.

.
.

30 Kasım 2012 Cuma

"SİZİN KİTAPLIĞINIZ NASIL?" 2


Bugünkü kitaplık Mino'ya ait: http://minonunyeri.blogspot.com/

Benim gözüm küçük kitaplığın üstündeki daktiloda kaldı. Eh serde birkaç yıl "Daktilografi" derslerine girmişlik var, 10 parmak tıkırdatmaya bayılırım: "Kara kara kartallar karlı tarlalar ararlar" :)

Kitaplık fotoğraflarınızı yollamaya devam edebilirsiniz. Aralık sonuna kadar yayınlayacağım, geç kalmadınız. Geliş sırasına göre ekliyorum, bilginize. Gösterdiğiniz ilgiye de bir kez daha teşekkür ediyorum. Bana gelince; dün Antalya Müzesi salonunda şahane bir konser izledim. Antalya Devlet Opera ve Balesi Orkestrası'nın nefesli sazlar grubundan 4 eleman önce lobide küçük bir konser verdiler, sonra salona geçip yaylı sazlar grubunun çaldığı ezgileri dinledik, ruhum arındı. Eve dönerken göçmen kuşların gidişine şahit oldum, ilkokul kitaplarından hatırladığımız gibi "V" çizerek güneye doğru uçuyorlardı. Ta o zamanlar öğrendiğim "Göçmen Kuşlar" şarkısını içimden söyleyerek yürüdüm eve kadar:
"Sonbaharın gamları ürküttü mü pek sizi
Terkedip bu diyarı ağlattınız hep bizi
Solgun gökten ince bir bulut gibi aktınız
Altanızda titreşir sizin coşkun bir deniz
Pek uzak mı nereye, ey semavî yolcular
Hangi ılık bâdiyeler yolunuzu karşılar
Nerde şimdi baharın müterennim, şen sesi
Gittiniz bu diyarın, hiç kalmadı neşesi."
Bugünse evde pinekleme günümdü, ekstra olarak yaptığım şey yaban mersini reçeli kaynatmak ve dün pazardan aldığım şevketibostanı pişirmek oldu. Bir haftanın daha sonuna ulaşırken keyifle hatırlayacağınız bir Cumartesi ve Pazar geçirmenizi diliyorum...

29 Kasım 2012 Perşembe

"SİZİN KİTAPLIĞINIZ NASIL?" 1

Sevgili arkadaşlar "Sizin Kitaplığınız Nasıl?" ismiyle başlattığım etkinliğe gösterdiğiniz ilgiye çok teşekkür ediyorum. Şimdiden bir sürü fotoğraf birikti. Bana geliş sırasına göre hepsini yayınlamaya çalışacağım. Fotoğrafı yollarken blog linkinizi de yollamayı unutmayın diyor ve ilk kitaplığı görüşlerinize sunuyorum:






GÜNÜN KONSERİ


Bütün gün miskin miskin evde oturduktan sonra tek etkinlik olarak dün akşam Piyano Festivali kapsamında "Chick Corea Trio"yu izlemeye gittim. 70'ini aşmasına rağmen hala delikanlı gibi olan Chick Corea piyanoda, Christian McBride kontrbasta, Brian Blade ise vurmalı çalgılarda kulağımızın pasını aldılar.. Hele vurmalı çalgılarda Brian Blade şahaneydi. Bir de önümdeki kadın kafasını sürekli kıpırdatmasa, yan taraftaki adam birayla karışık sarmısak kokmasa ve gençler cep telefonlarının ışığını gözümüze soka soka mesaj çekmek yerine konseri takip etseler çok daha iyi olacaktı.

"Sizin Kitaplığınız Nasıl?" etkinliğini atlamış olanlar için bir kez daha bahsedeyim. Kitaplığınızın tamanını ya da en sevdiğiniz bölümünü fotoğraflayıp bana yolluyorsunuz, bir seri olarak yayınlıyorum. Gönderme sırasına göre günaşırı ekleyeceğim fotoğrafları, fotoğrafla birlikte blog linkinizi de verirseniz sevinirim. Haydi kolay gelsin...

28 Kasım 2012 Çarşamba

"SİZİN KİTAPLIĞINIZ NASIL?"

