.

.
.

31 Ekim 2012 Çarşamba

ÇARŞAMBADIR ÇARŞAMBA


Bayram sonrası rutinime dönebildim nihayet. İki gündür "film-kitap-yangel yat" üçgeninde geçiyor zaman. Pazartesi günü "Ingmar Bergman Filmleri Haftası" başlattım. "Yaban Çilekleri" ile açtım haftayı, "Bir Evlilikten Manzaralar" dünkü filmdi, bugün "Saraband"ı izledim. Sırada "Fanny ve Alexander" var. "Bir Evlilikten Manzaralar"ı izlerken sinirden tırnaklarımı yedim. Juhan'ı boğazlamak, salak karısı Marianne'yi de omuzlarından tutup silkelemek istedim. Öylesine etkileyici oynamışlardı. "Saraband" aynı oyuncularla o filmin devamı olarak çekilmiş 30 yıl sonra. Güzelim Liv Ullman'ı hayli yaşlanmış olarak görmek içimi burktu.

"Elma Çekirdeği"ni okuyorum. Aslında bayram öncesi başlamıştım ama tatil süresince elime alacak fırsat bulamayınca başa döndüm. Konuya ancak nüfuz edebiliyorum. Dün akşam ağzıma bir tane "After Eight" atıp kitabı elime aldım, üç paragraf sonra, henüz çikolata ağzımda erimeden cümlenin birinde "After Eight" geçti, hem de dipnot olarak "naneli bir çikolata türü" açıklamasıyla. O zaman karar verdim ki bu kitap okunurken After Eight yenecek ve paket kitapla senkronize olarak bitecek. Böyle de ince prensiplerim vardır, kendimi seveyim :)

Havalar iki gündür bir garip; sabah bulutlu bir gökyüzüne uyanıyoruz, biraz yağmur serpiyor. Sonra bulutlar yükseliyor, güneş çıkıyor. Hatta oldukça sıcak oluyor. Gece bulutlar tekrar geliyor, sabah yine aynı terane. Şimdi de ne idüğü belirsiz bir hava var dışarda, "Bir dönüm bostan, yan gel Osman" havası. Netekim ben de öyle yapacağım. "Çarşamba, pabucu yarım/Kitabım, kahvem, filmim ve ben bahtiyarım..."

29 Ekim 2012 Pazartesi

VE TATİL BİTER


7 kilometreden fazla yürümüş, üstelik bunun bir kısmını yokuş  olarak tüketmiş bir şahsiyet olarak şu anda çok yorgunum, bacaklarım sızım sızım sızlıyor. Olsun varsın faideli bir nedenle zorladım kendilerini. 

Hayli hareketli bir gündü esasen, ilk etkinliğim İranlı yönetmen Bahman Ghobadi'nin çektiği "Gergedan Mevsimi" isimli filmi izlemek oldu. BKM ve Ghobadi ortak yapımı olan filmde Monica Bellucci'nin yanısıra İrnalı oyuncu Behrouz Vossoughi, Belçim Bilgin, Beren Saat, Caner Cindoruk ve Yılmaz Erdoğan da rol alıyor. Yılmaz Erdoğan'ı tanımakta zorlandım desem yeridir. Belçim Bilgin'inse filmdeki rolü ve filme katkısı ne idi onu hala çözemedim. Senaryo gerçek bir olaya dayanıyor; İran'da 30 yıl tutuklu kalan ve ailesine öldüğü söylenen şair Sahel Farzan'ın ve parçalanan ailesinin yaşamı konu alınmış. İnsanın içini acıtan pekçok sahne var. Genel anlamda beğendim diyebilirim ama Bahman Ghobadi'nin bundan daha iyi filmlerini izlediğim de tartışma götürmez.

Sinema çıkışı 29 Ekim kutlamaları nedeniyle düzenlenen yürüyüş ve fener alayına katıldım. Yoğun bir katılımın olduğu coşkulu bir yürüyüş oldu. Sonrasında da Edip Akbayram konserini izledik.


Yorgun geçen bayram tatilinin son günü de yorgun bitti. Tatil sonrası dinlenmeye çekiliyor ve sevgiler sunuyorum...

28 Ekim 2012 Pazar

BAYRAM 4



4. Gün görüntüleri






27 Ekim 2012 Cumartesi

BAYRAM 3


3. gün görüntüleri

26 Ekim 2012 Cuma

BAYRAM 2



2. gün görüntüleri

25 Ekim 2012 Perşembe

BAYRAM 1


1. gün görüntüleri

24 Ekim 2012 Çarşamba

BAYRAMINIZ KUTLU OLSUN


Kutlu, mutlu, umutlu, huzurlu, keyifli, yiyip yiyip kilo almadığınız, gezip gezip yorulmadığınız bir bayram olsun. 
Antalya'dan sevgiyle...


Bayram kahvelerinizin fotoğraflarını kahveciguzelleri@gmail.com adresine yollayın, yayınlayalım. Teşekkürler...


22 Ekim 2012 Pazartesi

ANNEM NE DERDİ?


