.

.
.

30 Ocak 2014 Perşembe

"YIRT BİLETLERİ, GEÇ Mİ KALDIK YAŞLANMAYA"*


Bugün 2013 model yaşımın son günü, yarın yeni bir yaşa giriyorum. Kaç diye sormayın, Fadime gibi cevap veririm: Fadime'ye "Kaç yaşındasın?" diye sormuşlar, "Her sene değüşen şeyi ne diye aklimda tutayım da" demiş. Benimki de o hesap, şimdi söylesem seneye başka olacak, onun için boşverin, modelim 2014 oldu, onu bilin yeter :) Önemli olan ruhumda konuşlanmış çocuğun yaşı, o da bir türlü büyümüyor zaten, öyleyse mesele yok. Yine de bir kıyak yaptım biten yaşıma, mor çiçekler alıp hediye ettim ona ve teşekkür ettim bana yaşattıkları için, bakalım halefi ne gösterecek. Dileğim, umudum, ricam sağlık ve güzel şeyler getirmesi yönünde.

Yarın bir yaş büyümüş olarak görüşmek üzere diyorum, kalın sağlıcakla...

*İncesaz/Geçsin Günler albümü "Derya" şarkısından...




28 Ocak 2014 Salı

BİRAZ ORDAN BİRAZ BURDAN



Şirinlerime ilave geldi, bir nevi model değiştirme hediyesi :) Kitaplarım güvenilir kişilere emanet, başlarına birşey gelmez artık, bir sürü koruyucusu var :)

Antalya günlerdir yağışlı, daha da devam edecek korkarım. Sıkıldım ama artık, kaç gündür eve yapışıp kaldım, çıkıp sokaklarda yürümek istiyorum. Günün bunaltısını "İncesaz"ın son albümü "Geçsin Günler"i dinleyerek gidermeye çalıştım. Albümün adını taşıyan ilk şarkı "Geçsin günler, haftalar, aylar, mevsimler, yıllar/Zaman sanki bir rüzgâr ve bir su gibi aksın/Sen gözlerimde bir renk, kulaklarımda bir ses/Ve içimde bir nefes olarak kalacaksın" sözleriyle hatırlayacağınız eski bir şarkı. Grubun yeni solisti Ezgi Köker su gibi sesiyle şahane söylemiş. Beni eskilere götürdü ve nedense Güneri Tecer'i getirdi aklıma, huzurla uyusun, çok güzel söylerdi. Yine çok sevdiğim 2 sanat müziği parçası daha var CD'de; "Rüzgâr Uyumuş, Ay Dalıyor" ve "Bana Bir Aşk Masalından Şarkılar Söyle". Bir de "Derya" isimli sözlerini Cem Pehlivan'ın yazdığı, müziğini Murat Aydemir'in yaptığı şarkı var ki hem güfte, hem beste beni benden aldı:

"Aşk sarma tütün yürek ister bırakmaya
Ah niyeti yok gözlerimin kapanmaya
Yırt biletleri, geç mi kaldık yaşlanmaya
Tut ellerimi, yangın yeri deniz derya"

Kısacası bu CD'yi alın ve dinleyin.

Efendim "Kitap Düşkünleri", nam-ı diğer "Bibliyomanyaklar" isimli kitap blogumuzdan haberdar olduğunuzu umuyorum. Şubat ayı kitabımız Ayfer Tunç'un "Dünya Ağrısı". Aybaşından itibaren sırayla tanıtmaya başlayacağız, öncesinde bu ayın kitabının yazarı Esra Türkekul'la yaptığımız ortak söyleşi yayınlanacak. Şubat'tan itibaren de bir sürprizimiz var, her hafta yorum bırakan izleyicilerimizden birine İletişim Yayınları'ndan bir kitap hediyemiz olacak. Eh bizi takip edin anacım:) Linkimiz şudur: http://bibliyomanyaklar.com/

Madem kitaptan söz açtık, ben de blogumun 5. yılını doldurması sebebiyle 1200. izleyicime bir kitap hediye etmeyi planlıyorum (benim fakülte numaramdı bu), bakalım kim olacak o şanslı :) 

E daha ne yapayım değil mi? Ustamın adı Hıdır, elimden gelen budur :)

26 Ocak 2014 Pazar

VE BİR HAFTA DAHA BİTER

Hiç sevmediğim Pazar gününe hiç sevmediğim hava durumuyla uyanınca kendimi de fazla sevemiyorum. Pis bir yağmur, grinin grisi bir gökyüzü ve nemli bir serinlik var ki üçü de ilgi alanıma girmiyor. Millet yağmur yolu gözlüyor, haklılar da ama ne yapayım ben hoşlanmıyorum. Kocam küresel ısınmanın ve kuraklığın sebebi olarak beni görüyor, o da haklı diyelim ve Nasreddin Hoca'yı anarak devam edelim.

