye doldurmak ve huzura ihtiyaç olduğu anda şişenin kapağını açıp eve serpivermek geldi içimden. Öyle güleryüzlü, öyle dingin, öyle uyumlu, öyle duru idi ki. Hasılı bu vakte kadar izlemiş olmanız mümkün ama eğer izlemediyseniz kaçırmayın derim.

27 Ocak 2011 Perşembe

NOS NOS NOSTALGIA...

Cam gibi bir hava ve sıkı bir ayaz vardı bugün. Soğuğa rağmen beni çocukluğuma ve ilkgençliğime savurup mutlu eden bir gündü. Yıllar yıllar sonra bir mahalle arkadaşımı-belki de şu hayattaki ilk arkadaşlarımdan birini-buldum facebook aracılığıyla. Onca senenin üstüne buluştuk öğlen. "Bu kadar zaman sonra ne bulup ne konuşacaksınız?" diye soranlara inat lafı birbirimizin ağzından kaptık, mazinin sandık kokulu bohçasına sarmalanmış nice anı fışkırıp çıktı kenardan köşeden. Ölenleri, kalanları, sevdiklerimizi, sevmediklerimizi yadettik, çokça güldük, zaman zaman hüzünlendik ama biz bu buluşmayı çok sevdik. En kısa zamanda tekrar biraraya gelmek dileğiyle ayrıldık.

Arkadaşımı yolcu ettikten sonra daldığım Sakarya Caddesi'nden aldım bu laleleri. Antalya'da pek laleye rastlanmaz, son birkaç yıldır parklarda bahçelerde görülüyor bahar zamanı ama benim özlediğim gibi sokaklarda satılmıyor. Yıllarca hiç lale görmeden yaşadım desem yeridir. Bugün çiçek tezgahlarının önünde, plastik vazolara konmuş görünce hemen yanaştım. Ortaokul ve liseyi okuduğum Kız Lisesi'nin dağılma saatlerinde baharın müjdecisi gibi boy gösterirlerdi rengarenk demetler halinde yerleştirildikleri galvaniz kovaların içinde. Kız Lisesi olmasının doğal sonucu bol miktarda delikanlı beklerdi paydos saatlerinde kapının önünde. Uyanık çiçekciler lale kovalarına en göz alıcı çiçekleri koyar ve "Sevdiğini mutlu et" diye bağırarak gençleri harekete geçirirlerdi. Kapıda elinde laleyle bekleyen sevgilisini gören kız öğrenci ürkek ürkek sağa sola bakar, idareci veya öğretmenlerden birine yakalanmak korkusuyla çekinerek alırdı kendisine uzatılan çiçeği. Gençlik yılları, yüreğin en hızlı tempoyla çarptığı zamanlar, sevdiğinden lale alan kıza için için imrenilir ama en kısa zamanda da dedikodusu yapılmak üzere zihin defterine kaydedilirdi. Elimde lale demeti bunları düşünerek yürürken YKY Satış Mağazasının önünde bir nostalji yolculuğuna daha çıkıverdim.

Vitrindeki afişi görür görmez daldım içeri, "Ayşegül" serisi hikaye kitaplarının yayınlanmaya başladığını duyuruyordu afiş. Ah o "Ayşegül" kitapları; tek çocuk saltanatımın henüz devam ettiği ilkokul yıllarımın sıcak yaz tatillerinin en yakın arkadaşı. Resimlerine bakmaya doyamazdım, okuduğum öyküyü hiç bitirmezdim kafamda, hayallerim devamını getirirdi. Kitaptaki evlere, eşyalara, annenin gençliğine, güzelliğine, şıklığına imrenirdim. Ezberleyinceye kadar okuduktan sonra görevim başlardı. Bu iş için ayırdığım defterime not etmek üzere hikayedeki çocukları, hayvanları, evleri, çiçekleri, ağaçları, eşyaları, yiyecekleri tek tek sayardım. Eğer defterim kaybolmasıydı o yıllarda basılmış tüm Ayşegül serisinin resimlerinde yer alan objelerin tek tek dökümünü bulmanız mümkündü. Bu işten büyük zevk alırdım, yeni bir kitabın çıkmasını sabırsızlıkla beklerdim. YKY'nin baskıları benim çocukluğumdaki kadar kaliteli olmasa bile eski bir dosta kavuşmanın sevinciyle hemen bir tane satın aldım. Birazdan keyifle okuyacağım. Gözattığım kadarıyla Ayşegül'ün köpeğinin adı hala Fındık ama erkek kardeşinin Can olan ismi Orhan'a dönüşmüş, ne yapalım o kadar kusur kadı kızında da olur:))

Her anıyla beni geçmişe götüren günümü böylece sonlandırdım. Sizin de güzel anılarınız hep yanınızda olsun efendim...

26 Ocak 2011 Çarşamba

SABAH DÖKÜMÜ


-"İnce belli bardakta olmazsa çay içmem abi" diyenler için çakma ince belli kupa. Paşabahçe çıkarmış, hem de tasarım ürün; Erdem Akan imzalı.

-Kar yağıyor, yerler ıslak tutar mı bilmem? Tutarsa sevineceğim; hem griden beyaza geçeceğiz içimiz aydınlanacak, hem de şu Keçi midir Davar mıdır nedir o gribin mikrobu kırılacak.

-Yahu 30 yılı aşkın bir süreden sonra insan hala rüyasında kendini Cebir'den ikmale kalmış görür mü? Lise 1'deyim, bütün notlarım iyi, Cebir zayıf ve sorular derste dinlemeyip laklak ettiğim konulardan geliyor. Panik halindeyim, babama bana özel öğretmen tutması için yalvarıyorum. Böyle rüya mı olur, ayrıca ben Cebir'den hiç ikmale kalmadım, bırak Cebir'i ben ikmale kalmadım arkadaş, ne sebeple giriyor rüyalarıma bu konu hilafsız ayda bir?