-Sabah 4 aylık aradan sonra Antalya'daki kuaförüme gittim. Gördüm ki kuaför hamile, kalfa anjin olmuş, çırak nezle. Annem olsaydı: "Gelin hasta, kız kötürüm. Gelin gelin bizde oturun" derdi.
-Ben boya süresini beklerken kesim için gelen kadın, "saçlarımı ıslatmayın, üşürüm ben" dedi, saçları kesildikten sonra kurutturmadan ıslak saçla çıkıp gitti. Annem olsaydı buna da "Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu" derdi. 
-Kuaför sonrası gittiğim Migros'ta sepete attığım çikolataların kağıtlarının soyulmuş, drajelerin de ambalajının patlak olduğunu kasada farkedip almadan bıraktım. Annem olsa "Hangi işin doğru ki senin?" derdi. 
-Mudo'da geçen gidişimde gözüme kestirdiğim mavi puanlı tabakları aldım. Annem olsaydı kesin "Al al al, gözün doymuyor senin tabak çanağa" derdi. 
-Gayet yorgun eve dönüp balkonda kuşların gübrelik haline getirdiği dolabı söküp attım, bir saat sökmekle, bir saatte balkondaki pislikleri temizlemekle uğraştım, kuşlara söylendim durdum. Annem olsa "Merhametten maraz doğar" derdi. 
-Balkonu halledince markete alışverişe gittim, dönüşte çılgın bir yağmura yakalanıp bir güzel ıslandım. Gelir gelmez aldıklarımı yerleştirmeye başladım. Annem olsa "Şu üstünü başını bir değiştir, hasta olacaksın" derdi.
-Onca yorgunluğun üstüne şu anda gündüz aldığım tarçınlı, güllü, vanilyalı çayı içmekteyim. Annem olsa "Ağzının tadını nasıl da bilirsin" derdi.

Galiba ben annemi özledim... 

21 Ekim 2012 Pazar

HAVA, YAĞMUR, TİYATRO, ŞU, BU...


Geldiğimden beri her sabah gülümseyen bir güneş ve yazdan kalma bir havayla güne başlayan ben bugün bu gökyüzüne uyandım ve gerçekler alemine popo üstü çakıldım. Antalya sonunda mevsimlerin farkına varmıştı. Haydi biz alışkınız da deli gibi yağan yağmurlara, bayram sebebiyle Antalya'ya göç edecek popülasyon için hayli tatsız bir durum. Umarım 1-2 günlük meseledir, zira o popülasyon içinde benim de beklediklerim var.

Dün Antlya Devlt Tiyatrosu ile sezonun siftahını yaptım. "Piş.ti" isimli oyunu matinede izlemek için tiyatroya yollandım. Erken gitmişim, biletimi, broşürümü alıp Cafe Calypso'ya yerleştim, kahvemi ısmarlayıp kitabımı açtım.


Lakin okumam pek mümkün olmadı, hemen solumdaki camın dışında, cafenin terasında oturan kadının telaşlı halleri dikkatimi çekince ona yoğunlaştım ister istemez. Kısa saçlarını krape ile kabartmış, beyaz bir elbise giymiş, elinde çakma Louis Vouitton çanta taşıyan kadın bir oturup bir kalkıyor, saatine bakıyor, kendi kendine birşeyler mırıldanıyordu. Az daha dikkatli bakınca krapeli saçların arasında iki adet ayçekirdeği kabuğu olduğunu gördüm. İçeri girerse ve yakınıma oturursa söylemeye karar verdim. Bir gözüm o kabuklarda bir gözüm "Ölü Kelebeklerin Dansı"nda kitabımı okumaya çalıştımsa da çekirdekler baskın çıktı toparlayamadım. Sonra içeri girdi kadın ama öyle bir hava ile geçti ki yanımdan "Kabuklarınla bin yaşa" dedim ve toparlanıp tiyatro salonuna doğru yürüdüm. Salon yaş ortalaması 60+, bastonlu oranı üçte birdi. Devlet tiyatroları 65 yüş üstüne ücretsiz, özellikle matinelerde yaşlı nüfus fazla oluyor ve çok güzel oluyor. Bu uygulamayı çok yerinde buluyor ve devamını diliyorum. Girişte tuvaleti soran kadının ardından tuvalete girdim ve ellerini yıkamadan çıktığını görünce yollarıma gül dökse  bile yemek davetine gitmemeye karar verdim, eminim çok üzülecek:)

Oyuna gelince, "eh" diyeceğim. Oyuncular çok iyi iş çıkarmıştı, oyun ise bana biraz basit ve didaktik geldi, kadın haklarını komedi yoluyla bile işlemesi güzeldi ama benim tiyatrodan beklentimi karşılamıyordu. Yine de oyun nasıl olursa olsun emeğe, hele ki tiyatrocu emeğine saygım sonsuzdur; iyi ki varlar, iyi ki tiyatroları yaşatmak için çabalıyorlar...

20 Ekim 2012 Cumartesi

İDİL BİRET


Dün akşam yine hayat ağacının lezzetli ve az bulunan meyvelerinden birini daha koparmayı başardım. İdil Biret'i Brahms'ın 2.Senfonisi'ni yorumlarken dinlemek ve bir insana ait olduğuna şaşılacak o parmakları izlemek harikaydı. Nicelerine...

