.

.
.

28 Şubat 2014 Cuma

TADİLAT MEYDAN MUHAREBESİ 4


Muharebenin son demlerini yaşıyoruz ama bana gazilik madalyasını taktılar bile. Dün akşamdan beri ayak bileğimin ağrısından üstüne basamıyorum. Hemen online doktorum, herbişeyden kardeşimi aradım o neler yapmam gerektiğini söyledi. Tedbirlerimi aldım, iptal vaziyette buzlu muzlu istirahatteyim.

Oysa dün sabahtan hızla faaliyete başlamış tadilatı biten odaları eski haline getirmek için arılar gibi çalışmıştım. Salondaki kitaplıktan boşalan kitapları yerine taşımış, çeşitli yerlere yayılmış tabak çanağı eski mekanlarına yerleştirmiş, süpürmüş, silmiş, toz almıştım. Aç karnımızı komşunun getirdiği kuru fasulye pilavla doyurmuş, temizlik eylemine kaldığım yerden devam etmiştim. Gözümün önünde bir bardak çay hayali dansederken bu mutlu anı işleri bitirdiğim zamana saklamıştım. O an geceyarısına bir saat kala geldi. Duşumu aldım, pijamalarımı giydim, çayımı elime alıp 15-20 dakika kadar internette gezindim ve "artık yatayım" diyerek ayağa kalkmamla oturmam bir oldu. Sol ayak bileğime saplanan ağrı yürümeme engel oluyordu. Düşmedim, burkmadım, çarpmadım, bu neyin nesidir anlamadım. Ben bu performansı menüsküsü yırtık dizlerimdem ve carpal tunnel sendromlu ellerimden beklerken bir ceylanınkini andıran narin(!) ayak bileğim SOS vermişti, ah canııım nazar değdi kesin :) Çaresiz tek tek basaraktan, bade süzerekten, sabaha iyi olur beklentisiyle yatmaya gittim. Fakat heyhat sabah da değişen bir şey yoktu, önce Voltarenle ovup bandaj yaptım, banyoya gidip en azından yüzümü yıkamama izin verdi, sonra da online doktor yardımı aldım yukarıda yazdığım gibi. Geceki kadar olmasa da yürürken ağrı devam ediyor. Kendimi kızağa çektim. Antrede badana ve kapıların boyanması işlemi devam ediyor. Birazdan yağlıboya kokusundan krize gireceğim. 
Öğleden önce eve TV servisinden elemanlar geldi. Ve bir tanesi beklediğim soruyu sordu: "Bu kitapların hepsini okudunuz mu?", bugüne kadar tek bir tamirci, tek bir servis elemanı denk gelmedi ki bu soruyu sormasın. "Evet" dedim, "okudum". "Eee, ne kadar zamanda birikti bunlar?" diye sordu bu defa. "Okumayı öğrendiğimden bu yana, yaşımdan 7 çıkarırsak o kadar yıl" deyince "30 yıl falan o zaman" cevabıyla mest oldum dostlar. Evlat edinecektim arkadaşı, evden göndermeyip besleyecektim:) Allah herkese böyle kadir kıymet bilen servis elemanı nasibetsin, dinimiz amin :)

Efendim boya kokuları içinde size veda ederken "Tadilat denen şeyi icat eden hortlasın" diyor ve kaçıyorum...