-Ayşe Kulin'le "Hayat" bitti, "Hüzün" başladı.

-Snıf snıf, sol yanımdan mis gibi nergis kokusu geliyor. Annem değişik bir yemek pişirdiğinde babamın tipik cümlesiydi: "Snıf snıf, burnuma yemek kokusu geliyor". Aramızda bir parola olmuştu ben küçükken, canımız bir yemek istediğinde koro halinde söylerdik: "Snıf snıf, burnuma yemek kokusu geliyor".

-Bir yemek yazısında okumuştum, "Bir evde kavrulmuş soğan kokusu varsa o evde anne var demektir". Doğru.

-"Öyle Bir Geçer Zaman ki" dizisinin bütün tiplerinden-Hasefe Hanımı tenzih ederim-ikrah getirdim.

-Ara öğün zamanı, elma yemeye gidiyorum. Kalın sağlıcakla...

Meraklısı için ilave not: Kar an itibarıyla durdu.

Bir not daha: İzleyici sayım 366 olmuş, yılın her gününe bir izleyici, hatta Şubat'ın 29 çektiği artık yıl için bile var, ne uyumlu değil mi:))))

25 Ocak 2011 Salı

FLAMİNGO'DA KAYMAKLI KADAYIF

Ankara'nın en eski pastanelerindendir Flamingo Pastanesi. Yıllardır aynı kaliteyle hizmet verir, alıştığımız tatlara alıştığımız dekor eşlik eder. Üniversitede öğrenciyken Bakanlıklar'daki eski şubesine giderdik kestaneli pasta yemek için. Sonra taşındı o şube, biz de Tunalı'dakine takılıyoruz şimdi. Bugün de oradaydık sevgili Kaymaklı Kadayıf ve Bilge ve Annesi ile. Bilge'nin annesi ile tanışmıştık daha önce ama Kaymak ve Kadayıf'ın annesiyle ilk kez görüştük. Bu iki birbirinden hoş genç hanımla çok güzel vakit geçirdik; sohbet, muhabbet yerindeydi. Ben o güzel pastalardan yiyemedim ne yazık ki, malum sebeplerle ama sade kahveme öyle enfes bir nergis kokusu eşlik etti ki kaymaklı kadayıf yemiş kadar oldum.

Pastanenin yıllanmış bakır kabartma flamingoları da sohbetimize dahil oldu. Bu kabartmaların öyküsünü geçen yaz bizzat pastane sahibinin ağzından dinlemiştik kızkardeşle birlikte. Bir araştırma için yaptığı söyleşiye ben de katılmıştım, Flamingo'nun ilk kurulduğu yıllardan başlayarak yarım asrı aşan geçmişini anlatmıştı bize Saffet bey.

Sadece sohbetle, yiyip içmekle yetinmedik, Bilge'nin annesinin el emeği fimo kolyelerimiz, Kaymaklı Kadayıf annesinin küpeleri de yüzümde kocaman bir tebessüm oluşturdu, teşekkürler kızlar, sizinle birlikte olmak harikaydı, en kısa zamanda tekrarlayalım.

Dönüş yolunda kuzenime rastladım, yeni edindiği köpeğini dolaştırmaya çıkarmış. Komik köpek Spike önce Bilge'nin üstüne atladı, Bilge pek aldırmadı, hayvanlarla muhabbeti yerinde olduğu için sevgi gösterisi olduğunu farketti. Ama Spike arkadaşımız yerinde duramıyor bu defa benim atkıya yapıştı çekiştirmeye başladı. Ben Bilge kadar cesur olmadığım için birkaç çığlık salladım, sonra kuzen kurtardı atkımı yaramazın dişlerinden. Biz de buruşuk suratlı Spike'la vedalaşıp devam ettik yolumuza, her günümüzün böyle keyifli olması dileğiyle...

24 Ocak 2011 Pazartesi

TAMİRATLI GÜN

Nüfus kağıdı eskimiş bir evde geçici de olsa yaşamak sık sık usta ziyaretlerine sebep oluyor. Kış başında geçirdiği ağır kombi krizinden sonra kalp-pardon kombi-nakli yapılan babaevimizin bu defa da damarlarında sorun çıktı. Dün balkondan mutfağa girerken kafamıza düşen damlalar su borularında sızıntı sinyali verince tekrar tamirci aranmaya başlandı. Az evvel geldiler, değiştirecekleri üstteki iki kata ait boruların tavandan giren dirsekleri ama dört kişi birden doluştu mutfağa. Kalabalık gelince iş daha önemli görünüyor ve maliyeti yükseltiyor galiba. Sinirlerim zıplamasın diye mutfağa uğramıyorum lakin onlar gittikten sonra temizleyeceğim pisliği düşündükçe şimdiden kaşıntı tutuyor, hediyesi kaç TL ye mâlolacak orası da ayrı bir konu tabii ki. Mutfaktan son anda kaçırabildiğim fincan içi çorbamla pencere sefası yaptım bir süre; bolca gri gökyüzü, arkası arkasına seyreden otomobiller, sevimsiz dış yüzeyleri tozpembe plastik cephe kaplamasıyla sevimli hale getirilmeye çalışılsa da başarılı olunamamış iki adet yurt binası, yapraksız ağaçlar ve karşı komşunun balkonda öksürerek sigara tüttüren ergen oğlunu izleyip çorba bitince ayrıldım camın önünden.