19 Ekim 2012 Cuma

BU SABAH

Bu sabah uyandığımda kütüphaneye iade edilmesi gereken bir kitap, postaya atılması gereken bir bayram kartı ve bankadan çekilmesi gereken bir para olduğunu hatırlayınca bir "Fırsattan İstifade Yürüyüşü" yapmaya karar verdim. Zira hem banka, hem postane, hem kütüphane yürüyüş menzilim üzerindeydi. Birşeyler atıştırıp düştüm yola. Banka işi kolay halloldu, postane görevlisi suratsızda bir değişiklik yoktu, yine suratsızdı ve yine yavaştı ama sonuçta kartı aldığını ve makineden geçirdiğini gözümle gördüğüm için içim rahat çıktım ve parka doğru yürüyüşüme devam ettim. Parka girer girmez beni şu görüntü karşıladı:


Birkaç dakika gözümü alamadım dağların en beyefendi olanından, sonra "Şu dağların yükseğine erseler/Lale, sümbül, mor menekşe derseler" diye bir türkü tutturup devam ettim. Derken arkamdan bir "hişt, hişt" sesi duydum, döndüm baktım deniz, alınmış. Dağlara bu kadar rağbet var da neden bana bir bakış bile fırlatmadın dedi. Haklı, o gümüş pırıltılar ihmal edilir miydi hiç, ayıpladım kendimi.


Tenhaydı park; denize bakan banklardan birine yerleşmiş, daha kargalar kahvaltısını yapmadan şaraba yumulmuş üç sarhoş dışında sağlıklı yaşam yürüyüşü yapan solaryum bronzu bir hatunla, bir-iki turist bir de aşağıdaki bisiklet çarptı gözüme.


Sonra henüz sabah kahvemi içmediğimi hatırladım ve Seyir Cafe'ye yerleşip manzaralı bir latteyi kütüphaneye teslim edeceğim kitabın son birkaç sayfası eşliğinde bünyeye yolladım.


Kitap ve kahve bitince Doğan Hızlan Kütüphanesi'ne doğru yürüyüşe koyuldum. Geçerken bu şirin, beyaz şeyle selamlaştık.


Mavi yaseminleri de küstürmek istemedim, onlara da el salladım.


Kitabı kütüphaneye iade edip dönerken ateş ağaçlarının tekrar çiçeğe durduğunu görünce şaşırdım kaldım.


Yürüyüş güzel lakin hava çok sıcaktı, millet kendini denize atmış serinlemeye çalışıyordu. Ben de kendimi eve attım dinlenmek için. Bu akşam çok güzel bir etkinliğe katılacağım, Antalya Devlet Senfoni Orkestrası eşliğinde İdil Biret Brahms'ın 2 No'lu Piyano konçertosunu seslendirecek.  Biz de zevkle dinleyeceğiz. Antalya, seni ve etkinliklerini seviyorum...

18 Ekim 2012 Perşembe

LEYLAKLI KOMBİN


Epeydir kombin yapmıyordum, özlemiştiniz değil mi? Buyrun o zaman, kombinlerin en şahanesi, "Leylaklı kombin":

-Kitap: Ezilmiş Leylaklar Kitabı/Onur Caymaz
-Tabak: Paşabahçe (valla o da hediye:)
-Teneke kutular: Tepe Home (Ihr)
-Peçete: Tepe Home (Ihr)
-Yapma çiçek: Tepe Home
-Mor Kalem: Sabancı Müzesi
-Galetalar: Mahallenin fırını:)
-Peynir: Moova (Artık Moova'dan bir koli değişik peynir bekleriz tanıtım karşılığı:)

Haydi ben gidip galetalarımı kemirirken Ezilmiş Leylaklar Kitabı'ndan "Nokta" öyküsünü bir kez daha okuyup hüzünleneyim...

17 Ekim 2012 Çarşamba

DOĞRUDUR


-Bugün bu kahveyi içtiğim doğrudur...
-Bununla yetinmeyip gittiğim arkadaşta bir tane daha içtiğim de doğrudur.
-Sadece kahveyle kalmayıp çay-pasta olayına girdiğim doğrudur.
-Yaklaşan bayram nedeniyle postaya birkaç kart verdiğim doğrudur.
-Postaneye giderken kaldırımın sol yanındaki yeşillikte bir fındık faresinin bana eşlik ettiği daha da doğrudur. 
-Postane görevlisinin 8 tane kartı yüksek sesle tek tek saydığı doğrudur.
-8 kartı en yavaş şekilde damgalayıp en sevimsiz suratıyla 4 lira dediği de doğrudur.
-Esmahan Aykol'un son polisiyesi "Tango İstanbul"un 120. sayfasına geldiğim doğrudur. 
-İki gündür Zeki Müren'den taş plak kayıtları dinlediğim çok doğrudur. 
-Akşam evde 5 kilo domatesi rondodan geçirip dipfrize attığım doğrudur.
-Bu eylem sonucu domatese belenen tezgahı uzun uzun temizlediğim doğru olmamasını istediğim doğrudur. 
-Şimdi gidip bir fincan mis kokulu çay içeceğim en keyifli doğrudur. 

"Siz doğru olun, eğri elbet cezasını bulur" demiş atalarımız, doğrudur...