Bir süredir bloglarda bir durgunluk gözlüyorum ya da bana öyle geliyor. Eski coşku, heyecan, güncelleme yok sanki, belki de benim takip ettiklerimde bir yavaşlama var. Ben bu blog sayesinde çok güzel insanlar tanıdım, çok iyi dostlar kazandım, faydalı paylaşımlara, işlere imza attım, attık. O yüzden haydi ortak birşeyler yapıp biraz hareketlenelim diyorum ve "Sizin Kitaplığınız Nasıl?" şeklinde bir etkinlik başlatıyorum. Yapacağınız şey basit, kitaplığınızın tamamını ya da en sevdiğiniz bölümünü fotoğraflayıp yandaki mail adresime yolluyorsunuz, ben de blog isminizle yayınlıyorum. Haydi kapın fotoğraf makinelerini, yollayın fotoğrafları. Aşağıdaki fotoğrafla başlangıç yapalım, benim kitaplıktan küçük bir bölüm:


Rastgele...
 

27 Kasım 2012 Salı

YİNE FÜRUZAN


Sevgili Buğday Tanesi geçenlerde bloguna eklediği şu yazıda kendisini etkileyen,  işaret olarak kabul ettiği bir kitap paragrafından söz etmiş. Paragrafı yazıya ekleyip "sizin de var mı böyle etkilendiğiniz bir paragraf" diyerek bir çeşit mim haline getirmiş. Mimi pasladığı kişilerden biri benim, mim cevaplamayı çok fazla  sevmesem de Buğdayımı hiç kırar mıyım, onu kıracağıma soğuktan dişlerim birbirine vurarak karlı dağ başında odun kırarım :)

Bana öyle yol gösteren, işaret niteliği taşıyan bir paragraf olmadı, bu anlamda Buğday'ın isteğine çok uyabilir miyim bilmiyorum ama her okuyuşumda etkilendiğim, "ülen şunu ben yazsaydım ya" dediğim birçok paragraf oldu ve blog alemi olarak artık biliyorsunuz ki bu paragrafların çoğu Füruzan'a aitttir. Füruzan'ın tüm yazdıklarına hayranım ama bir tanesi var ki kalbimde taşırım, onu da biliyorsunuzdur muhtemelen: "Edirne'nin Köprüleri". Her satırı bana saf iyiliği, karşılıksız sevgiyi, bağlılığı, yüce gönüllülüğü kısacası insanlığı anlatır, öğretir. Hala Adile'dir bu öykünün kahramanı; sakız beyazı başörtüsünün çevrelediği yüzünde memleketine duyduğu hasretin çizgi çizgi işlendiği Rumeli göçmeni bilge bir kadın, her okuyuşumda onun gibi bir yakınım olmasını tutkuyla istediğim. ''Karanlık bir yağmur gibi canını sıkarsa yaşamak, Edirne'nin Köprüleri'ni oku" demiş eleştirmen Fethi Naci, ben de buraya her okuyuşta içimi titreten bir paragraf yazayım:

"Amcamın eklem yerleri genişlemiş ellerini, parmaklarındaki derin, kapanmış yara yerlerini düşünürdüm. Bayramlarda yengemin özenle hazırlayıp ütülediği ipek mendilini bir türlü katlayıp cebine koyamazdı. İpek, ağaç kabukları gibi sertleşmiş ellerine takılıp ipliklenirdi. Amcamı bayramlarda tertemiz yaparlardı yengemle ninem. Onun sanki derisine geçmiş olan ağır et kokusunu yok etmek için, tenekede ısıtılan suları arka arkaya taşırlardı gusülhaneye. Amcam o günler bazı şeyleri unutmuş gibi olurdu. Kara giyimlerini giyer, ince yakalı mintanının aklığı yorgunluğunu aydınlatırdı. İlle de o ipek mendil cebe konurdu. Bu bayramın töresiydi. O mendilse, Naciye Yengemin damatlık armağanlarından arta kalandı, diğerleri satılmıştı. Elini gidip öperdik Sabahat'la. O katı, bozulmuş elini öptüğümde, içimde büyüyen güvenle, sevgiyi taşıyamaz olurdum. Gözlerime yaşlar dolardı. Babam ölmüştü üç yıl önce ama sanırım babamı da yaşasa amcamdan daha çok sevemezdim. Yengem, "Amca demek, yarı baba demektir" derdi."