Mutfaktan gelen matkap, keser ve testere seslerini bastırmak için Hüsnü Arkan, Birsen Tezer ve Müfide İnselel'den yardım almaktayım, Hüsnü Arkan'ın albümündeki tüm şarkıları ezberlememe ramak kaldı. Dinlerken çorbanın üstüne zencefilli limon çayı içerek de bir nevi kış güzellemesi yapıyorum. En sevdiğim şarkıyı siz de dinlemek ister misiniz? Haydi o zaman, buyrun:

Hüsnü Arkan - Birsen Tezer - Hoşgeldin Dinle, Klip izle

23 Ocak 2011 Pazar

HAFTASONU

Dün bir mekan bakmak için Atatürk Orman Çiftliği'ne gittik maaile. Yıllardır uğradığım yoktu, gri kış günlerinin de etkisiyle mi bilmem gözüme çok yıpranmış ve bakımsız geldi heryer. Oysa bir zamanlar ne çok gider ve ne çok severdik. Çocukluğumun geçtiği evle AOÇ arasında tek bir bina bile yoktu, arka balkona oturduk mu gözümüzün önüne serilirdi. Komşumuz sevgili Zehranım teyzenin peşine takılır, ellerimizde birer işe yaramaz bıçak kırlık arazide, tarlalarda yeni boyvermekte olan sütlü başakları koparıp tanelerini yiyerek yabani otlar toplaya toplaya ta Çiftliğe kadar uzanırdık. Kimi zaman yaz günleri gecenin bir vakti arabası olan komşulardan birinin aklına gelir, bizi otomobilinin arkasına doldurup dondurma yemeye götürürdü. Kırmızı kağıt bardaktaki o kıvamlı dondurmayı küçücük plastik kaşıkla yerken dünyada bu dondurmadan daha lezzetli birşey olmadığını düşünürdüm. Biz bir nesil Ankara çocukları AOÇ'nin kırmızı parlak kapaklı, cam şişedeki günlük sütleriyle büyüdük. Şişenin ağzına birikmiş yoğun kaymak tabakasını işaret parmağımızla delip süt şişesini tepemize az dikmedik ayıptır söylemesi. Uzun, koyu kahverengi şişelerde satılan biraları içmeye yaşım tutmadı, hoş tutsa da bira içmeyi hiçbir zaman sevmedim, içemezdim muhtemelen. Şimdi bira fabrikası kapandı, ne sütlerin ne de dondurmanın eski tadı var. Çiftlikse çocukluğumuzun o ışıltılı, yemyeşil arazisi değil artık. Hayvanat Bahçesine en son oğlum 5 yaşındayken gitmiştim, oysa çocukluğumda ne severdim Hindistan Başbakanı Nehru'nun Türk çocuklarına armağanı fil Mohini'yi seyretmeyi. Fotoğraftaki pembe bina Gazi İstasyonu binası idi bir zamanlar, ne yazık ki şimdi bir kebapçıya evsahipliği yapıyor. Küçükken babamın istasyon şefi olan bir arkadaşı o binadaki lojmanda yaşardı; birkaç kez gitmişliğim vardır yüksek tavanlı, yüksek pencereli salonlarına, şimdiki kullanılış amacını ise içim kaldırmıyor işte.

Makinem arızalı bu aralar pek güzel çekim yapamıyorum, çok net olmasa da fotoğrafta soldaki ahşap bina Alman Evi imiş, 1924 yılında prefabrik şekilde inşa edilip Alman Büyükelçiliği olarak kullanılmış. Şu anda harap durumda. Fotoğraf çekerken bekçi çıkıp çekimin yasak olduğunu söyledi, binanın ne binası olduğunu sorduğumuzda ise aldığımız cevap komikti: "Tahta bina". Eve gelip araştırınca restore edilerek Devlet Konukevi olarak kullanılacağını öğrendim. Sağ taraftaki yine harap durumdaki Türk Hamamı ise 1937 yılında Atatürk'ün direktifiyle Mimar Ernst Egli'ye yaptırılmış. Onun da restore edilerek kültür merkezine çevrileceği söyleniyor.

Yapraksız ağaçlara, gri gökyüzüne, köfte ve kokoreç ızgaralarından yayılan dumanlara renk katan yegane şey arabaların üstünde satışa sunulan bu cıvıl cıvıl oyuncaklardı. Bira fabrikasının uzun bacasını ve banliyö trenlerini seyrederek biz de köftelerimizi yiyip AOÇ ayranlarımızı içerek nostalji yapmaya çalıştıysak da pek olmadı, eskiyi hatırlatan ne tad ne de görünüm vardı zira.

Çiftlik dönüşü ayağımızın tozuyla kendimizi sinemaya attık. Seansı kaçırmamak için yakındaki bir sinemayı tercih ettik lakin son anda bilet aldığımız için 3. sıradan izlemek zorunda kaldık. Üstelik perde garip bir biçimde tepe noktası yukarda olmak üzere 45 derecelik bir açıyla asılmıştı. Zaten kocaman olan Ata Demirer'i daha da iri görmenin dışında film bitene kadar boynumuz da geriye doğru 45 derecelik bir açıyla kasılıp kaldı, gözlerimizin pörtlemesi de cabası:) Bütün bu sıkıntılara rağmen ilkini çok beğenmediğim filmin ikincisi daha eğlenceli geldi bana. Trakyalı Şrek yine döktürmüştü. Yalnız Ö.zge Borak'ın saçlarından şikayetçiyim, köylü kızı Kezban görünümüne daha modern bir şekil vermesinin zamanı gelmedi mi acaba?

22 Ocak 2011 Cumartesi

TAKVİM


Günün kitabı, ayın kupası ve bütün zamanların Snoopy'si...