15 Ekim 2012 Pazartesi

PAZAR-KİTAP-YÜRÜYÜŞ



Dün öyle güzel ve güneşli bir hava vardı ki Cumartesi gününün yorgunluğunu unutup son günü olan Konyaaltı Kitap Fuarı'nı ziyarete gittim. Bindiğim balık istifi otobüste şoförle yolculardan biri 10 dakika süren bir ağız dalaşına girişince yolculuk tadından yenmedi. Üç büyük çadırdan oluşan Kitap Fuarı'nda çadırlardan birinde Banu Avar söyleşisi vardı, ben standların olduğu çadırları gezmeyi tercih ettim. Çok kapsamlı bir fuar değildi, birçok yayınevi katılmamıştı ama yine de kitapların arasında olmak iyi geliyor insana, bir de içerisi sauna gibi olmasaydı.

 

Kendimle gurur duydum yalnız bu sefer, aç kurt gibi saldırmadım kitapların üstüne. Şükrü Erbaş'a imzalattığım "Bağbozumu Şarkıları" isimli şiir kitabıyla, Uykusuz standından aldığım "Faik" dışında alışveriş yapmadım. 3 kez turladım ve kendimi açık havaya attım;
"Aşkı bir gövdeden doğuran dünya
Sen koydun bu kalbi bu güzelliğin önüne
Ayrılığa bırakma beni
Ölüm bir gün nasılsa sürecek hükmünü..." 
dizeleriyle başlayarak Şükrü Erbaş şiirleri eşliğinde bir bardak çay içtim.  Sonra uzaktan göz kırpan denizin maviliğine dayanamayarak eve yürüyerek dönmeye karar verdim. Yukarıdaki manzara eşliğinde sahil boyu bir yürüyüşe saldım kendimi. Millet haldır haldır denize giriyordu plajlarda. Ben yürüdüm yürüdüm. Tahmin edersiniz ki eve geldiğimde yorgunluktan emekleme aşamasına gelmiştim, yaklaşık 10 km kadar yürümüşüm. Ne olmuş yani Felix Baumgartner 40.000 metreden atladıysa ben de 10.000 metre yürümüşüm, aramızda hepi topu 4 misli fark var. Ha biri enineymiş, biri boyuna ne olacak ki sanki:)))

14 Ekim 2012 Pazar

İŞ-GÜÇ


"Ne oldum dememeli, ne olacağım demeli" derdi anneannem, ha buna benzeyen bir de deyim var; "attan inip eşeğe binmek" şeklinde. İşte sevgili dostlarım dün tam da benzer bir durumda buluverdim kendimi. Ben; bir haftadır o galadan bu galaya, o filmden bu panele, o sergiden bu etkinliğe koşturan festival kuşu entellektüel Leylak dün dizleri bollaşmış eşofmanımı çekip saç-baş bir yerde öyle bir domestik moda geçtim ki halimi gören yeni doğmuş kuşumuz Cüneyt Hakk'ın rahmetine kavuşuverdi. "Nayır, nolamaz" dedi, "benim günlerdir gördüğüm kadın bu olamaz" dedi ve gitti. Cüneyt'in ölüm sebebini çözemedik esasen ama dört gözle kardeşi Türkan'ın uçmasını bekliyoruz zira balkonun hali gübrelikten az hallice. Bir uçursak üzerine doğduğu dolabı doğruca çöpe yollayacağım. 

Ankara'dan gelir gelmez kendimi sinemalara atınca doğal olarak ev işleri beklemeye alınmıştı, dün el mahkum giriştim işe. Henüz açılmamış çantalar, poşetler açıldı, içinden çıkan mebzul miktarda kitap ve ıvır zıvıra tıklım kitaplık ve dolaplarda yer açabilmek hummalı bir faaliyet gerektirdi. Mecburen tüm kitaplık elden geçti, bazıları diğer odalardaki kitaplıklara taşındı, bazıları kat değiştirdi, bazıları çöpü boyladı, zira çöptü. 15 sene öncesine ait aylık tiyatro programı, 90'lı yılların başına ait yeni çıkmış kitaplar dergisi, 10 sene öncesinin senfoni orkestrası Şubat ayı konser listesi neden saklanır acaba? Evi müze yapmayı mı planlıyorum yoksa çöp ev olma yolunda hızlı adımlarla mı ilerliyorum bilemedim. Bildiğim attığım şeyleri pişman olup tekrar almadan aşağıya indirip çöp konteynerine göndermek oldu. Günün neredeyse tamamına yakını kitaplığı düzenlemekle geçti, geri kalan zaman da silip süpürmekle. Tüm bu çabalar sadece iki odayı halletmeme yetti, daha çok iş var çoook. Ama kitaplığın düzenlenmiş hali tabanlarımın zonklamasına ve belimin sızlamasına değdi. Son kalan gücümle Mehmet Murat Somer'in yeni polisiyesi "Pembe Tütülü Amiral"i bitirdim. Her zamanki gibi keyifli ama düşündürücü bir polisiye idi, beklenmeyen finali de cabası...

Şimdi Pazar gününün keyfini çıkarma zamanıdır...

12 Ekim 2012 Cuma

PORTAKALI SOYDUM, BAŞUCUMA KOYDUM 5


 Soyduğumuz portakallardan 13 dilimini mideye indirmiş ve festivali sona erdirmiş bulunuyorum. Şu anda NTV ekranlarında naklen verilen kapanış törenini göz ucuyla izlerken bir yandan da bu satırları yazıyorum. Sonuçların açıklanmasını da merakla bekliyorum. 