Fotoğraftaki açık kitap YKY yayınlarından çıkan Füruzan/TopluÖyküler. Bugüne kadar tüm yayınlanmış öyküler birarada. Diğeri ise 1971 yılında Bilgi Yayınevi'nden çıkan ilk Füruzan kitabı, içinde "Edirne'nin Köprüleri"nin de yer aldığı "Parasız Yatılı". Benim için çok değerli, üç yıl önce iç sayfadaki Füruzan'ın ithafı ve imzasıyla daha da değerlendi. Aynı kitabın farklı yayınevlerinden çıkmış iki baskısının daha kitaplığımda olduğunu belirteyim de Füruzan'a olan aşkımı siz anlayın artık :)

Haydi bakalım kitapseverler, siz de etkilendiğiniz paragrafı yazıverin bir zahmet...

26 Kasım 2012 Pazartesi

ŞURADAN BURADAN BİR PAZARTESİ YAZISI


Güneşli ve pırıldak bir Antalya sabahına uyandım ama içimde dışarı çıkma isteği yok bugün. Camdan içeri giren güneşin aydınlatıp ısıttığı kanepe cümle park ve cafelerden daha cazip gelmekte şu an. Günlük geleneksel işleri tamamlayıp bilgisayar başında da yeterince oyalandıktan sonra mutfağa gidip birkaç yıl önce Bülent Özveren'in yarışmasında kazandığım nostaljik görünümlü minnacık radyomu açtım, çağıldayarak şu türkü başladı: "Kahve olsam tavalarda kavrulsam/Toz duman olsam dağ başında savrulsam". Eşlik ederek ocağı silip eviyeyi ovdum, bulaşık makinesini boşalttım (aklıma gelmişken, kahveli blogumuzu ihmal etmiyorsunuz değil mi:). Sonra soyadı "Hatapçı" olan birinin hazırladığı program başladı. "Hatapçı" sözcüğünün çağrıştırmasıyla babamın anlattığı bir anı geldi aklıma. Babam ve birkaç arkadaşı epeyce gençken radyoda yayınlanan istek programından bir türkü istemeye karar vermişler. Maksatları türkü dinlemek değil dalga geçmek olduğu için istek mektubunun altına kendi isimlerinin yerine memleketlerindeki bazı kişilerin isim ve lakaplarını yazmışlar: "Umuş, Mavuş, Hatçana, İrecep, Hatapçı'nın Abdullah". O zamanlar dinleyici sayısı da, istek de bulunan sayısı da bu kadar fazla olmadığı için her istek çalınıyor. Bir süre sonra babamların istediği türkü de çalınmış ama şu anonsla: "Şimdi de Abdullah ve arkadaşları için çalıyoruz." :) Babam demişken "İmza: Kızın"la ilgileniyorsunuz değil mi, ilgilenin ilgilenin, sayenizde belki birkaç çocuk daha eğitim olanağı bulur. Haydi elim değmişken size kitabın tanıtım filmini yayınlayayım:


Yukarıdaki fotoğraf "ne iş?" diyorsanız anladığınız üzere Türkan Sultan'ın hayatını okumaktayım kendi kaleminden. Hiçbir zaman idolüm olmadı, ben Filiz Akın'cıydım ama kitaptaki fotoğraflara baktıkça ne kadar güzel bir kadın olduğunu farkediyorum. Anı ve biyografi okumayı her zaman sevdim, bunu da gayet keyifle okuyorum. Sultanın hayranı iseniz öneririm...

25 Kasım 2012 Pazar

BUIKA



Buika
Düne damgasını o vurdu; muhteşem bir ses, bitmek bilmez bir enerji
Öğretmenler Günü hediyem oldu



24 Kasım 2012 Cumartesi

23 Kasım 2012 Cuma

SONBAHAR

Bugün yaptığım uzun yürüyüş sırasında tesbit ettim ki Antalya'ya sonbahar hafiften gelmeye başlamış. Buyrun siz de test edip onaylayın:



















22 Kasım 2012 Perşembe

PAZAR ŞENLİĞİ


Uzun zamandır ilk kez pazara çıktım bugün, öyle güzeldi ki... Sabaha karşı yağan yağmurla parlayıp ışıldamış, sonbahar renklerini taşıyan meyve sebzelerle gökkuşağı görünümü almış tezgahların arasında iki tur attım, önce gözümle seçip peyledim, sonra geri dönüp almaya başladım. Her mevsim kendi rengini getiriyor pazara, bu mevsimin rengi sarı ve turuncu. Ara ara yanık kahveler, koyu yeşiller de sokuluyor palete, ortaya çıkan şahane bir sonbahar peyzajı oluyor.