21 Ocak 2011 Cuma

BİR DOLMUŞ ÖYKÜSÜ

Görsel: Buradan

İstek Nedukcuğumdan geldi, hem de peçeteye yazılı olarak, yanları şeritli station wagon dolmuş öyküsü istedi benden, onu kıracağıma dişimi kırarım daha iyi:)) Yıllarca çok kullandık bu dolmuşları, inip binerken iki büklüm olmak, özellikle arka koltukta iken preslenmek dışında kendimle ilgili çok özel birşey kalmamış aklımda ulaşım serüvenimle ilgili ama öyle bir anım var ki değme komedi filmlerine taş çıkartır. Yazılarımda da zaman zaman bahsettiğim rahmetli dayım bu anının başoyuncusu. Öyle çılgın bir ilkgençlik yaşamıştı ki anneannemi deli etmişti. Ortaokulu bitirince bizzat onun tarafından götürülüp Endüstri Meslek Lisesi'ne kaydı yaptırılmış, müdürün soyadının "Bezmez" olduğunu gören dayımın yorumu "Ben onu çabuk bezdiririm" şeklinde olmuştu. Gerçekten de normal bir öğretmeni bezdirecek öğrencilik yaşamasına rağmen bezdirmeyi planladığı müdürle o kadar iyi ilişkiler geliştirmişti ki adamcağız dayımın okuldan kaçtığını farkettiğinde başına bir iş gelmesin diye arkasından gizlice takip eder olmuştu. Bu okuldan kaçmaların çoğunda yine çok yakın dostluk kurduğu bir adamcağızın tıpkı yukarıdaki fotoğraftakine benzeyen dolmuşunda muavinlik yapardı. Sadece muavinlik yapmakla kalsa iyi, dolmuşun sahibinde nasıl bir güven geliştirdiyse çoğu zaman anahtar da dayıma teslim edilir, günün büyük bölümünde dolmuşu o çalıştırırdı. Halbuki ne ehliyeti vardı ne de yaşı tutuyordu. Yine böyle dolmuşun kendisine teslim edildiği günlerden birinde akşam saatine yakın bir karış suratla eve gelmiş, anahtarları bir köşeye atıp ne olduğunu soran anneanneme arabanın bozulduğunu ve bozulduğu yerde bırakıp geldiğini söylemiş. Anneannem zaten evhamlı bir kadın, bu durumdan rahatsız üstelik, koştura koştura yan apartmandaki bizim eve geldi. Dayımın emanet aldığı dolmuşun hayli ıssız bir yerde bozulduğunu ve orada öylece bırakıp eve geldiğini anlattı heyecanla. "Elin adamının arabasının başına bir iş gelecek, ben onu nasıl öderim" diyor başka da birşey demiyordu. Annemle babam biraz sakinleştirdiler onu, bu arada dayım ortadan yokolmuş, kimbilir hangi arkadaşıyla hangi aleme akmıştı. Evde kimse araba kullanmayı bilmiyor. Yapacak birşey olmadığını görünce bari anneannem o sıkıntıyla yalnız kalmasın diye annemle ben onun evine geçtik geceyi geçirmek için. Yatana kadar dizlerini dövdü, söylendi, ilendi ama bir çözüm üretemedi. "Elin adamının arabasının başına bir iş gelecek" diyor da başka birşey demiyordu. Yarın bir çare düşünürüz diyerek güç bela yatırdık. Sabah çok erken bir saatti annemin kahkahalarıyla uyandım, anneannemin tavana yakın penceresinin önündeki yüksek sedire tırmanıp dışarı baktığımda gördüğüm absürd bir film karesine benzeyen sahneyi hala unutmadım, ömrüm boyunca unutacağımı da sanmıyorum. Arabanın çalınacağından korkan anneannem sabah ezanı evden çıkmış, o saatte nereden bulduysa bir at arabası bulmuş, bozulduğu için dayım tarafından bırakılan arabanın yerini keşfetmiş, koskoca station wagon dolmuşu at arabasının arkasına bağlatmış ve palabıyıklı, meşin gibi esmer arabacının yanına hiç sırtından çıkarmadığı kumlu kumaştan gri pardesüsü, başındaki siyah başörtüsüyle bir aykırılık abidesi gibi oturarak evin önüne çektirmişti. Biz pencereden bakarken şoför mahallindeki(!) müstesna mevkiinden inip aradaki halatı çözdürdü ve sürücüyle pazarlığa başladı. Bir süre sonra rahatlamış ama hala dayıma kızgın söylenerek çıktı geldi, "Oh, hiç olmazsa gözümün önüne getirdim" diyerek. Dayıma sayıp döktüklerini ise buraya yazmayım isterseniz:)

Şimdi ne zaman bu dolmuşlardan bahsedilse ilk hatırladığım bu olay ve bu görüntüdür. Anneannemin de, annemin de, dayımın da öbür aleme göçtüğünü biliyorsunuz. Aslında fena halde meraktayım öbür tarafta da anneannemi endişelendirmeye devam ediyor mudur diye:))

20 Ocak 2011 Perşembe

BUGÜN



Bugün güzel bir gündü; serin ama güneşli.
Şuşu, Kale, Kirit Cafe (kirit anahtar demekmiş), çay, Kirit köfte, sohbet, Pirinç Han.
Her gün böyle olsun...