Dün günler öncesinden biletini aldığım ve havayı çok yağışlı görünce neredeyse gitmekten cayacağım bir oyunu izlemek için tiyatroya gittim. Tek bir salonumuz var ve sezonda en fazla 5-6 oyun sahneliyorlar. Dolayısıyla seçme şansımız pek fazla olmuyor ve ne çıkarsa bahtımıza deyip izliyoruz. Tiyatro Festivali sırasında da açığımızı kapatmaya çalışıyoruz.  İzlediğim oyunun adı "Yalancı" idi. 


Carlo Goldoni yazmış, Ahmet Açıkgöz yönetmiş ve ADT oyuncuları da sahnede canlandırmış. Kostümler ve müzik güzeldi, oyuncuların emeklerini ve performanslarını da inkar etmemek lazım ama oyun benim tarzım olan bir tür değildi. Daha derinlikli oyunlar izlemek istiyorum, beklentim bu yönde, yine de tiyatro candır ve hep olmalı diyorum. 


Oscar adayı filmleri izlemeye devam. "Captain Phillips" kaptan rolünde Tom Hanks ve Somalili korsanı canlandıran, yardımcı erkek oyuncu dalında aday Barkhad Abdi'nin şahane oyunuyla göz dolduran bir aksiyon filmi idi. Güzeldi, gerilimliydi lakin filmin sonunda sanki o filikadan ben çıkmış kadar yorgundum :) Sanırım ben daha sakin tempolu, duygusal ya da beni şaşırtan sürprizli filmleri tercih ediyorum. "Gloria"yı çok sevdim mesela, ana karakteri müthiş başarıyla canlandıran Pauline Garcia, Gloria rolüyle Şili'nin çalkantılı geçmişini fon alarak orta yaşın sonuna ulaşan kadının arayış çabalarını hakkıyla vermiş. Ve Meryl Streep'in akıllara seza bir şekilde milyonuncu kere en iyi oyuncu dalında aday gösterildiği "August, Osage County" bol kavgalı, bol gürültülü bir aile dramasıydı. Bizim kültüre oldukça ters gelen aile yapısına baktıkça gülmek mi, ağlamak mı, şaşırmak mı yoksa "normali belki de budur" demek mi gerekti bilemedim. Anne rolünde Meryl her zamanki gibi olağanüstüydü ama Oscar'ı başkası alsın lütfen, o yeterince tadına baktı. Yetmemiş gibi evin büyük kızı Julia Roberts da yardımcı kadın oyuncu dalında aday. Oscar giderek "Biz 40 kişiyiz, birbirimizi biliriz"e dönüşüyor.

Ne kadar karamsar olursa olsun müthiş bir doygunluk hissiyle okuduğum Ayfer Tunç'un "Dünya Ağrısı"nın ardından Nedim Gürsel'in "Yüzbaşının Oğlu" da bitti. Ve beni çok şaşırttı, yazarın tarzından tamamen farklı bir şekilde yazılmış bir hiciv denemesi gibiydi. Kolay okunuyordu, yer yer ilginçti ama Nedim Gürsel'in diğer kitaplarıyla kıyaslayamam. Bugün yeni bir kitaba başlıyorum, tamamen kapağının güzelliğine ve adının ilginçliğine dayanarak aldığım-gerçi daha önce Marc Levy okudum ve memnun kaldım-bir kitap bu: "Bay Daldry'nin Tuhaf İstanbul Yolculuğu". 


Bugünkü yazımı az evvel okuduğum Onur Caymaz'ın Birgün gazetesine "Gelgelelim 9" adıyla yazdığı yazıdan bir paragraf alıntılayarak bitirmek istiyorum, beni çok etkiledi. Yazarlara, şairlere ve hatta tüm sanatçılara keşke hakettikleri değer her zaman ve hep verilebilse:

"Orhan Veli’nin tabutu, Beyazıt Camisi’nde kılınan cenaze namazından sonra eller üzerinde götürülürken Cağaloğlu’na gelindiğinde yokuş boyunca sıralanmış kitapçılar bir bir kepenk kapatır; aynı caddede Dağlarca’nın da Kitap Kitabevi var, o da kapalıdır (vitrinde her cumartesi cama astığı Karşı Duvar dergisi). O sırada bir asker çarşı iznindedir. Cenazeyi ve kalabalığı görünce dayanamaz, sorar birine: Merhum ne iş yapardı ağabey? Şairdi derler; heyecanını dizginleyemez; selama durur."

Kalın sağlıcakla...