Bol bol balkabağı vardı bu hafta, portakal, mandalina, yeşil yaprakları üstünde çıtır havuçlar ve bir de asıl isminin ne olduğunu bir türlü kavrayamadığım parlak turuncu meyve; bizim evde Bağdat hurması denirdi, bazıları Trabzon hurması diyor. Daha küçük ve olgunlaşmadan da yenebilen cinsine Cennet elması adı veriliyor sanırım, Antalya'da ise tamamına saçma sapan bir isim takmışlar: "Amme". Bir meyveye yakışabilecek en son isim budur herhalde. Zaten yıllardır bu memlekette yaşarım hala bazı meyve ve sebzelerin yöresel isimlerine alışamadım. Benim onca yıl "yenidünya" ya da "Malta eriği" diye bildiğim ilkbahar müjdecisi meyvenin adı burada "muşmula". Bugün pazardan satın aldığım ve yemeye bayıldığım kahverengi, bol çekirdekli, yumuşacık minik meyvenin adı da "muşmula", peki hangisi doğru? Terenin adı "gerdeme", semizotununki "töğmeken" yerel lehçede, alışamasam da öğrendim artık, yabancılık çekmiyorum.

Sebze-meyvenin yanısıra çiçek cennetiydi bugün pazar, koca koca demetler sudan ucuz, o yüzden sonbahar kokulu, bir kucak dolusu kasımpatı da benimle birlikte geldi eve. En sevdiğim çiçeklerden biridir; kalender, iddiasız ama direngen ve dayanıklı. Kırları hatırlatan güzel kokusu da cabası. Yıllar önce hangi yazarındı hatırlamıyorum, bir yazısını okumuştum. Krizantem nasıl bir çiçektir diye merak eder dururmuş, Uzakdoğu öykülerinde çokca geçtiği için de, egzotik, pahalı, nadir bir çiçek olduğunu sanırmış. Sonra krizantemin kasımpatı olduğunu öğrenmiş ve çok şaşırmış. Şöyle diyordu mealen: "Gözümde büyüttüğüm krizantemin kasımpatı olduğunu öğrenince birden krizantem değerini yitirdi, kasımpatı ise değer kazanıp sınıf atladı". Benim gözümde her zaman değerli olan kasımpatlarımı evdeki vazolara dağıtmak bir saatimi aldı, aç gözlülük edip o kadar çok almışım ki ama ne iyi etmişim, odalar şenlendi.


Bu bir demet, tazecik yaban mersinini tezgahın birinde görünce adeta üstüne atladım. Şimdi evdeki en devasa vazonun içinde süzülüyor, öyle de güzel kokuyor ki. Yanından her geçişte saçlarını okşuyor, meyvelerinden bir-iki tane koparıp ağzıma atıyorum. Satıcı yapraklarını kaynatıp içmemi önerdi ama ben onu kokusu ve görünüşü için aldım, kuruyup çirkinleşene ve meyvelerini yiyip bitirene kadar evimin misafiri olacak. 

Pazarla şenlenen bir günün sonunda huzurdan ayrılırken derim ki, yarın sabah saat 07.30'da "İmza: Kızın"ın yaratıcı ekibi CNN Türk'deki "Güne Merhaba" programında olacak. Erken kalkanlar kaçırmasın. Kalın sağlıcakla...