26 Şubat 2014 Çarşamba

TADİLAT MEYDAN MUHAREBESİ 3


Hunili Leylak Deliler Evi'nden bildiriyor:
Dün gün boyu bırak oturmayı ayakta duracak yeri bile zor bulduğum evde hunim ve ben o işte o işe koşturdum. Antre ve kapılar dışındaki badana işleri bitti. Tombik ve homurtulu boyacımızla diyalog kurmayı başaramadım ama çalışmasından şikayetim olmadı Allah için. Fırsat buldukça yıkanabilir nitelikteki her şeyi çamaşır makinesine attım ama sorun topladıktan sonra nereye koyacağım oldu. Salondaki dolapların içinde ne varsa küçük odaya taşıdım, odanın zemini bardak, tabak, fincan ve benzeri kırılacak eşyayla dolu, duvar diplerinde de dizi kitaplar var. Yatay tüm zeminler herhangi bir yerden çıkmış eşyalarla dolu, bulaşık makinesinin için bile. Tüm bu taşıma faaliyetlerine ilaveten bankaya gitmek, Antalya güneşinden 3. kere eriyen tüllerimin yerine yenisini yaptırmak amaçlı perdeciye uğramak ve birtakım nalbur alışverişi için dışarı çıkmak zorunda kaldım. Bu yorgunluğu telafi ettiren yegane şey ertesi gün döşenecek laminatlarla artık yerleşebilme umudumdu. Gel gör ki evdeki hesap çarşıya uymadı. 
Bugün sabah umut ve hevesle laminat döşeyecek ustaları beklemeye başladık, gelen giden olmayınca kocam hemen bir üst caddedeki satış mağazasına gitti ve "iş yarına ertelendi" haberiyle geldi. İşte o an hunimi sıkıca kafama yerleştirdim ve kocayla birlikte uçtum erteleme merkezine. Bin dereden binbir su getirildi, mazeretler boncuk gibi ipe dizildi, sonuçsuz telefonlar edildi, sitemler havada uçuştu, bahaneler sıralandı, küsüldü, barışıldı, iptala niyet edildi, satıcı "üzmeyin beni, hastayım zaten" dedi, dedi de dedi ama bir sonuca ulaşılamadan eve dönüldü. İşlem yarına kaldı. Yapabileceğim yegane şey çamaşır yıkamaktı, ben de onu yaptım. Bu arada da laminat bayiine, ithalatçısına, ustalara ve tümünün yedi sülalesine saygı dolu selamlarımı gönderdim. Kendimi teselli etmek için bir konser, bir opera, bir de oratoryo bileti aldım internetten ve o sırada bir mucize gerçekleşti. Telefon çaldı ve ustaların geleceği haberi ulaştı. Sabahki tartışma ve sitem sonuca ulaşmıştı. Türk tipi esnaf ve usta zihniyeti beni bir kez daha utandırmamayı başarmıştı. Hemen yardımcı olması için boyacımızı çağırdık. "Mobölotof" diyerek anında ışınlandı yanımıza. Şu anda içerde döşeme işlemleri devam ediyor ve hızarın sesi en hasından musiki tadı veriyor :) Hayırlısıyla şu iş bitsin tüm yorgunluğa razıyım. Eşya kalabalığından kriz geçirmek üzereyim çünkü ve kitaplar hala yerdeler, soğuk alacak garipler.
Şimdi ben gideyim, ustalara çay yapayım. Onlar gittikten sonra muhtemelen nefes alacak zamanım olmayacak. Hepinizi hunimle selamlar huzurdan ayrılırım...

24 Şubat 2014 Pazartesi

TADİLAT MEYDAN MUHAREBESİ 2


Fakirlik zor zanaat, TV'miz bile minimal boyutlara indi tadilat nedeniyle :) Gördüğünüz üzre dünkü  yığın salondan tekrar kürkçü dükkanına taşınmış lakin tamamı henüz yerlerine yerleştirilememiştir.
Sabahleyin ustamız erkenden geldi ve "Homurtogubıf" dedi, "Günaydın" diyerek cevapladım, yabancı dil öğrenme hızım giderek artıyor. Sonra onu boyaması için küçük odaya postalayıp kahvaltı bile yapmamış bünyeye biraz canlılık versin diye bir fincan çay aldım, lakin yarılamadan oturma odasının zeminini yenilemek için diğer usta geldi yanında çırağıyla. Bir an hayalet görüyorum sandım, zira içeri giren laminat ustası değil ince uzun yapısı, kızıla çalan sarı dağınık saçları ve sakalı ile mezardan çıkıp gelmiş Kurt Cobain'di, gitarı çıkarıp çalıp söyleyecek diye düşünürken o ciddi ciddi laminatları kesmeye başlamıştı bile, meğersem Konyalıymış :) Hiç o renk Konyalı görmemiştim desem abartmış mı olurum :)
Kurt Cobain ve Kıvanç Tatlıtuğ'un teenage haline benziyen çırak kontenjanından yiğeni işlerini yaparken ben eski bir öğretmen olarak okulu yarıda bırakmış haylaz yiğene diskur çektim. Tahsil yapmazsan ne kadar yakışıklı olsan da kızlar yüz vermez diyerek altın vuruş yapmayı denedim ama yedi mi bilmem :)
Tek odayla sınırlı kalan işlem çabuk bitti lakin farklı renkte döşenen süpürgelikler söküleceği için ne odayı tam anlamıyla yerleştirebildik, ne de salonu badana için hazır hale getirebildik. Öğleni az geçe boya ustamız gelip "bobulu zombak" dedi. Yani küçük odanın badanası bitmiş. Onu mutfağa sevkedip ben odayı yaşanabilir hale getirmek için işe giriştim. Ben çalışırken dizlerim, varislerim, dirseklerim, ayaklarım ve ellerim farklı tellerden çalarak canımın sıkılmasını engellediler. Usta mutfağın badanasını ben odanın yerleştirilmesini aynı anda bitirdik. İki dakika uzandığım yerden vedalaşma seslerini duydum, güle güle diyecek halim kalmamıştı iştirak edemedim bu sahneye. 
Sonra efendim fotoğrafta gördüğünüz gibi kitap yığınını bu defa farklı istikamette seyahat ettirip odaya taşıdım. Gündüzden kurduğumuz kitaplıklara henüz tam yerleştirme yapamadım, yarına bitirmeyi planlıyorum. Şimdi gidip salonu yarınki badanaya hazırlamam gerekiyor. Çarşamba günü de zemin değişecek. Kurt Cobain mi gelir, başka bir usta mı gelir bilemiyorum. Bildiğim tek şey bu tadilat biraz daha uzarsa Nirvana'a ulaşacağım. 
Müsaadenizle ben kaçar...