25 Ocak 2014 Cumartesi

MİMŞİRİK DE MİMŞİRİK

Başlığı görünce aklınıza ne geldi? "Yıldırım Bölge Kadınlar Koğuşu"nu okuyanlar belki hatırlamıştır, siyasi koğuşa düşen hayat kadınının kediye taktığı isimdi. Fermina dün bana kitaplarla ilgili bir mim paslayınca otomatikman bu geldi aklıma, haydi başlık oluversin dedim. Bayağı çetin bir mim bu, ne derece başarıyla cevaplarım bilemiyorum, zira okuduğum kitapların çoğunu ilk bir ay içinde unutuyorum bu aralar. Eskilerse zaten eskide kaldı :) Haydi bakalım paçaları sıvayıp dalalım mimin içine:

1- Şimdiye kadar okuduğunuz kitaplardaki en gerçekçi ikili ilişki hangi kitapta ve kimler arasında oldu?

Mutlaka pekçok kitapta olmuştur ama hatırlasam keşke. Belleğimi zorladığımda aklıma ilk gelen Barış Bıçakçı'nın "Bizim Büyük Çaresizliğimiz"i oluyor. Kitap bana sonsuz bir hüzün ve müthiş bir doyum vermişti. Ender ve Çetin arasındaki ilişkiye bayılmıştım. Hayalimde ne canlandırdıysam sonradan filmini izleyince müthiş bir düş kırıklığıyla çıkmıştım salondan. Perdedeki Ender ve Çetin'in benim hayalimdekiyle hiç alakası yoktu.


2- Kitaplarda hangi tür insan tipinin yer almasını istersiniz?

Belirgin bir tip seçmek doğru mudur bilmiyorum, o zaman çok kısıtlamış oluruz sanki kendimizi. Her tür insan tipi yer almalı ki "Edebiyat hayattır" söylencesi doğrulansın. Lakin arıza tiplerin yer aldığı kitapları oldukça eğlenerek okuduğumu itiraf edeyim.

3- Hangi iki kitap türünü birbirine karıştırmak istersiniz?

Polisiye ve eğlence; buna bayılıyorum. Mehmet Murat Somer'in polisiyeleri, Esmahan Aykol polisiyeleri, Oğlak Maceraperest'in bazı serileri ve son okuduğum Esra Türkekul'un Kapalıçarşı Cinayeti tam dişime göre (Fermina senden kopya çekiyormuş gibi oldum ama böyle ne yapayım :)

Bir de yemek ve anı karışımlarını çok severim, obur muyum neyim? Takuhi Tovmasyan'dan "Sofranız Şen Olsun" çok severek okuduğum bir kitaptı.



4- Betimlemeler ne derece önemlidir?

Tabii ki önemlidir ama ağdalı, uzun, olduğundan çok farklı intibalar uyandıran betimlemelerden sıkılıyorum.  Yaşar Kemal'in kitaplarındaki betimlemeler böyle mesela, Usta'ya sözüm yok yanlış anlaşılmasın ama ben daha sade, daha doğal ve ayrıntıları yakalayan betimlemelerden yanayım. Füruzan öykülerindekiler tam dişime göre, yenilerden Onur Caymaz'ın ayrıntıları yakalayan betimlemelerini de seviyorum.

5- Kitaplarda ana karakteri en gerçekçi kılan ve onu sevdiren özellik nedir?

Buna garip gelebilecek bir cevap vereyim: Yazarın iyi yazması. Bazen kitabı sevdiğim halde kahramanından nefret ediyorum, sanırım bu yazarın yazım tarzıyla ilgili birşey. Bana sevdiremiyor karakteri, gözümde canlandıramıyorum.  Yakınlarda okuduğum Şebnem İşigüzel'in Venüs'ündeki hiçbir kahramanı sevmedim mesela, benim dışımda pek çok kişi bayıldı ordaki kahramanlara, bense hepsinden nefret ettim. Takdim yeterli gelmedi diyeceğim galiba :)

E bitti, biraz zorlayıcı mıydı ne? Haydi bakalım, isim verip mecbur tutmuyorum. Arzu eden cevaplasın. Okumalarınız, mim yazanlarınız, mim cevaplayanlarınız çok olsun...


23 Ocak 2014 Perşembe

PROVA

Yaş kemale ermeye başladıkça doğum günlerimi daha itinayla kutlar oldum. Henüz 40 gün 40 gece seviyesine gelmesem de eh biraz zamana yayabilmem mümkün :) Hem artık yaş almıyorum, model değiştiriyorum. 2014 model olmama 9 gün kala kutlu doğum şenliklerini başlattık bu ayda doğan üç arkadaşla birlikte. Prova yapmak da lazım değil mi :)

Hava yağışlıydı bugün, gideceğimiz mekana ulaşana kadar hem yağmur, hem rüzgar eşlik etti yürüyüşümüze. Kendimizi içeri attığımızda saç-baş birbirine karışmıştı ama camdan görünen manzara ıslanmaya da, uçuşmaya da değerdi:


 Yağmur az sonra durdu, manzara keskinleşti, görmelere değerdi:


Garson ön kutlamaya uygun olsun diye istediğimiz pastaları süsleyip getirdi, mum koymayı da ihmal etmemiş, e kolay değil model değiştiriyoruz :)


Ve mekandan ayrılırken merdiven başında gördüğümüz ağaççık adeta bir erken doğumgünü hediyesi sunuyordu bize:


 Eh güzel bir gündü, darısı diğer kutlamalara olsun, kalın sağlıcakla...