21 Kasım 2012 Çarşamba

BİR AŞURE MASALI


Bir varmış, bir yokmuş, bir değil birçok ülkede komşu tarlalarda büyüyen buğdaylar, nohutlar, fasulyeler varmış. Birbirlerine uzaktan uzağa bakar iç geçirirlermiş. Sonra bir gün içlerinden en görmüş geçirmişi olan buğday komşularına seslenmiş: "Bre kardeşler, şu uçsuz bucaksız tarlalarda, bahçelerde yıllardır rüzgarın müziğiyle kendi başımıza danseder dururuz, neden biraraya gelip de bir etkinlik yapmıyoruz?" "Makul" demiş nohut, "Takla atma yarışması yapalım", kısa boyu, tombul gövdesiyle yuvarlanarak. "Boşver sportif faaliyeti" demiş buğday, "yemeli, içmeli birşeyler olsun". "Altın günü yapalım" demiş içlerinde en evcimen olan fasulye, sırtını kamburlaştırıp göbeğini içeriye çekerek. Kısa bir an düşünmüşler buğdayla nohut, "İyi fikir, başka arkadaşlar da buluruz bize katılacak, yapalım yapalım" diye çığrınmışlar. Hemen organizasyon yapılıp tertip komitesi seçilmiş. Buğday başkan, fasulye başkan yardımcısı, nohut da yazman olmuş. Etkinlik mekanı olarak kalaylı, büyük boy bir bakır tencere seçilmiş. Zaman olarak da yılda bir gün tesbit edilmiş ama eğer canları isterlerse arada bir yine toplanmaya karar vermişler. Altın son günlerde çok pahalandığı için herkesin şık bir porselen kase getirmesi şart koşulmuş ve sıra gelmiş etkinliğe katılacak başka arkadaşlar bulmaya. Buğday demiş ki: "Şu ilerideki sulak arazide benim uzaktan bir akrabam ikamet ediyor, asıl sülalesi Uzak Doğu'da ama göç yoluyla buraya da gelmişler, pirinç diyoruz aile arasında biz onlara. Kalabalık katılamazlarsa da küçük bir grup olarak dahil olurlar aramıza. Nitekim pirinç sevinerek kabul etmiş bu daveti ve demiş ki, "ben sulak mekanlara alışkınım, etkinliğimiz de sulu bir yerde olsun". Diğerleri de uygun bulunca Altın gününü bakır tencerenin içine su doldurarak bir nevi havuz içerisinde yapmaya karar vermişler. Ardından da "Altın günümüze katılacak yeni dostlar aranıyor" diye yerel gazetelere ilan, yerel TV'lere reklam vermişler. Başvurular gelene kadar da havuz sefası yapmaya karar verip tencereye dalmışlar. Onlar suyun içinde şişedursun bu durum şeker pancarının kulağına gitmiş, "Ben de katılmak isterim, tatlı yiyelim-tatlı konuşalım" diyerek gruba dahil olmuş. Buğday, nohut, fasulye, şeker bir muhabbet içinde hemhal olurken ardarda konuklar kapıya dizilmiş. Kayısı ağaçtan atlamış, üzüm asmadan zıplamış, incir "ben de varım" demiş, portakal bile "benim neyim eksik, yer açın dostlar" diyerek kabuğuyla dalmış havuza yani tencereye. Karışmışlar, kaynaşmışlar, fokur fokur kaynamışlar, kakır kakır gülmüşler, bir muhabbet bir muhabbet. Derken kuru ahali görünmüş Altın Günü kıvamını bulduğunda, ceviz önde fındık arkada, fıstık en sonda serilmişler muhabbetin orta yerine. Ardından nefes nefese susam yetişmiş, eteğine hindistan cevizi yapışmış, dolmalık fıstık "beni de alın aranıza" diye seslenmiş. Nar durur mu, hasetinden çatlamış, tencereye atlamış. Rüzgar esmiş, toz bulutu gibi bir tarçın bulutu getirip Altın gününü yaldızlamış. Sonra Dedem Korkut görünmüş, boy boylamış soy soylamış, görelim ne soylamış: Ey katılımcılar, görürüm ki biraraya gelmiş, karışmış kaynaşmış bir güzel lezzet çıkarmışsınız ortaya. Adınız "Aşure", ömrünüz uzun olsun, bir yiyen bir daha yesin, biraraya getirenlere "eline sağlık" desin" demiş ve eteklerini savururak yürümüş gitmiş. Bu masal da burada bitmiş. Gökten üç tas aşure düşmüş; biri pişirene, biri komşulara, biri de sabırla okuyan sizlere...

20 Kasım 2012 Salı

OKUNANLAR-OKUNACAKLAR


Fotoğraftaki minimal kule bu hafta oluştu. Aslında bir süredir okuma hızım düşük. Hem başka etkinliklere, başka işlere koşturup durmam hem de gözlerimdeki mevsimden ve gençlikten(!) kaynaklanan sıkıntılar yavaşlattı beni. Her ilk ve sonbahar alerjik konjonktivit gelişen ve yaş icabı yakın gözlüğü kullanmam gerekirken çocukluk çağından beri devam eden miyobum nedeniyle kullanamamam okumamı zorlaştırır oldu bu aralar. Aslında gözlerimi elinden tutup bir göz doktoruna götürsem iyi olacak, kendilerinin gideceği yok zira:)