19 Ocak 2011 Çarşamba

AKŞAM AKŞAM OTOBÜSTE

Bugün akşam eski bir dostu ziyaretten dönerken bindiğim otobüs yoğun trafik nedeniyle Ulus Meydanı'nda epeyce durakladı. Geçen gün Ekmekçim de bahsetmişti bir yazısında; bazen bir ses, bir koku, bir görüntü insanı alıp zamanötesinde bir yere ışınlayıveriyor. Ben de o 5-10 dakika bile sürmeyen duraklama esnasında nerelere gittim geldim. Sol yanımda devasa kunt yapısıyla yükselen, şimdi hiç o binayla bağdaştıramadığım bir firmaya evsahipliği yapan Sümerbank'a baktım uzun uzun. Çocukluğumda oradan sağlam ve ucuz olduğu için aldığımız Beykoz yapımı okul ayakkabıları geldi aklıma, babamın elinden tutarak biraz ürkekçe girerdim o yüksek tavanlı, loş binaya. Mis gibi çirişli bez kokardı heryer, cilalı tezgahların üstüne pat pat atarlardı kumaş toplarını devlet memuru oldukları için hiç acele etmeyen, ağırkanlı tezgahtarlar. Tam meydanın ortasında kumbara biçiminde bir saat yükselirdi, çok severdim o saati. Benim çocukluğumda alışverişe gidileceği zaman ilk akla gelen Ulus olurdu ve bu eylem "Ankara'ya inmek" olarak dillendirilirdi, sanki dağda oturuyorduk da şehre inecektik. Genellikle komşularla toplanılıp gidilirdi "boynuzlu" diye adlandırılan troleybüslere doluşarak. O saatin olduğu kavşakta karşıdan karşıya geçişlerde metalik bir kadın sesi anons yapardı yeşil ışık yandığı zaman: "Yayalar geçebilir, yayalar geçebilir". Hiç unutmuyorum, sevgili Valentin teyze ve kızı, en sevdiğim arkadaşım Elizabet'in de yanımızda olduğu bir alışveriş günü karşıya geçerken bu anonsu duyduğumuzda Elizabet bizleri durdurmuş, "Biz değil, yayalar geçebilirmiş, hadi Niğdeli teyze sen geç" demişti anneanneme, "yaya" Ermenice'de büyükanne anlamına geldiği için. Elizabet burnumda tüttü bir an, evlerinin salonuna gidiverdim. Valentin teyzenin liköründen artan alkollü vişneleri yiyip oynadığımız kanepede sızıverdiğimiz günlere.
En baba alışveriş mekanımız yürüyen merdivenleriyle cazibe merkezi olan Anafartalar Çarşısı idi. Şehir dışından gelen her misafiri oraya götürürdük, alışverişten ziyade yürüyen merdivenleri kullanmaları için. Ulus İş Hanı'nın karşısında Karpiç Gazinosu vardı meşhur ama benim yetiştiğim zamanlarda eski niteliğini yitirmiş olsa gerek, zaten bir süre sonra da yıkılıp çarşıya dönüştü o bölge.
Otobüs sıkışık trafiğin içinde bir nebze ilerleyip Ziraat Bankası Genel Müdürlük Binası'nın önünde yine durdu, yıllarca yengemin çalıştığı daire idi orası benim için. Binasının mimari güzelliğini farkedebilmem için biraz daha büyümem gerekti. Şimdi her geçişte nadide bir mücevhere bakar gibi bakarım, bana aykırı gelen tek şey bahçesindeki Mithat Paşa heykelidir. Adamcağızı oturduğu koltuğa öyle bir pozisyonda yerleştirmişler ki son derece iğreti bir görünümde; "Hadi bana müsaade, ben kalkayım artık" dermiş gibi bir hali var. Bu caddenin paralelinde Cumhuriyet tarihinin yazıldığı binalar vardır; İlk Meclis, 2. Meclis, Ankara Palas. 2. Meclis binasının önünde aralarına zincir gerilmiş küre şeklinde beton korkuluklar durur çocukluğumdan bugüne hep orada olan. Küçükken o beton kürelerin pütürlü yüzeyine elimi sürmeden geçmezdim, bazen de meclisin alt tarafındaki bahçeye giderdik anneannemle. Artık o bahçe yok, oysa ne kadar güzeldi. Aslında birsürü şey yok, herşeyden öte çocukluğum yok. Hayatıma bir şekilde girmiş bir sürü insan yok, anneannem yok, annem yok. Valentin teyze ve Elizabet kimbilir nerede? Ulus eski cazibesini yitirmiş, zorunlu geçişlerin mekanı olmuş, herşey değişmiş herşey.
Ben bunları düşünürken farkettim ki otobüs Ulus'u geride bırakalı epey olmuş. Kafamdan bu düşünceleri silip Kızılay'ın ışıklı kalabalığına daldım gittim...

Görsel: Buradan

18 Ocak 2011 Salı

İYİLİK, GÜZELLİK

Güneş, havada sanki bahar kokusu, çiçek açmış ağaç aramak.

Hüsnü Arkan, "Solo" albümünü dinlemek:
"İki bilet aldık gitcez İstanbul
Uzaklarda napcez İstanbul
Bi güzellik yap gelme, gelip günahıma girme
Biz buralardan kopcez İstanbul
Burda sırtlan padişah olmuş
Vicdansızlar bigünah olmuş
Vay vay yansın gemiler
Ayarsızdık biz, ayar olduk dellendik
Vaktimiz geldi, dilsiz idik dillendik"

Bir dostla buluşmak, ucuzluk yapmış mağazalara girip çıkmak, hiçbirşey almamak.

Hüsnü Arkan, "Solo" albümünü dinlemek:
"Esirin oldum Hürriyet, insan değilim, vur
Seninle doldum Hürriyet kadeh gibiyim, kır
İtfaiyem ol söndür, yok mu hatır gönül
Bir kere sordun mu, sor"

Çakma parfümeri mağazasının vitrinindeki duyuruyu okumak, gülümsemek: "Orijinali kadar orijinal parfüm burada".

Hüsnü Arkan, "Solo" albümünü dinlemek:
"Bugün günlerden güzellik, sefa geldin, hoşgeldin
Ah bu yağmur yalnızlığımmış, dindim efendim.
Sen bana yangın ol efendim, ben sana rüzgâr
Tutuşsun gün, yansın geceler, zamanımız dar
Sen bana geç kaldın, ben sana erken
Soyunsun gün, sarsın geceler, vaktimiz varken."

Kendisi de kelime cambazı olan dostun armağanı kitapla mutlu olmak: "Tanrı Olmak isteyen Otobüs Şoförü".

Hüsnü Arkan, "Solo" albümünü dinlemek:
"Bazen bir yerlerden eser bir türkü gibi
Kayıp rüzgârı zamanın, küller
Savrulur tütün tarlalarında yıllarım
Kul oldum ne güzel, efendin olamadım."

Eve dönmek, kahve içmek, İlhan Berk okumak: "Yüz bir yorumlar yumağıdır. Okumak gerekir."

Hüsnü Arkan, "Solo" albümünü dinlemek:
"Bana eski bir akşamın kadehinde sun bu defa
Saki, çın çın çınlasın bahçemizde sevinç
Bir gümüş incir düşsün, pat
Bir yeşil elma soysun anam
Sonrası iyilik güzellik, saki"

Sonrası iyilik, güzellik...