20 Ocak 2014 Pazartesi

HAFTAYA BAŞLARKEN


Ne sıcak, ne soğuk yarıyor şahsıma. Antalya bu aralar bitmeyen bir bahar yaşıyor ve ben sokağa çıktığım anda yürüyüşümün de temposuyla anında terliyorum. Sonra da en ufak esintide korkuluk gibi tutulup kalıyorum. Kibarım üzerinize afiyet, nohut üstünde prenses. 3 gün üstüste sokağa çıkıp bu yazdığım olayı yaşayınca Pazar gününü pek ağrılı geçirdim, tutulan omzuma kronik kolon spazmım da eşlik edince tadından yenmedi gün. Kendilerine pek yüz vermek istemesem de aba altından sopa gösterip durdu terbiyesizler :) Böylece Ayfer Tunç'un yeni çıkan kitabı "Dünya Ağrısı"na kendi ağrılarım da eşlik etti. Mürşit mutsuz, ben tatsız 100 sayfa yürüdük birlikte. Seviyorum Ayfer Tunç'u, kitap karamsar olsa da onu da seveceğim belli oldu. 

Cumartesi günü çok güzel bir konser izledim Opera Sahnesi'nde: "Kış Rüyası". Özellikle ilk bölümdeki Ali Aykaç'ın bestelediği ve piyanosuyla eşlik ettiği"Millenium Rapsodi" enfesti, hele de Atilla Şentin'in saksafon soloları doyumsuzdu:


Oscar adayları belli oldu ya, filmleri sıraya dizdim. Ödül törenine kadar çoğunu izlemek istiyorum. Sonra da firaklı bir tören sunumu yaparız. Her güne bir film hesabıyla izlediklerim şunlar:

 

"American Hustle" Altın Küre'de en iyi film ödülü almış ve Oscar'ın da en kuvvetli adaylarından biri olarak gösteriliyor ama ben pek sevmedim. David Russell'in demirbaşlarından Bradley Cooper ve Jennifer Lawrance yine hazır ve nazırdılar. Üstelik Jennifer çok şirindi ama filme benim açımdan bir artı ekleyemedi. Bradley'in bigudileri ve Amy Adams'ın neredeyse tamamen açıkta olan göğüslerine de anlam verebilmiş değilim. Belki benim aptallığımdandır, bilemedim :)


Evet, "Her"i sevdim. İlginç bir filmdi ve ne yalan söyleyim teknolojiye bağımlılığın bu kadarı ileride başımıza gelebilir mi diye de ürküttü biraz. Joaquin abimiz değişik bir karaktere can veriyordu, adam bilgisayar işletim sistemine aşık oldu ayol :) Amy Adams ablamız bu filmde de yan bir rolle ve göğüsleri tamamen kapalı olarak boy gösteriyordu, aşık olunan şahsiyet o değildi, Scarlett Johansenn'in sesiydi :)


Ve dün izlediğim "12 Years A Slave", yine bir kölelik öyküsü. Oscar her yıl adaylar arasına bir kölelik öyküsü, bir entrika, bir deniz macerası koymazsa kendini iyi hissedemiyor galiba. Film çok işlenmiş bir konuyu ele alsa da güzeldi, özgür bir zenci olmasına rağmen 12 yıl köle olarak çalıştırılan Solomon rolünde en iyi erkek oyuncu adayı Chiwetel Ejiofor ödül alır mı bilmem ama performansı gayet iyiydi.

Bugünkü programımda Meryl Streep'imizin oyuncuları arasında olduğu ve geleneksel olarak yine en iyi kadın oyuncu adayı olduğu "August Osage County"yi izlemek var, bakalım neylemiş Meryl bacımız, eminim ki güzel eylemiştir...


17 Ocak 2014 Cuma

ORDAN BURDAN



Çarşamba günü sergiden döndüğümde baktığım posta kutusunu boş görünce hem hayal kırıklığı yaşamış, hem de dumanlı, sevimsiz postacımızın sülalesini iyi duygularla anmıştım. Kapıyı açıp eve girdiğimde ayakkabılığın üstünde duran bir demet zarf şaşkınlığa uğrattı, öyle kuzu gibi şirin şirin, rengarenk yatıyorlardı. Eşimin alıp yukarıya çıkardığını düşündüm ve herbirini ayrı bir zevkle teker teker açıp okudum. Sonradan öğrendim ki postacı efendi ta kapıya kadar getirmiş bunları ve eşime bizzat teslim etmiş. Başına saksı düştü galiba dedim, zira 15 gündür ortalarda yoktu ve de sık sık uğramayacağını açıkca beyan etmişti. Normalde taahhütlü mektubu bile beni aşağıya çağırarak imzalatan arkadaş bahşiş falan bekledi zahir bunları 3 kat yukarıya çıkardığına göre ama havasını alır, zamanında getirmediği, kaybettiği postalara, attığı triplere saysın. Kendisiyle ne yapsa yıldızım barışmayacak. Bizde "Bak postacı gelmiyor/Selam vermiyor" olarak değiştirildi o şarkının sözleri.