Bugün ilk izlediğim film bir belgeseldi, "Bela Bartok'un İzinde". Yönetmenliğini Yılmaz Atadeniz'in yaptığı belgeselde Macar müzik adamı Bela Bartok'un Türkiye'de halk müziğinin izini sürmesi ve Macar halk müziğiyle benzerliklerini araştırması konu edilmekteydi. Bol ezgili ve bilgilendirici bir yapım izledim ve ardından koşarak diğer salondaki filme yetiştim.


Arjantin, İspanya ve Brezilya yapımı olan "Kayıp Çocukluk" gerçek bir öyküden uyarlanmış bir film, yönetmeni Benjamin Avila ve filmdeki çocuk da bizzat kendisi imiş. Yıllarca sürgünde kaldıktan sonra sahte kimliklerle ülkeleri Arjantin'e dönen Juan ve ailesinin öyküsü anlatılıyor filmde. Siyasal faaliyetleri nedeniyle sürekli askeri cunta tarafından takip edilen ailenin baskı altındaki yaşamı ve bu durumun küçük Juan'ın hayatına yansımasını izledik filmde ve bir hayli hüzünlendik. "Kapı"dan sonra en beğenerek izlediğim film oldu diyebilirim. 


Ve sıra Kim Ki-Duk'un Altın Aslan ödüllü son filmi "Pieta/Acı"ya gelmişti. Sert, gerilimli, kanlı-bıçaklı, çarpıcı bir filmdi. Bir tefeci adına çalışan, kaybedecek birşeyi kalmamış acımasız bir adamın, annesi olduğunu iddia eden bir kadının ortaya çıkmasıyla değişen yaşamı konu edilmiş. Öyle vurucu, öyle sert sahneler vardı ki film bittiğinde üzerimizden buldozer geçmiş gibiydi. O nedenle bir sonraki seansta izlemeyi planladığım, hatta biletini bile aldığım "Savaş Cadısı" filmine gitmekten vazgeçtim. Daha fazla gerilimi yüreğim kaldırmayacaktı, bileti iade ettim ve 13 filmle bu yılın festivalini bitirdim. Darısı gelecek yıllardakilere...

11 Ekim 2012 Perşembe

PORTAKALI SOYDUM, BAŞUCUMA KOYDUM 4


Bu sabah festivale filmle değil "Türkiye Mizah Zirvesi" kapsamındaki panellerden ilkiyle başladım. Prof.Dr. Bilal Arık'ın moderatör olduğu panelde Dr.Şenol Bezci, Cihan Demirci ve Güven Bilge konuşmacı olarak yer alıyorlardı. Lakin izleyeceğim filmin başlama saati yaklaştığı için çok fazla kalamadım ve diğer oturumlara da katılamadım. 

Panelden koşaradım diğer sinemaya yollandım, "Saba" filmi için salona girmeye hazırlandığımda gösterimin teknik bir arıza nedeniyle iptal edildiğini öğrendim. Böylece paneli de kaçırmış oldum, diğer seans başlayana kadar arkadaşımla Kahve Dünyası'nda kahve içip limonlu cheesecake yiyerek vakit geçirdik ve sonra "Akkyz" isimli Kazak filmini seyretmek üzere salona döndük. Döndük dönmesine de film pek filme benzemiyordu, gördüklerim içinde en tatsız olanıydı diyebilirim. Neyse ki izlediğim son film iptal edilen filmi de, "Akkyz"ı da unutturdu. Dünyaca ünlü Macar yönetmen Istvan Szabo'nun son yapımı "Kapı"yı, kendisinin de katılımıyla izledik. Rahatlıkla bu yıl izlediğim en güzel filmdi diyebilirim.  Magda Szabo'nun yazdığı "Kapı" romanını birkaç yıl önce okumuş ve çok beğenmiştim, bu yıl filme çekildiğini duyunca çok heyecanlandım, festivalde en çok izlemeyi istediğim gösterimdi ve yanılmamışım. Romanın aslına sadık kalınarak çekilmiş film çok güzel, evin hizmetçisi "Emerenc"i canlandıran Helen Mirren'in oyunu ise olağanüstüydü.


İzleyiciler arasında Melike Demirağ, Zeynep Oral, Yaprak Dökümü'nün Damat Tahsin'i Ahmet Saraçoğlu da vardı. Film sona erince yönetmen Istvan Szabo izleyicilerden gelen soruları cevapladı ve yönetmenlikteki başarısının yanısıra alçakgönüllülüğü ile de kalpleri fethetti.



Filmin başarısının yönetmenden ziyade oyunculara ait olduğunu üstüne basa basa defalarca tekrarlayan Szabo aynı zamanda uluslararası jüriye de başkanlık yapmıştı. Hasılı bu şahane yapımı yönetmeni ile aynı salonda izlemek benim için hayat ağacından lezzetli bir meyva koparıp yemekle eşdeğerdi. Umudum bu meyvaların sayısını arttırabilmekte. Yarın festivalin son gününde görüşmek üzere muhabiriniz iyi akşamlar diler:)

10 Ekim 2012 Çarşamba

PORTAKALI SOYDUM, BAŞUCUMA KOYDUM 3

Bugün öyle bir bel ağrısıyla uyandım ki festival zamanı olmasa değil evden dışarı adım atmak yataktan bile çıkmazdım ama bel ağrısı geçer velakin gitmezsen filmler kaçar:) Karşılıklı açık balkon kapılarının arasında terli terli cereyanda kalarak iş yapmak bel ağrısı olarak döndü bünyeye ama yüz vermedim kendisine, erkenden gidip "Siirt'ın Sırrı" belgeselinin gösterileceği salonda yerimi aldım. 