17 Ocak 2011 Pazartesi

YENİ YIL KARTLARI TOPLU GÖSTERİSİ BU BLOGDA :)

Sevgili arkadaşlarım, yılbaşı nedeniyle başlattığım yeniyıl kartı etkinliğine gösterdiğiniz ilgi beklediğimin üstündeydi, öyle ki uygulamadaki zorluğu düşünerek kısa sürede bitirdim biliyorsunuz katılımı. Bu güzel olay sizlerin iştirakiyla anlam ve ruh kazandı. Hepinize buradan bir kez daha teşekkür ediyor, sağlıkla 2012 ye girerken de tekrarlamayı diliyorum. Beklediğim birkaç kart daha vardı ama anladım ki postada başlarına bir iş geldi. Sevgili Serrose, A-H ve Burcu; kart yolladığınızı biliyorum almış kadar mutluyum, çok teşekkür ediyorum. Ne yazık ki 21. yüzyıla gelsek de postamız hala 18. yüzyılda kalmış, hoş deve kervanıyla bile gelse şimdiye kadar ulaşırdı ama bunlar mutlaka kayboldu. Burcucum o şirin kardan adamın elime geçse çok sevinecektim ama kısmet değilmiş, bir dahaki seneye diyelim.

Bana gelen kartlarımı topluca fotoğrafladım ama listeyi kontrol edince farkettim ki 1-2 kart eksik. Kendi evimde olmadığım için emanet gibiyim, koyduğum yerleri anımsamakta bazen zorlanıyorum o nedenle kartını göremeyen arkadaşlardan çok özür diliyorum, onların yeri de diğerleri gibi kalbimde. Buradan bir kez daha:

-Beste'ye (o güzel leylakları için)
-Şuşu'ya ve şeker, şirin Öykü'ye (el emekleri ve güzel çizimleri için)
-Aslıhan'a (blog dışından yüreğini koyduğu için)
-Asuman ve Rayegân'a (kurbiş koleksiyonuma katkıları ve incelikleri için)
-Buğdayıma (uğraşısı ve çıkartmaları için)
-Nazpek'e (yeniyıl temalı kartıyla çocukluğuma götürdüğü için)
-Mavianne'ye (Doğan Kardeş çizimlerine benzeyen kartı ve mavi gözlü kediciği için)
-Özlem Öztürk'e (kar temalı bir karttaki içimi ısıtan güzel sözleri için)
-Zehra Örtmenime (o güzel yazısıyla yazdığı dilekleri ve diğer herşey için)
-Müge Bacıma (iyi ki bacım olduğu için)
-Luna Sesi'ne (uzaktaki küçük kardeşim olduğu için)
-Laleme (Bacıkuş olduğu ve diğer herşey için)
-Karga'ya (çarcabuk kanat çırpıp gelen güzel kartı için)
-Aslım bideneme (o güzel ineği ve yüzümde açtırdığı gülümsemeler için)
-Müge Polat'a (el emeği güzel kartı için)
-Mihriban'a (çok sevdiğim İstanbul ve daha da çok sevdiğim eski İstanbul için)
-Sünter'e (şeytanın bacağını kırdığı için, birlikte içmiş kadar olduğum çaylar, kahveler ve notlara yazılmış sohbeti için)
-Defne'ye (o anlamlı ayraç için)
-Nedukcuğuma (marifetli ellerinin o harika kompozisyonu için)
-Özlem'e (Antalya özlemimi bir nebze giderdiği için)
-Nur'a (Keçelerinin güzelliği, kartının sıcaklığı için)
-Mine Özgür'e (mis kokulu sabunu ve fidanlığından süzülüp gelen herşey için)
-Zero'ya (güzel sözleri, acemi eliyle ama sevgi dolu yüreğiyle yaptığı ayracı için)
-Sinem'e (Noel Baba ve Snoopy ile çocuk ruhumu şaha kaldırdığı için)
-Kara Kitap'a ( o güzel dizeleri ve tüm diğer güzelllikleri için)
-Elif'e (koleksiyonumu zenginleştiren güzel ayracı için)
-Serap'a (Ege esintisi için)
-Selma'ya (Yeni yıla yaraşır kartı için)
-Şeniz şekerine (şeker gibi olduğu için)
-Eda'ya (Nesin çocuklarını anımsattığı için)
-Nihan'a (o güzel çizgileri ve posta kutumun ilk ziyaretçisi olduğu için)
-Zeynep'e (güzel kartı için)
-Zübeyde'ye (postacının ilk getirdiklerinden olduğu için)
-Kelebek Gül'e (kelebek kanadında Antalya'dan ses verdiği için)
-OİP'e (Finnak ve Noel kutukafası için)
ayrıca blog aracılığıyla yorum bırakarak yeni yılımı kutlayan tüm arkadaşlarıma incelikleri için, varoldukları için gecikmeli de olsa çok teşekkür ediyorum. Kart yolladığım arkadaşlardan ellerine ulaşmayanlardan da PTT adına özür diliyorum. Hepinizi çok seviyorum, iyi ki varsınız.

16 Ocak 2011 Pazar

PAZARA BİR NAZAR

Bugün hiç dışarıya çıkma niyetim yoktu ama kızkardeş telefon edince yol göründü. Önce bir kitapçı ziyareti ve yine bir kitap alışverişi: Okul Sıkıntısı/Daniel Pennac. Aslında elimdeki okunmamışlar bitene kadar kitap almamaya karar vermiştim ama Daniel Pennac adını görünce dayanamadım. Daha önce Silahlı Peri, Gulyabaniler Cenneti ve Küçük Yazı Satıcısı adındaki polisiye-güldürü tarzındaki kitaplarını okumuş ve çok sevmiştim, uzun süredir yeni bir kitabının çıkmasını bekliyordum, böylece hemen yapıştım. Artık Ayşe Kulin'ler bitince okuma sırasına koyacağım. İkinci alışverişim Hüsnü Arkan'ın "Solo" isimli albümü oldu, şu anda kulağımda kulaklık bir yandan dinliyor, bir yandan yazıyorum.