Sonuçta kartlarıma kavuştum ya vızgelir postacının atarları. Yukarıdaki kolajlarda unuttuğum arkadaşlarım varsa bağışlasınlar, hepsine buradan bir kez daha teşekkür ediyorum. Gecikmeli de olsa yeni yıla keyifle girmemi sağladılar. Bazen bir karta yazılan üç beş kelime insanı ummadığı kadar mutlu edebiliyor. 

Dün Antalya şakırtılı şukurtulu bir yağmura teslim oldu ve güneş piliyle çalıştığım için enerjim sıfıra yaklaştı. "Blue Jasmine"i izledim ve Kate Blanchett'e bayıldım, normalde o kadar sevmem aslında ama bu filmde rolünün hakkını tam anlamıyla vermiş. Benim şahsi Oscar'ım ona bu yıl. Yine Oscar adayı filmlerden "American Hustle"a başladım sonra ama geç saatte başlayınca uykum geldi bıraktım, devamını bu akşam getireceğim. 2014'de okuma hızımda başaşağı bir durum hasıl oldu. Hâlâ elimde Alice Munro var, üstelik öyle çok ara verdim ki okurken aslında çok güzel olan hikayeleri hakkıyla değerlendiremedim. Neyse tek bir öykü kaldı, onu da bugün bitirir ve birazdan çıkıp almayı düşündüğüm Ayfer Tunç'un "Dünya Ağrısı"na başlarım. 

Bu aralar en çok Fazıl Say'dan "İlk Şarkılarım"ı dinliyorum, bir de 2 yıldır evde arayıp bulamadığım ve sonunda tadilat sırasında ortaya dökülen yığınlardan birinin altından çıkan Edip Akbayram'ın tüm şarkılarını içeren duble CD'lerini. "Aldırma Gönül"ü kimse onun kadar güzel söyleyemez. Ah gençlik...

15 Ocak 2014 Çarşamba

YILIN İLK SERGİSİ

Bugün Fikret Otyam Sanat Galerisi'nde Azerî ressam Nazım Hajıyev'in "Dinler" isimli resim sergisini gezdim ve sergi ile aynı adı taşıyan tablonun başından 15 dakika kadar ayrılamadım. Detayların inceliği, renklerin güzelliği ve ressamın tekniği adeta büyüledi beni. Sözkonusu resim aşağıda, büyüterek bakmanızı tavsiye ederim:


Bunun dışında sergiden birkaç resim daha aşağıda, yine büyütmenizi önereceğim:


Şehrin Üzerinden Uçuş


388,5


 Bitmemiş Müzik


Filcik


Kapı


13 Ocak 2014 Pazartesi

HAFTA BAŞLARKEN


Bir haftalık tadilat telaşı ve yerleşme yorgunluğunun ardından nihayet dün kendimize zaman ayırabildik. Güneşli ve ılık bir kış Pazarı'nda falezlerin üstünde Beydağları manzarasına karşı kahveleri yudumladık.



Kahve içmekle kalmadım tabii, müthiş sanatsal yönümü(!) konuşturup kadehin masaya vuran yansımasını fotoğrafladım, o la la :)

Eve dönüşte ara vere vere yılan hikayesine dönen "Mavi En Sıcak Renktir" filmini izleyip bitirdim. 


Tamam güzeldi güzel olmasına da benim için yılın en iyi filmi değildi, belki sinemada kesintisiz izlesem daha farklı düşünebilirdim, bir de sevişme sahnelerinin bu kadar uzun ve detaylı tutulması gerekli miydi akıl erdiremedim. Kesinlikle muhafazakar bir yapıya sahip değilim bu konuda ama abartılı geldi, filmin duygusal yönünü ikinci plana atmış sanki o uzun sahneler. 

Bu sabah da "Frances Ha"yı izledim ve bayıldım. Dişe dokunur bir konu yoktu ama insanı sıkmayan, yormayan, eğlenceli, keyifli bir filmdi. Kesinlikle öneririm.


Öğleyin evimize bir usta daha gelerek koleksiyona 4. kişi olarak eklendi. Bu defaki çocuk yüzlü ufak-tefek bir adamdı. İlla bir ünlüye benzeteceksek Halit Akçatepe'nin gençliği diyebilirim. En çok sivri burunlu rugan pabuçlarını sevdim :) Pabucunda mıydı sırrı bilmem ama işini çabucak ve kesin olarak yapıp gitti.