Daha iri boyları arka planda görünmeyen okunmamışlar kulemdeki kitapların çoğunu internet yoluyla sipariş ettim. Bu şehirde D&R dışında pek dişe dokunur kitabevi yok, almayı düşündüğüm kitapları mağazada bulamayınca mecburen internete başvurdum. Yurtiçi Kargo ile 3 günlük bir cebelleşme sonucunda kitaplarım kavuştum. Şimdi sırada okunmayı bekleyen "Fang Ailesi/Kevin Wilson", "Yatak/David Whitehouse", "Mutfaktaki Tarifbaz/Julian Barnes", blogger dostum Arzu'nun armağanı "Güz Hapsi/Nuriye Zeybek" var. Sevgili bebeğimiz "İmza: Kızın" her daim elimin altında, gidip gelip bir mektup okuyorum ve çoğunlukla hüzünleniyorum. Dün akşam başladığımsa bir öykü kitabı, Ayşe Başak Kaban'dan "Ben, Kendim ve Bergen". Sıradışı ve düşündürücü öyküler bunlar...

Okuduklarıma gelince; Oya Baydar'ın "O Muhteşem Hayatınız" romanı yeni bitti. Bir Diva'nın hayatının eski fotoğraflar aracılığıyla nasıl yeni baştan yazıldığı konu ediliyor, Dersim olayları da kitabın akışını belirleyen unsurlardan. Sevgili Mavianne'nin-daha önce aynı yazarın "Olmayan" kitabını da onun aracılığıyla okumuştum-hediyesi olan Bahri Gördebak'ın  şirin kapaklı kitabı "Aynı Benzersiz Kişiler" bu ay okuduğum kitaplardan biri. Bir kafede garson olarak çalışan Nesrin'in gözünden kafenin müşterileri değerlendiriliyor. Nesrin'in gördüğü ile kişinin kendisi aynı insan mı, bunu öyküleri okuyarak anlayabilirsiniz; keyifli, minik bir kitap. Fotoğraftaki ufak çaplı kulenin en üstünde gördüğünüz ise bir blogger arkadaşımızın, Vladimir'in ilk kitabı. Sağolsun bana imzalayarak ulaştırdı. Zaman zaman blog yazılarında da edebî yönünü keşfettiğimiz Deniz Moralıgil'in "Gölge Falı" isimli kitabı bir dizi öyküden oluşuyor. Öykülere bazı resimler ilham vermiş, benim kitabımın arasından kitabın son öyküsü "Karamel"in doğduğu fotoğraf çıktı. "Karamel" küçücük bir öykü ama içine sığan anlam kocaman. Zaten Vladimir'in öykülerinin çoğu içerikleriyle ters orantılı, bir ya da iki sayfalık bir öykünün içinde koca bir romanın izlerini bulabiliyorsunuz. Tüm öyküler çok güzel ama ben en çok birçok bölümün yer aldığı ilk öyküyü sevdim. Zevkle okuyup bitirdiğim kitabın yazarı arkadaşıma atıldığı bu çetin ama güzel yolda başarılar diliyor, devamı gelsin diyorum. "Gölge Falı" ile ilgili daha detaylı bilgiyi buradan edinebilirsiniz...

Eh ne diyelim, bol kitaplı günlere...

Bu arada Lale'nin Bahçesi'nin bizlerden bir ricası var, link aşağıda:


19 Kasım 2012 Pazartesi

BİR ŞEHRİ SEVMEK

Nesi sevilir bir şehrin?

Bazen denizi,

Bazen güneşi,

Bazen çiçekleri,

Bazen ağaçları,

Bazen bulutları,

Bazen çocukları,

Bazen kendini rahat hissettiğin bir mekanı,

Bazen o mekanın kucakladığı manzara,

Ve bir bardak çayın verdiği huzur, daima...

18 Kasım 2012 Pazar

HAFTAYA BAKIŞ

"Haftaya Bakış" deyince aklıma geldi, gençlik yıllarımda ve TV'nin gençlik yıllarında tek kanallı yayın "Güne Bakış" isimli bir haber programıyla sona ererdi. Sunucusu Can Akbel idi ve saçları dökülmüş olduğu için programın adı halk arasında "Kele Bakış" olarak telaffuz edilirdi. Ne alaka demeyin, öyle birdenbire hatırlayıverdim işte, Can Akbel'in kulakları çınlasın.

Efendim bu hafta "İmza: Kızın"la yatıp "İmza: Kızın"la kalktığımız için hafta içi dökümümü yapamamışım size, geç olmadan, hafta bitmeden bir özet geçivereyim. Hayli yoğun ve hareketli bir hafta geçirdim. Kitabın piyasaya çıkmış olmasının sevincine bir sürü etkinlik karıştı. Perşembe günü haftanın 2. sinema etkinliği olarak  James Bond'un son filmi "Skyfall"ı izlemeye gittim. Özlemişim 007 biraderimizi. Benim için Bondların Bond'u her zaman ve daima Sean Connery olsa da Daniel Craig'de hiç fena bir Bond değildi doğrusu, üstelik çok şıktı her zamanki gibi.