Geçen günde yazmıştım, Yüksel Caddesi'nin zarar verilmiş heykelleri onarılıp yerlerine yerleştirilmiş. Çay içmek için Akman'a giderken hatırını sorduk Safinaz Hanım'ın.

Memurumuz da paketinden çıkmış, lakin pek mutlu görünmüyor, maaşı alır almaz borçlara yatırıp parasız kaldı galiba. Ben de Akman'da boza içemediğim için mutsuz oldum, yenilenme süreci nedeniyle çaya talim ettim maalesef. Eve dönerken geçen gün rastladığım gramofonlu hurdacıyı tekrar gördüm, bu defa bizim evin oralarda. İlahlar plakların adını öğrenemeyişime üzülüp tekrar karşıma çıkardılar sanırım. Hemen arabanın üstüne eğilip isimlerini okudum. Biri Serap Mutlu Akbulut'tan: "Seni Ne Çok Sevdiğimi Söylesem de Bilemezsin". Diğeri ise Selçuk Ural'ın "Mahkum"u idi. Plakların ne olduğunu öğrendiğim için keyiflenerek giderken bir kadın arkamdan yetişti ve omuzuma dokundu. Kazara çarptı sanmıştım ama meğer söyleyecekleri varmış. Gramofona baktığımı görünce hikayesini anlatmaya gelmiş. Hurdacının gramofonları Ulus'ta bir ustaya yaptırıp yaşlı bir kadının evinden aldığı yalanını uydurarak sattığını, almaya niyet edersem bu hususu gözönünde bulundurmamı söyledi. Almak bir niyetim olmasa da bu gramofon beni sürekli takip edip duruyor. Bakalım üçüncü karşılaşmamız nerede olacak.

Dün ne zamandır izlemek istediğim, 2010 Altın Portakal Festivali'nde en iyi film seçilen "ÇOĞUNLUK"u seyrettim ve çok beğendim. Aynı festivalde en iyi erkek oyuncu seçilen Bartu Küçükçağlayan'a gelince kararsız kaldım. Tamam iyi bir oyundu ama "1001 Gece" dizisinde oynadığı rolün birebir aynısıydı sanki; kendini mi oynuyor, rol mü yapıyor çözemedim. Hepimizin içinde olduğu hayattan, sade, yalın, öylesine bir film işte, izlerseniz sizin de beğeneceğinizi umuyorum.

Eh bugünlük bu kadar yeter, malum "Behzat Ç." amirimizin günü, TV karşısında kendimize mutena bir yer ayarlayalım. Sizleri Selçuk Ural'ın gramofoncudaki plağıyla başbaşa bırakarak hoşçakal diyorum...

Mahkum/Selçuk Ural

14 Ocak 2011 Cuma

VESAİRE VESAİRE

-"Sahilde Kafka" bitti. Çok beğendim, Murakami'yi okumakta bu kadar geciktiğim için kendimi kınadım. Yazarın hayal gücüne hayran kaldım. Konu ya da içerikle ilgili birşey yazmak istemiyorum, garip bir kitap. Gerçek, düş, fantezi hepsi harmanlanmış okuyucularını bekliyor. En kısa zamanda "İmkansızın Şarkısı" ve "Zemberek Kuşunun Güncesi" de hatmedilecek.

-"Sahilde Kafka"nın son sayfasını bitirdiğim anda "Tozlu Altın Kafes"in ilk sayfasına geçiş yaptım. Uzakdoğu'dan Türkiye'ye saniyede ışınlandım yani. Nazlı'm Eray'ımın anılarının üçte ikisini tamamlamış bulunmaktayım. Tam onun tarzında, içine fantastik unsurlar da katılarak yazılmış bir anılar yumağı, su gibi akıyor kitap.

-Kırkmerak dizisinin 9. kitabını aldım: "Kazı Başkanının Karavanası". Daha önce "Arkeolojinin Delikanlısı" adıyla hakkında yazılmış nehir söyleşiyi okuduğum arkeolog Muhibbe Darga kazılarda yaptığı yemekleri anlatıyor anılar eşliğinde. Kısacası bu terlik-pardon kitap-tam benlik...

-Üzerine Snoopy'nin minicik bir modelinin yapıştırıldığı 3. kitap ayracını da buldum, devamını diliyorum.

-Nergisler neden hemen boynunu büküp buruşur, sıcağı mı sevmiyorlar acaba?

-Çok işim var çoook...

Ebrucum, bu post senin şerefine kısa tutulmuştur, sevgilerimle:))

13 Ocak 2011 Perşembe

SOYUTLAMALAR/SOMUTLAMALAR

"Her günüm mazide kalmış günlerimden gün arar
Bir perişan bülbülüm ki konduğum güller kanar."