Ve öğleden sonra alışverişe gitmek için bindiğim minibüste sürpriz vardı, şoför geçen defaki "tringilizli" muhabbete iştirak eden şofördü. Bu defaki bombası bir durak erken indirdiği toraman ergene "az yürü sağdan dönüver ha yegenim, gıdısını yidiğim" demesiydi. Plakayı alsaydım keşke, hep o dolmuşa binerdim, her yolculukta bir komedi yaşanıyor çünkü.

Ve D&R'a girmesem iyiydi, hiç niyetim yokken Nedim Gürsel'den "Yüzbaşının Oğlu" ve Marc Levy'den "Bay Daldry'nin Tuhaf İstanbul Yolculuğu" ile çıktım. Kader utansın, ben değil :)


11 Ocak 2014 Cumartesi

USTA LA VİSTA :)


Ev dediğin şeye fazla yüz vermeye gelmiyor, bir tarafa tadilat yaptırınca diğeri kıskanıp "bana da, bana da" diyor arsız çocuklar gibi. Tam dolaplar kuruldu, iyi kötü yerleşti, iş temizliğe geldi derken çamaşır makinası su koyuverdi. Evet kelimenin tam anlamı bu, su koymak. Tadilat sırasında kirlenen bazı öteberiyi yıkarken zeminin ıslandığını farkettik. Orasını, burasını kontrol ettik ama çözebileceğimiz bir sorun olmadığını anlayınca ikinci usta eve teşrif etti. İlk ustamız tarz olarak Müslüm Gürses'e benziyordu, bu ise çok farklıydı, bunun modeli Cahit Berkay'a daha uygundu. Orta yaşın sonlarına yaklaşmış olsa da atkuyruğu yapılmış uzun beyaz saçları, blucini ve yeleği ile elindeki tamirci çantasından İngiliz anahtarı yerine gitar çıkaracağı beklentisine girdim. Gitar çıkmadı tabii ki, onun yerine sigarasıyla banyoya girdi ve izmariti de klozete attı. Diken diken olan saçlarımı çamaşır makinesinin hastalığının ölümcül olmadığını duymak normale döndürdü. Değişecek parçaları temin ettiğinde haber vereceğini söyleyerek ve geride anı olarak klozette yüzen sigara izmaritini bırakarak veda edip gitti. İzmariti arzın derinliklerine göndermek için sifona bastığımda rezervuarın akıttığını farkettik bu defa. "İmdat" çığlığımızı zor zaptederek yeni bir usta aramaya koyulduk. Ustalardan koleksiyon yapmak niyetindeyim, imzalı fotoğraflarını istesem fena olmayacak. Su Ustası Miraç-pardon o Füruzan'ın bir öyküsünün adıydı-geldiğinde bunun tarzının Abdurrahman Dilipak'a uyduğunu gördüm. Sessizce ve sigarasız olarak banyoya girdi, 10 dakikada işi bitirdi, kahve teklifimizi reddetti ve gitti. Ardından yaptığımız kontrolde rezervuarın akıtmaya devam ettiğini gördük. Yarın kendisiyle bir kez daha müşerref olacağımız için mutluyum(!)

Tüm bu süreç içinde yorgunluktan süründüm adeta, tek arzum yakınlarda yeni bir ustayla daha muhatap olmamak. Elde zaten 2. seferlerini yapacak 2 tane mevcut, fazlası kurdeşen döktürecek. Şimdi ayaklarımı uzatıp, çayımı elime alıp biraz keyif yapacağım, bunu yeterince hakettim çünkü. Sizlere de ustaya ihtiyaç duymayacağınız bir Pazar günü diliyorum...