Film hakkında bilgi vermeyeceğim, haliyle aksiyonun bol olduğu bir Bond filmi deyip geçeceğim, arzu eden gidip izlesin, ben beğendim, özellikle jeneriğe ve her iki Bond kızına da bayıldım.

Sinemada üç saatlik Bond filmi yetmemiş olacak ki ertesi gün evde, fırsat bulup bir türlü izleyemediğim yine aynı uzunluktaki "Cinema Paradiso"yu izledim ve bugüne kadar izlememiş olduğum için fena halde yerindim.  

Cumartesi günü 7. sanattan tiyatroya geçiş yaptım ve uğruna alınmış opera biletlerimi gözden çıkardığım İstanbul Devlet Tiyatrosu'nun turne oyunu "Antigone"ye gittim. Oyun öncesi yanyana iki gişenin birinden tiyatro, birinden opera biletlerimi teslim aldım ve opera biletlerimden özür dileyip tiyatro salonuna daldım. 

Görsel: Buradan

Kenan Işığın yönetmenliğini üstlendiği ve Suna Selen, Atilla Olgaç, Gözde Okur, Barış Bağcı gibi oyuncuların rol aldığı "Antigone" Sophokles'in bir trajedisinden günümüze uyarlanmış. Zaten eserdeki olayların da günümüzden pek farkı olmadığı kesin. 1,5 saatin sonunda iyi kotarılmış bir oyun seyretmenin keyfiyle salondan çıkınca biraz gecikmeli de olsa "Figaro'nun Düğünü"nü  de izleyebileceğimizi farkettik, başlayalı yarım saat bile olmamıştı çünkü. İkinci yarıyı beklemek niyetindeydik ama görevli bize torpil yaptı ve yavaşça personel kapısından içeri alıverdi. En arkadaki koltuklara yerleştik ve bir daha da yerimizi değiştirmedik.

Görsel: Buradan

Cherubini'nin eseri olan Figaro'nun Düğünü operasını şef Gaetano Soliman yönetiyor ve başlıca rolleri soprano Nurdan Küçükekmekçi ile tenor Umut Akça paylaşıyordu. Eğlenceli bir opera idi, lakin tiyatro oyununun arkasından izlediğimiz ve hayli de uzun olduğu için çıkışta hafif tertip sersemlemiş durumdaydık. Eve gelip kahve-çay içerek Oya Baydar'ın son romanı "O Muhteşem Hayatınız"ı bitirip günü nihayetlendirdim. 

Bunca okuma ve yüksek sesli etkinliğin üstüne Pazar sabahına göz kanlanması ve başağrısı ile uyandım ama yılmadım. Ev yapımı kırma zeytinli kahvaltının ardından blogger arkadaşım Vladimir'in yeni yayınlanan kitabı "Gölge Falı"na başladım. Neredeyse üçte birini okudum ve okuduğum kadarıyla çok sevdim. Kitabı bitirince daha detaylı bir tanıtım yazacağım. Öğleden sonra ise 13.Antalya Piyano Festivali kapsamındaki Genç Yetenekler Konseri'ne gittim. 



Yaşları 15 ile 18 arasında değişen 4 genç yetenek, piyano eğitimcisi Kamuran Gündemir anısına sahne aldılar ve bize Liszt'ten Chopin'e, Rachmaninof'dan Schubert'e, Scriabin'den Brahms'a uzanan geniş bir yelpazeye yayılmış harika bir müzik ziyafeti çektiler. Can Çakmur, Cem Esen, Victor Maslov ve Merve Akyıldız'ın gelecekleri çok parlak görünüyor, yolları açık olsun.

Efendim bunca batıya dönük etkinliğe Anadolu'nun bağrından kopup gelmiş bir kapanış yapalım dedik ve "Herşey aslına rücû eder" sözünü boşa çıkartmamak için hemen yakındaki Cam Piramit'te açılmış "Yöresel Ürünler Fuarı"na uğradık. Şu anda kahve eşliğinde son olarak aşağıdaki etkinliği gerçekleştirmekteyim: Muhteşem final :)


Buraya kadar dayanma sabrını gösterdiyseniz teşekkür eder, "İmza: Kızın"ı okuyunuz, okutturunuz derim. Yeni haftanız güpgüzel olsun...