23 Şubat 2014 Pazar

TADİLAT MEYDAN MUHAREBESİ 1


Dün gece fotoğrafta gördüğünüz bir kamyonet kitabı odadan salona taşımanın yorgunluğunu sabah kemiklerimde hissederek uyandım ama kader utansın, o kemiklere ilave yorgunluk göndermek üzere kalktım yataktan. Az sonra da badana-boya işlerini yapacak usta geldi. Evin bu kadar kirlenmiş olduğunu tahmin etmemiştim, önce kendimden sonra ustadan utandım :) Hep şu yukarıdakilerin yüzünden :) Usta tıknaz, tombul, şirin bir adam ve ne söylediği katiyen anlaşılmıyor, Allahtan kocam kendisini tanıyor ve ne dediğini anlayıp tercüme edebiliyor. "Homrtpf" şeklinde bir şey söylüyor, "Olur alçı çekelim" şeklinde bir cevap alıyor, "Horkblumb" diyor, "Ben gidip zımpara alayım" oluyor cevabı, ben aval aval bakıyorum. Neyse, o homrtf, horblumb çalışırken  önce öğlen için yemek yaptım, ardından badana için yerinden edilen perdeleri çamaşır makinesine attım. Velakin ne yaptım ne ettim anlamadım, ısı ayarını 95 dereceye getirmişim farkına varmadan, tüller makineden kıvrım kıvrım çıktı. "Hay bin kunduz" diyerek mecburen taktım ütüyü fişe, başladım ütülemeye.  Oysa dikilip pencereye asıldığı günden bu yana ütü yüzü görmemiş kalender perdelerdi onlar, ahir ömürlerinde ilk kez ütüyle tanıştılar. Üstelik Antalya güneşi öyle yıpratmış ki bir dahaki yıkamada parça pinçik olabilirler. Eh bu  ütü de onlara bir nevi jübile kıyağı olsun, ben de son ütücü olayım :) Gel gör ki bu defa ütü "ben bu arkadaşı tanımıyorum" deyip isyana yeltendi. Beraberinde prizi de sürükleyerek toplu intihar girişiminde bulundu. Kendisini yerden topladım, neyse ki kurtardık, hemen takviye serum verdik, poflaya poflaya işine devam etti.
Evdeki tüm eşyalar benim yorgunluğumu ve stresimi arttırmak için sözleşmiş gibiydiler. Ne sebeple 95 dereceye getirdiğimi bilemediğim çamaşır makinesi, sıcak  yüzünden deterjan çekmecesinin deliğini tıkamak için bolca boca edilmiş silikonu eriterek su akıtmaya başladı. Ne zamandır tedavisiyle uğraştığımız makine böyle altına kaçırınca kocam çok sinirlendi, yarın bir de makine için usta çağıracağız. "Usta ustayı, evsahibi hiçbirini sevmezmiş", bakalım ne yapacaklar. Bu laf böyle değildi ama ben yazdım oldu.
Tadilatı fırsat bilip evde ne kadar fazlalık varsa çuvallara doldurup çöpe gönderdik. Hiç tanışmadığım, tanışıp unuttuğum, uzun zamandır küs olduğum, arayıp bulamadığım, bulup oralı olmadığım, varlığından haberimin olmadığı, varlığını bilip bilmemezlikten geldiğim bir alay eşya mahallenin çöp konteynerlerinde kabul günü yapmak üzere yollandılar. Bu arada yorgunluktan mefta olmak üzereydim ama koca evde üzerine oturabilecek tek bir sandalyeye bile ulaşmak imkansız hale gelmişti. Herbirinin ya üzeri eşya dolu ya da eşyalar barikat kurup ulaşımı engellemiş durumdaydılar. Varislerim, menüsküslerim, bel omurlarım, el eklemlerim, diz kapaklarım, kürek kemiklerim biraraya gelip kakafonik bir türkü tutturmuşlardı ki akşam oldu, usta gelip "trölümpof" dedi. Kocam "güle güle, yarın sabah görüşürüz" deyince anladım ki gidiyor. 
Sonrasında bir miktar daha iş yaptım ve en azından oturacak bir koltuk, uzanacak bir kanepe boşalttım. An itibarıyle tek bir şeye elimi sürmemekte kararlıyım. Geri kalanlar sabaha, yarın bir usta daha bekliyoruz, zemin döşemesini yapacak, bakalım nasıl biriyle karşılaşacağız. Sonra da o salona taşınan kitaplar bizzat şahsım tarafından tekrar eski mekanlarına taşınıp yerleştirilecek. Cümlenizden kolaylık dilekleri bekliyor, kemiklerimin türküsüne eşlik etmeye gidiyorum...