9 Ocak 2014 Perşembe

USTAN MI VAR DERDİN VAR


Her şey artık iyice eskiyen ve içine tek bir ilave parça bile almamakta direnen giysi dolabını yenileme fikriyle başladı, sonra fikir genişledi, odadaki diğer eşyaları da kapsadı ve tavsiye edilen bir ustayla pazarlığa oturuldu. Çekişmeli bir pazarlık oldu, hem fiyat hem de dolabın görüntüsü açısından. Usta klasikçiydi, ben daha modern bir tarz istedim. Usta sürgülü kapak dedi, bu defa ben klasik oldum, normal kapakta direndim. Usta benim her dediğime itiraz etti, ben ustanın her dediğine itiraz ettim, sonunda ikimiz de yorulduk ve asgari müşterekte mutabakata vardık. Ölçüleri aldı ve "yılbaşından önce teslim edemem ha" diyerek gitti. Ah o arada geçen 1 aylık sakin günler ne güzelmiş :)
Sonra tam yılbaşı günü telefon edip, "dolaplar bitti montaja geleyim mi?" diye sordu. Bir zamanlama harikasıydı, haliyle reddettim. Yılbaşından 2 gün sonra telefon edip çağırdığımızda da o bizi reddetti ve sonunda dün 1 usta, 1 kalfa, 1 taşıma yardımcısı, bir dolu demonte parça, çekiç, çivi, matkap vs donanımıyla "home sweet home"a çıkarma yaptılar. O andan itibaren ev "home sweet home" olmaktan çıkıp "home kaos home"a dönüştü. "Yatak odasının eşyasını değiştirmek=taşınmakla eşdeğer olmak" imiş anladım, an itibarıyla da anlamaya devam ediyorum. Dolap, çekmece, raf niyetine sığınacak ne kadar mekan varsa içindeki her türlü nesne salona taşındı, tabii ki tarafımdan. Salonun eşyaları şu anda görünmez durumda, üzerleri giysiden örtülerle kaplanmış durumda, dalgalı bir deniz gibi. Bu taşınma seferberliği esnasında müthiş nostaljik ve duygu dolu anlar yaşadım. Milattan önceden kalmış bazı giysiler ortaya çıktı, örneğin nişanlığım. Henüz etiketi koparılmamış ve ne zaman aldığımı hatırlamadığım bazı "Unidentified Flying Object"ler buldum, sevindim. 36 bedenle 46 beden arasında değişen giysiler zaman içerisinde enlemesine geçirdiğim metamorfozun açık işaretleri olarak dehşete düşürdü. 10 yıldır bir kere bile üstüme geçirmediğim giysileri görüp hala saklamaya devam ettiğim için kendimden nefret ettim. Rengini, desenini ve hatta kimin tarafından hediye edildiğini unuttuğum ambalajı açılmamış havlu, çarşaf ve benzeri mefruşat eşyasının bolluğu bir daha benzeri şeylere uzun süre para vermeyeceğim gerçeğiyle mutlu etti. Taa çeyizimden kalma el emeği dantelli-neredeyse hiç kullanılmamış-yatak takımlarına bakıp annemi andım, hafiften sulandım. Bazı desenler Denizli'ye götürdü, bir köşede sıkışmış bulduğum yastık kılıfıysa ilk gençliğime. Neyse bu duygu şelalesi akmaya devam etsin ustamız ayağındaki koca postalları çıkarmaya gerek görmeksizin-neyse ki halıları toplamıştım-odayı teftiş etti. O esnada duvardaki çerçeveli nikah fotoğrafımızı görüp inceledi, kocamı çok yakışıklı buldu, beni de hatırım kalmasın diye bir dizide oynayan adını hatırlayamadığı oyuncuya benzetti. "Hangi dizi?" diye sordum, "Huzur Sokağı" dedi, "Ben dizi izlemiyorum, bilemedim" deyince de "Bilgisayarın başında oturacağına dizi seyret hocam" dedi. Hah, bilgisayar yüzünden bir ustadan azar işitmediğim kalmıştı, o da oldu şükür. Bir an babam geldi sandım ama en azından o bilgisayara alternatif olarak dizi önermezdi. Merak ettim gidip internetten baktım, sözkonusu oyuncu Selin Demiratar'mış. Eh, fena bir benzetme olmamış ama bu benzetme iltifat olarak mı, yoksa "İşte geldin gidiyorsun uzak bir diyara/Eskiden turp gibiydin şimdi döndün hıyara" dizelerine atfen mi yapıldı çözemedim, fazla da karıştırmadım :)
Usta yardımcısına ve bize uzun uzun talimat verdikten sonra ağrıyan ayağını göstermek üzere hastaneye gitti, ardından sancılı bir montaj süreci başladı. Kaç kere elektrik süpürgesi kullandım, kaç kere yerleri sildim, kaç kere getir-götür yaptım bilemiyorum. Sonunda montaj işlerinin büyük kısmı bitti, usta elinde sipariş ettiğim bir çerçeveye takılmak üzere  minik askılarla "bak ne güzel birşey buldum" diyerek geldi, askılar da yerine monte edildi. Kendisinin perdeleri değiştirip jaluzi takmamız, badana yaptırmamız, avizeyi değiştirmemiz yolundaki önerilerine "hehe" deyip yolcu ettikten sonra derin bir nefes alıp ilk bulduğum yere yığıldım. "Bugünün işini yarına bırak" felsefesini benimseyerek akşamı dinlenerek geçirdim. Şu anda bir salon dolusu giysi ve benzeri çul-çaput elden geçirilip ayıklanmak ve elde kalanları dolaplara yerleştirilmek üzere dört gözle beni bekliyor. Hayli uzun bu yazıyı okurken yoruldunuz biliyorum ama benim kadar yorulmamışsınızdır yine de. Size güzel bir gün diliyor ve kumaştan yapılmış bir denizde kulaç atmak üzere aranızdan ayrılıyorum...