Yönetmenliğini İnan Temelkuran ve eşi Kristen Stevens'in üstlendiği belgeselde Siirt'te ilk kez oluşturulan kız güreş takımına katılan ve 2010 yılında Avrupa Şampiyonu olan 16 yaşındaki Evin Demirhan'ın bu aşamaya gelinceye kadar yaşadıkları konu ediliyor. Sonuna kadar büyük bir zevkle izlediğim çok iyi bir belgeseldi. Ne yazık ki salonda bulunan yönetmenle yapılacak sohbete kalamadım, son sürat diğer sinemadaki filme yetişmek için yola düştüm. 


İzlediğim ikinci film ABD yapımı, yönetmenliğini Benh Zeitlin'in yaptığı "Düşler Diyarı" idi. Luisiana'daki bentlerin güneyinde, Leğen adı verilen sulak bir bölgede eğlenmekten zevk alan insanlar arasında babası ile yaşayan küçük siyahi kız Hushpuppy diğer çocuklarla birlikte günün birinde yöreyi  ortadan kaldıracağı düşünülen su baskınına karşı hayatta kalmayı başaracak şekilde eğitilmektedir.  Babasının hastalığı bu süreci hızlandıracak ve birtakım garip gelişmeler olmaya başlayacaktır. Fantastik ögeler taşıyan film gerçekten güzeldi ve izlediğim sürece o küçük siyahi kızın yanağından makas alma isteğiyle dolup taştım.


Yemek ve kahve molasının ardından "Konvoy" isimli Rus yapımı bir filmi izlemek üzere kendimi ve ağrıyan belimi yerleştirdim salondaki koltuğa. Kendini kızının ölümünden sorumlu tutan ve psikolojik bozuklukları olan bir subayın ve birliğine geri getirmekle görevlendirildiği asker kaçağının maceralarını izledik biraz da sıkılarak. Karanlık ve bunaltıcı bir filmdi, pek zevk aldığım söylenemez. 

Sinemadan çıktığımızda hatırı sayılır bir yağmur başlamıştı. Bugün fazla fotoğraf ekleyemiyorum sizlere oyuncular camiasından. Salonda uluslararası jüride görevli Macar yönetmen Istvan Szabo ve Cem Özer vardı. Yarına Allah kerim, kalın şimdilik sağlıcakla...


9 Ekim 2012 Salı

PORTAKALI SOYDUM, BAŞUCUMA KOYDUM 2


Festival filmleri takipçisi olmak sanıldığı kadar kolay bir eylem değil sevgili takipçilerim:) Biraz efor, biraz hafıza ve biraz emek gerektiriyor. Önce titiz bir çalışma ile gidilecek filmler belirlenir, seansların çakışmamasına özen gösterilir. Sonra iş bilet teminine gelir, benim gibi gecikirseniz bilet yerine hava almanız mümkündür. Neyse ben hava almış halimle 12 bilete sahip olmayı başardım, bir adet de davetiyem vardı, üstüne 2 de biletsiz belgesel, eh daha ne olsun değil mi? Biletler de temin edildikten sonra sıra filmlerin izlenmesine gelmiştir ki öyle el-kol sallayarak gidilmez sinema salonuna. Kocaman bir çanta asacaksınız kolunuza; içine filmleri not alacağınız defteri, program broşürünü, bilet portföyünü, kuyrukta beklerken ve film aralarında sıkılmamak için okuyacağınız kitabı, uzak gözlüğünü ve salonlar son ayarda soğutulduğu için festival uğruna zatürree olmamak için bir hırkayı itinayla yerleştireceksiniz. En önemlisi hırka inanın, geçen yıl ihmal ettiğim için donma noktasında çıkıyordum film bittiğinde salondan. Teçhizatı tamamladıysanız marş marş, sinema salonları sizi bekler. 

Bugün izlediğim ilk film bir Macar filmi idi: "Aglaya". Yönetmenliğini Krisztina Deak'ın üstlendiği yapım anne ve babası bir sirkte trapezci ve palyaço olarak çalışan ve sirkte doğup büyüyen bir çocuğun gözünden içinde bulunduğu yaşamı anlatıyordu. Çok hoş bir filmdi, iki saate yakın olmasına rağmen sıkılmadan izledim. 


Film bitince küçük bir kahve molası ve ardından diğer salondaki galaya koşturma. Ulusal Yarışmaya katılan filmlerin galalarının yapıldığı Antalya Kültür Merkezi'ndeki filmlerin bilet ücreti kadın izleyicilere sadece 1 lira. Yerler numarasız ve bu nedenle çok kalabalık oluyor, film başlamadan 45 dakika önce kapıların önünde kuyruk oluşuyor, içeri girene kadar ayakta dikilip kalıyoruz, işin en yorucu yanı bu. Neyse ki benim seçtiğim filmler bir başka sinemada da çok fazla yaşamıyorum bu eziyeti. Bugün kalabalık inanılmaz boyutlardaydı. 800 kişilik salonda tüm koltuklar dolduğu gibi merdivenlere de oturuldu ve kalaalık bir grup da ayakta izledi galası yapılan "Küf" filmini. Venedik'te "Genç Aslan" ödülünü alan filmi tüm ekibiyle birlikte izledik. Ben filmi çok beğendim durağan temposuna rağmen, birkaç ödülü kapacağı düşüncesindeyim, özellikle oyuncular çok başarılıydı. Favorim Tansu Biçer. 