Ne alaka diyorsunuz değil mi, kel alaka tabii ki. Sadece parmaklarımı klavyeye koyduğum anda bu şarkı geldi aklıma ben de bir yandan mırıldanırken bir yandan da yazıverdim, piyano çalmış gibi oldu:)
Efendim, bugün sanatsal etkinlik günümdü. Soğuk havaya aldırmadan Çağdaş Sanatlar Merkezi'ne doğru vurdum yollara kendimi yayan. Gidene kadar kafamın içinde kırk tilki dolandı durdu, ayaz zihnimi açıyor galiba. Bunca senedir Akay Yokuşu'ndan geçerim, eşimle ilk kez yemek yediğimiz lokantanın hala faaliyette olduğunu yeni farkettim, birkaç bina altındaki, mekan edindiğimiz pastanenin yerinde ise kazulet bir bina yükselmekte. Önünden geçerken derinlerden ve eskilerden bir ses, Yeliz beynimin içinde "Yalaaaaan, yalaaaan" diye çığrındı durdu. Sebebi için bilinçaltına bir yolculuk gerek. Tunus Caddesi giderek sevimsizleşiyor. Çirkin yapılar, koca koca oteller, garip isimli dükkanlar (FatCat adında bir cafe gördüm mesela, şişko kedi deseler daha sempatik olurdu halbuki), otopark olarak kullanılan arsalar, daralmış, engebeli kaldırımlar, devam eden inşaatlar yolboyu sıralanmış. Ankara'nın en eski ve en büyük otellerinden birinin arka kapısının yanına kurulmuş seyyar bir sobanın başında bir grup sigara tüttürüyordu. Yeni kural: sigara dışarı, içki içeri, silah serbest.
Kafam ambale olmadan ulaştım serginin bulunduğu mekana neyse ki. Geniş kapsamlı, bütün katlara yayılmış, çok güzel bir sergiydi: "Zaman Aşırı Soyut". Ünlü Türk ressamlarının soyut tarzda yaptıkları tablolardan örnekler sunuluyordu, büyük bir keyifle dolaştım, renkler gözümü gönlümü açtı ve müthiş bir doygunluk hissiyle sonlandırdım resimlere bakmayı. Sizler için birkaç örnek fotoğraflamayı da ihmal etmedim, sevildiğinizi bilin yani:)

Devrim Erbil

Servet Demirtaş

Özdemir Altan

Lütfü Günay

Hüsamettin Koçan

Fahrelnisa Zeid

Bedri Rahmi Eyüboğlu

Balkan Naci İslimyeli

Bedri Baykam

Ayrılmadan önce Sanat Cafe'ye uğrayıp çok sevdiğim pembe çiçekli porselen fincanlarında çay içmeyi de ihmal etmedim. Herzamankinin aksine çok kalabalıktı, "Tarım, Çevre, Gelecek" konulu bir sempozyum vardı sanırım Merkez'de, onun katılımcıları verilen aradan istifade çay-kahve içiyorlardı. İlginç tipler vardı, başka zaman olsa çok malzeme çıkarırdım ama resimlerden aldığım keyfi bozmamak için ilgilenmedim etrafla. Çayımı bitirdim, kulaklarımda sergi boyunca hoparlörlerden yükselen "Los Bilbilicos"un notaları, Ankara'nın ayazına karıştım...

12 Ocak 2011 Çarşamba

GÜLÜMSEMELER

Lise kızlarıyla buluşma günümdü bugün, öğleye doğru düştüm yollara.
Yüzümde kocaman bir gülümseme oluşturan ilk görüntü üzerinde "Hurdacı" yazan seyyar bir arabaya yüklenmiş, oymalı süslerle bezeli altın rengi borusu pırıl pırıl yanan "Sahibinin sesi" marka bir gramofondu. Yanına atılmış iki plağın hangi sanatçıya ait hangi şarkılar olduğunu nasıl merak ettim bir bilseniz.

Fotoğraftaki mor çiçeklerin adı "Narin"miş, yeminle ilk kez duydum.

Yüksel Caddesi'nin sembolü haline gelmiş sokak heykelleri geri gelmiş, ikinci gülümseme bunlaraydı. Bankta oturan kadını temizleyip paklayıp sabitlemişler yerine, memur heykeli ise henüz paketliydi.

Gittiğimiz mekanda istediğimiz kahveler şekerli isteyene sade, sade isteyene çok şekerli geldi. Arkadaşların bir kısmı içmiş, ben cırladım yeniden sade pişirip getirdiler, üstüne de özür mahiyetinde çay ikram ettiler ama o da demini almamıştı, ot kokuyordu. Lakin diğer herşey gayet keyifliydi onun için üstünde fazla durmadık bu aksaklığın.

Hava çok soğuktu, evden erken çıktığım için hem vakit geçirmek, hem de ısınmak için kitapçıya girdim. Ben bakınırken yanıma genç bir çift geldi. Erkek olanı Freud'un bir kitabını almak istediğini söyledi kız arkadaşına. "Neden?" diye sordu kız, "Herkes ondan bahsediyor" dedi delikanlı, "merak ettim". Kız "O cinselliği irdeler" dedi, "çözülemeyen bilinçaltı olayları cinselliğe bağlar". "Yuh!" dedi delikanlı, "Ayıp ya..." Üçüncü gülümseme bu diyaloga geldi.

Oturduğumuz masanın ilerisindeki pencerenin pervazına dizilmiş mumlukların fulya formundaki çiçekleri baharı müjdeler gibiydi.

Kitapçının önünde fular satan genç kızın tezgahından iki tane fular aldım. Ben parasını öderken cep telefonu çaldı. Poşeti ve paranın üstünü acele elime tutuşturup arkasını döndü ve muhtemelen sevgilisiyle konuşmaya başladı. Çantamı, cüzdanımı, elimdeki diğer poşeti zaptetmeye çalışarak fularları torbaya yerleştirirken, iki kere paketi, bir kere cüzdanımı yere düşürdüm, kızın umuru olmadı. O yüzünde koskocaman bir gülümsemeyle konuşmaya devam etti. Bu seferki gülümseme de ondan gelsin dedim, yere düşenleri toplayıp yoluma devam ettim.

Ev yapımı enfes zeytinyağlılardan oluşan bir açık büfesi vardı mekanın, ayrıca tatlı standı da, ben oraya yanaşmadım. Dekorasyon oldukça kokoştu ama kendine has bir havası vardı. En çok bordo üzerine parlak sarı çiçekli duvar kağıdıyla kaplanmış ve kağıt klozet oturağı örtüleri kurdelelerle süslü kadife bir kutuya yerleştirilmiş mor perdeli tuvaleti beğendim:))

"Sahilde Kafka" beni benden alarak bitti, Nazlı Eray'ın anılarıyla buluşma vaktidir...