5 Ocak 2014 Pazar

PAZAR PAZAR

Dışarıda pırıl pırıl bir güneş ve bahar ılıklığı var. Antalya havası konuğum gittikten sonra silkelenip kendine dönerek ayıp ettiyse de biz yine de yağmurla, bulutlu demedik tadını çıkardık beraber olmanın. 
Dün baktık ortalık gri, gökyüzü bulutlu olsa da yağmur durmuş, attık kendimizi dışarı. Kısa bir yürüyüşün ardından oturduğumuz cafedeki sohbetimize kahve ve makaron eşlik etti: 


Sonrasında parkta biraz dolaşıp omuzlarında bulutları taşıyan Beydağları'yla selamlaştık:


Eh, yol buralara düşmüşken Antalya usulü piyaz yenmeden eve dönülmezdi, o görevi de ifa ettik, sefamız olsun. 

Akşamın etkinliği Opera Sahnesi'nde "Umut" balesini izlemekti. 2. kez seyretmeme rağmen yine çok beğendim, çok zevk aldım. Varolsun Operamız:


Görsel: Buradan

Fotoğraftaki dansçılar Esra Taner ve Murat Özdemir. Danslarıysa tam bir görsel ziyafetti. 

Ve bugün 2014'ün ilk pazar günü; güneşli ve ılık. Yılbaşı süslerini toplayıp gündelik hayata geçiş yaptım, birazdan da kahve içip kitabımla köşeme çekileceğim. Cümlenize hafta sonunun geri kalan bölümü şen olsun...


3 Ocak 2014 Cuma

3 GÜN RAPORU


Yılbaşlarının 10 gün falan sürmesi gerektiğini düşünüyorum. Onca hazırlık yaptık, ağaç süsledik, kurabiye yaptık, hediyeler aldık, kartlar attık, bir sürü yemek pişirdik, ne oldu? Bir gecede bitip gitti, ayıp yahu. Emeklerimize yazık, kısacası birşey anlamadım ben bu işten. Neyse ki bir dahaki yılbaşına az kaldı, 362 gün dediğin nedir ki, su gibi geçip gider :)

Yeni yılın ilk üç günü gayet güzel geçti. Yukarıdaki fotoğraf 1 Ocak tarihli, Antalya Karaalioğlu Parkı'ndan bir bulut şöleni. Yılın son ve ilk günü güneşli bir hava sunan şehrimiz ikinci ve üçüncü gün cozuttu. Bir yağmur bir yağmur.  Biz de kendimizi film izlemeye adadık. Önce evde "The Broken Circle/Kırık Çember"i izleyip dağıldık. Kendimize gelmemiz epey vakit aldı. 2014'ün bu ilk filmi çok etkileyici, çok hüzünlü ama bir o kadar da güzeldi. Akşamına da artan hindilerle "arabaşı çorbası" yapıp içtik :)

3 Ocak geceden hızını arttıran yağmurla devam etti. Bu defa evde oturmadık, kendimizi bir AVM'ye atıp sinemada film izledik, daha iyi bir seçenek olmadığı için "Patron Mutlu Son İstiyor"a girdik zorunlu olarak. Enfes Kapadokya görüntüleri, Ezgi Mola'nın güzel yüzü, sıcak gülümseyişi ve şık giysileri dışında bir numarası yoktu filmin. Tolga Çevik'in "Hello Kitty"li donunun göründüğü sahne dışında gülmedik bile. Ardından karnımızı doyurup kahvemizi içtik, ben Mudo'da iki adet bardak kırdım-öncesinde de evde bir adet bardak, bir adet de fincan kırmıştım, üçledim hatta dörtledim iyi oldu-ödemek istedim ödetmediler, günah benden gitti ne yapayım :)

Eh, üç gün için fena sayılmayacak bir performans sergilemişiz görüldüğü gibi, darısı diğer günlerin başına der huzurdan çekilirim...




1 Ocak 2014 Çarşamba

DÜNDEN KALAN

Yılın son günü neler mi yaptık:


Pırıl güneşli, yazdan kalma bir havada, falezler üstünde harika bir yürüyüşle başladık güne.


Üstüne birer de kahve götürdük denize karşı.


Ortam günün anlam ve önemine uygun olarak süslenmişti.


Eve dönünce yoldan aldığımız nergislerin kokusuna kahve, yılbaşı likörü ve Laleciğimin fondanları eşlik etti.


Öğleden sonramız şu sofraya konanları hazırlamakla geçti. Mide gözden daha kolay doyunca 3 gün idare edecek kadar yemek arttı doğal olarak.


Geri kalan, sohbet, muhabbet, hediyeler, kahkahalar ve iyi dileklerden ibaretti. Ha bir de keman sanatçısı küçük kuzimin bizim için kemanıyla yaptığı küçük dinleti vardı. Kısacası her şey hoştu, güzeldi. Umarım aynı güzelliği 2014'de de sürdürürüz. Hepinize bir kez daha sağlıklı, huzurlu, barış içinde bir yıl diliyorum...