Jüri başkanı Hülya Avşar'ı ve izleyiciler arasında bulunan Sümer Ezgü'yü çok zayıflamış gördüm. Ayşegül Aldinç yıllardır bildiğimiz Ayşegül Aldinç'ti, en çok alkışı ise Selçuk Yöntem aldı. Film bitince ekiple birlikte söyleşi çadırına geçtik. Yönetmen Ali Aydın, oyuncular Ercan Kesal, Muhammet Uzuner ve Tansu Biçer izleyicilerin ve basın mensuplarının sorularını cevapladılar. Tam Ercan Kesal sorulan bir soruya cevap vermek için söze başlamışken yaşlıca bir hanım ayağa kalkıp podyumun önüne geldi ve bağıra bağıra "Filminiz güzeldi, biyendim, elinize sağlık ama benim işim var, şimdi gitmem lazım, hadi allahaısmarladık" diyerek salonu kahkahalara boğdu.  Eğlenceli işler bu festival işleri, yılboyu olsa ne güzel olur:))



Tansu Biçer ve Muhammet Uzuner


8 Ekim 2012 Pazartesi

PORTAKALI SOYDUM, BAŞUCUMA KOYDUM 1


Efendim 2 gün gecikmeyle başladığım Altın Portakal Film Festivali'nde ilk seyirlerimi eda etmiş bulunmaktayım. Festivalin ve sabahın ilk filmi beklentiyle girip hayal kırıklığı ile çıktığım "Toprağın Çocukları" idi. Mesaj kaygılı, didaktik ve bundan dolayı da müsamere havasında bir film olmuş benim görüşüme göre. Köy Enstitüleri macerasının içine serpiştirilmiş çingene kızı öyküsü de Suzan Kardeş şarkılarına sebep olsun diye eklenmiş sanki. Yine de bu tarz filmlerin yapılmasından yanayım, öncü bir çalışma olarak da herşeye rağmen ellerine sağlık diyorum.


Film çıkışı apar topar karnımı doyurup ikinci filmi izleyeceğim AKM'ye koşturdum. Daha önce "Limon Ağacı", "Unutma Beni İstanbul", "The Visitor" gibi filmlerde oyuncu olarak izlediğimiz Filistinli aktris Hiam Abbass'ın yönetmen koltuğuna oturduğu "Inheritance/Miras" filmini izlemek üzere. Uluslararası Yarışma'ya katılan filmlerden biri olan "Miras" babaları ölüm döşeğinde olan bir Filistin'li aileyi konu alıyor. Savaşın günlük hayatın bir parçası haline geldiği bölgede evin torunlarından biri evlenecek ve tüm kardeşler bu düğünde buluşacaktır. Ancak herbirinin kendine özgü sorunları vardır ve işler karışır. Hoş bir filmdi, en azından sıkılmadan izledik. Gala gösterimi olduğu için jüri üyeleri Macar yönetmen Istvan Szabo, Belçim Bilgin, Cem Özer de salondaydılar.



Film çıkışı yönetmen Hiam Abbass'ın da katıldığı söyleşiye biraz uğradık sonra diğer salondaki filme yetişmek üzere koşturduk.  Bir İran filmiydi ve İran filmlerini çok sevdiğim için özellikle seçtiğim bir yapımdı yönetmen Khosro Masoumi'nin "Bear/Ayı" filmi. Lakin umduğum gibi çıkmadı. Savaşta şehit olduğu sanıldığı için karısının bir başkasıyla evlendiğini öğrenen adamın karısıyla tekrar birleşmek için verdiği mücadeleyi ve diğer kocanın karşı çıkışlarını konu alıyordu. İsmiyle hiçbir bağlantı kuramadığım film için sadece "eh!" diyebiliyorum. İlk günün randımanı pek yüksek olmasa da salondan salona koşmak, bir filmin ilk gösterimini izlemek, oyuncularla aynı ortamda bulunmak çok keyifli oluyor. Hele de bugün iki filmi tatlı eleştirmen Sevin Okyay'la sohbet edip fikir alarak izlemek harikaydı...

7 Ekim 2012 Pazar

YOLCULUK VE BİR SÜRÜ ŞEY

Efendim, bugün 4 aylık Ankara macerasının ardından sonunda Antalya'ya, evime kavuştum. Çok özlemişim, Antalya da beni özlemiş olacak ki kraliçelere layık bir törenle karşılandım. Önce elinde portakal tutan altından kız,


Sonra Türkan Şoray ve Belediye Başkanı
 

Ve sonra olarak da davul ekibi


bana hoşgeldin demeye gelmişler. Aman nasıl memnun ve mütehassis oldum, nasıl duygulandım, nassıl goksüm gururla doldu, nassıl koltuklarım kabardı anlatamam. Oturdum kaldırımın kenarına zırıl zırıl ağladım, "Hiç gerek yoktu değerli okurlarım, beni blogdan takip etmeniz yeterdi" dedim, "Sen de kimsin?" dediler. Çaktırmadan sıvıştım:)