16 Kasım 2012 Cuma

"İMZA: KIZIN"A KAVUŞTUK



Vee sonunda üç ebeli, çok anneli kızımız kucağımda. Kuzguna yavrusu şahin görünürmüş, bu bebek de eminim tüm annelerine öyle görünecek. Üstelik serpilip geliştikçe çok faydalı bir bebek olacak, haydi elbirliğiyle büyütelim onu ki sayesinde birkaç çocuğumuz da okuyarak büyüsün...

Meraklısı için not: 187. sayfadayım...

15 Kasım 2012 Perşembe

İMZA: KIZIN


Kitabı henüz elime alamadım. Doğum odasının kapısında, elinde sigarayla bir aşağı bir yukarı dolanan baba karikatürleri vardı eskiden. Derken hemşire görünür ve kucağındaki kundağı babaya aktarır "Gözünüz aydın, bir kızınız (ya da oğlunuz) oldu" derdi. Babadan karikatür gereği beklenen espri de arkadan gelirdi. İşte aynı o karikatürlerdeki babanın durumundayım. Her an kapının çalmasını, kargo ya da PTT görevlisi kılığına girmiş hemşirenin kitap kılığına girmiş yeni doğmuş bebeğimi kucağıma vermesini bekliyorum. Baktım hemşirenin henüz geleceği yok, Antalya'da elimizin mahkum olduğu D&R kılığına girmiş bebek odasına dalıp raf kılğına girmiş küvezlerden birinde yatan bebeklerden birini çantaya atacağım. Zira 114 kadının babalarına yazdıkları mektuplardan oluşan "İMZA: KIZIN" bugün kitabevlerinde satışa sunuldu. Sayfalardan birinde de benim babam ve benim mektubum var.

Bu projeye iki güzel kadının öncülüğünde Mart ayında başlandı, sonra onlar üç oldular. Bizler, katılmak isteyenler için bloglarımızda duyurduk, ilgi beklediğimizden de fazla oldu. Bazı ünlü kadınlar ve ünlü babaların kızları da projeye dahil oldular ve aylar süren bir çabanın sonunda kitap bugün piyasaya sunuldu. Mektup yazan, yaşları kaç olursa olsun babalarının kızları hem babalarına olan duygularını dile getirdiler hem de güzel bir amacın gerçekleşmesine vesile oldular. Kitabın geliri "21. Yüzyıl Eğitim ve Kültür Vakfı (YEKÜV)"na "Bir Çocuk Daha Okusun" diyerek bağışlanacak. Sizler de bu çorbada bir tutam tuzumuz olsun diyorsanız "İmza: Kızın"ı alın, okuyun, okunmasına vesile olun. Keşke ben de babama bir mektup yazsaydım diyorsanız iş işten geçmiş sayılmaz, mektubunuzu yazıp "İmza: Kızın" adıyla açılan blogumuza göndererek yayınlanmasını sağlayabilirsiniz. Diğer tüm ayrıntılar için sözü projenin mimarlarından "Kakarakikiri" ye bırakıyor, emeği geçen üç güzel yürekli kadına, "SelginGB"ye, "Esra Aylin Akalın"a ve "Banu Özkan Tozluyurt"a bir kez daha teşekkür ediyorum.

"Aranızda “Ah tüh vah! Ben niye bu kitapta yokum?” diyen varsa, üzülmesin. Ya İmza:Karın için mektubunu hazırlasın, ya da İmza:Kızın için açtığımız blogda yayınlanmak üzere bize göndersin!
Yapılacakları toparlıyorum:

1- Kağıt mendil alınız
2- Kitapçıdan kitabı edinip okuyunuz. Küçük dozlarda, yemekten 1 saat sonra okumaya dikkat ediniz.Toplu okumalar bünyenize ağır gelebilir.
3- Sizin yazınız yoksa dert etmeyip hemen klavye başına koşup bir solukta mektubunuzu yazınız. imzakizin@gmail.com‘a gönderiniz. 
4- Kimler yazmış, kapak nasıl, hazırlayan diğer 2 kişi kim gibi daha fazla bilgi için imzakizin.com adresini ziyaret ediniz.
5-İmza:Kızın hakkında bundan sonra ne olup bitiyor öğrenmek için facebook ya da twitterda  takip ediniz."