Beni asıl karşılayanlara gelirsek; dün gece saat 01.00'de yatıp delikli bir uykuyla 03.00'de uyanıp bir saat sonra yola düşünce doğal olarak yine sütçü beygiri modunda tamamladım yolculuğu. Hatırladığım yegane şey sabahın köründe İkbal'de yediğim karışık tost ve duble çaydı. Gerisi uykuyla uyanıklık arası bir tuhaf durumda geçti. Bu kadar erken yola çıkınca öğle olmadan vardık evimize. Eve girip balkona çıkınca tahmin ettiğiniz şeyi gördük, bir numaralı karşılayıcılarımız yavru kuşları. Biz gelene kadar epey yol almışlar. Gitmeden önce yuva yapmamaları için bütün tedbirleri almıştım oysa, saksıları ters çevirmiş, tüm çukur yüzeyleri ortadan kaldırmıştım ama bu sefer suit oda kiralamışlar kendilerine uyanıklar. Patates-soğan koyduğum çekmeceli dolabın çatı katına sermişler postu. Post ki ne post, kuş gübresinden mütevellit kalın bir halı.  Ne desem boş, sadece "Hoşgeldiniz bebekler, bir siz eksiktiniz" diyebildim. Sonra Dedem Korkut geldi, boy boyladı soy soyladı, bebeklere isim koydu. Tam Film Festivali zamanı doğdukları için birinin adını "Türkan", birinin adını "Cüneyt" koydu ve "sıcakmış bu iller ben kımız içip serinlemeye gidiyorum" deyip vedalaştı.


Buyrun, Cüneyt'le Türkan, gübreleri mozaiklenmiş olarak huzurunuzda. Bir an önce uçsalar da temizlesem enkazlarını. 

Neyse efendim Cüneyt'le Türkan en azından balkonda, oysa bir diğer karşılayıcım mutfağı mekan tutmuş yokluğumda; bir adet kertenkele ki biz ona aile arasında Süleyman diyoruz. Sıcak yaz günlerinde ara sıra balkon ya da mutfak duvarında görür ses çıkarmazdık ama biz yokken gel de mutfağımıza pansiyoner ol dememiştik yani. Arkadaş babasının evi gibi kullanmış evimi, her yere imzasını atmış. Ben, zavallı Leylak o yol yorgunluğuyla önce kuşların gübrelediği iki koca balkonu temizleyip ardından mutfak sterilizasyonuna giriştim doğal olarak. Çamaşır suları ellerimi hamura çevirdi, ne kadar kap kacak vardı bulaşık makinesinden geçti. Buzdolabı kırklandı. Bu arada elektrik bağlantısını kestiğimiz için ev telefonunun hattı kopmuş, arıza bildirimi yaptık falan filan derken ikindiyi bulduk. Yeteri kadar çalıştığıma kanaat getirince hemen Festival mıntıkasına attım kendimi, niyetim önceden belirlediğim filmlere bilet almaktı. İlk sinemada sorunsuz aldım istediğim seans ve filmlere lakin AKM'de yani ulusal yarışmanın yapıldığı merkezde biletlerin çoğu tükenmiş, kaldık iyot gibi açıkta. Öğretmen olmanın avantajını burada gördüm, alamadığım biletlerin üstüne soğuk su yerine kahve içmek için oturduğum cafede rastladığım öğrencim bir davetiye verdi bana, böylece en çok görmek istediğim "Küf" filmine girebilme şansını yakaladım. Gerisini de o kadar önemsemedim, gidip o seanslara başka filmler için bilet aldım. Şimdi 15 biletim var ve start almak için yarını bekliyorum. 

Günün raporu budur sevgili dostlar, şimdi izninizle ben gidip yorgunluktan bayılayım...

6 Ekim 2012 Cumartesi

GİDERAYAK ANKARA'DA SON ETKİNLİK


Ankara'da son etkinliğimi resimlerine hayran olduğum ressam Selmanur Aktaş'ın "Safyürek" isimli sergisine katılarak yaptığım için çok mutluyum. Daha önce iki karma sergide eserlerini gördüğüm ve ne güzel ki kendisiyle de tanışabildiğim Selmanur Aktaş'ın son sergisinin ben Ankara'dayken açılması büyük şans oldu. Dün akşam açılıştaydım ve kendimce "sihirli" olarak nitelediğim o tablolaları doya doya seyrettim. 

Selmanur Aktaş Trabzon'lu bir genç ressam. KTÜ Güzel Sanatlar Resim Bölümü'nden mezun olmuş, çalışmalarını o zamandan beri kendi özel atölyesinde sürdürüyor, 8 kişisel sergisi var ve çok sayıda karma sergiye katılmış. Resimlerinde Karadeniz doğası ve insanının izlerini o naif fırça darbelerinde görmek mümkün. İnce detaylarla dantel gibi işlenmiş tablolara bakarken, bir masalın içinde, sihirli bir yolculukta buluyorsunuz kendinizi. Aşağıya sergiden çektiğim birkaç fotoğraf ekliyorum ama eğer Ankara'da yaşıyorsanız gidip görün bu sergiyi derim, benim gibi siz de tabloların büyüsüne kapılacaksınız. 












Selmanur Aktaş/"Safyürek" Resim Sergisi
Fırça Sanat Galerisi-Yıldız/Çankaya/Ankara
5-21 Ekim arası