22 Şubat 2014 Cumartesi

ŞİİRLE DEVAM

Bu sabah erkenden "17. Altın Portakal Şiir Ödülü Şükrü Erbaş Şiiri Sempozyumu"na katılmak için yollara düştüm. Bindiğim minibüsün sürücüsü son derece sinirli idi, yol boyunca herkese çemkirdi. Önce yaya geçidinden geçen insanlara söylendi: "geç geç geç, seen beklecem, yuh be yuh be, yol seen sanki, beklemeeceen bunnarı". Oğlum küçükken bir çizgi film vardı, orada şimdi cinsini anımsayamadığım başroldeki hayvanlardan biri böyle homur homur konuşur, ne dediği hiç anlaşılmazdı, onu anımsadım birdenbire, sözüm dolmuştan dışarı :) Sonra durakta durunca birisi gitmek istediği yöne kaç numaralı aracın gittiğini sorunca "neblen ben, bekle gör" diye bağrındı. Binen yolculardan birinin kartında yüklediği miktar görünmüyormuş, sebebi nedir deyince bir patlama daha oldu: "Neblen ben neblen ben, zati 70 kuruşa adam taşyon, bi de onu bilcen, git beledee sor". Allahtan ineceğim durağa gelmiştim de çemkirmelerden payımı almadan indim. 

Sempozyum geçen yıl Altın Portakal Şiir Ödülü'nü alan Şükrü Erbaş şiiri adına yapılıyordu ve 4 oturumdan oluşuyordu. İlk oturum başlamadan jüri başkanı Doğan Hızlan bir konuşma yaptı ve bu yılki Şiir Ödülü'nü alan Şeref Bilsel'e ve sempozyum bildirilerinin yayınlandığı kitabın sponsoru Kırmızı Kedi Yayınevi adına çevirmen İlknur Özdemir'e plaketleri takdim edildi. 




Sonra ilk oturum başladı. Doğan Hızlan'ın yönetimindeki oturuma Ahmet Telli, Asuman Susam, Aydın Çubukçu, Eren Aysan konuşmacı olarak katılmıştı. Doğan Hızlan cebinden köstekli saatini çıkardı, masanın üstüne koydu, yanına dolmakalemlerini dizdi ve süreyi 8 dakika ile sınırladı :) En sert oturum yöneticisi oydu :)


İkinci oturumun yöneticisi Cevat Çapan idi. Konuşmacılar ise Akif Kurtuluş, Emel İrtem, Furkan Öztürk, Hasan Ali Toptaş, Hayri K. Yetik ve Mustafa Bayram Mısır'dı. Bu oturumda konuşma süreleri hayli esnekti :)


Ahmet İnam'ın yönettiği  3. oturuma konuşmacı olarak Zeynep Altıok Akatlı, Faris Kuseyri, Mehmet Yalçın, Mesut Varlık, Riitta Cankoçak, Turhan Günay ve Zeynep Direk katılmıştı. Bu oturumun sona erince ben ayrıldım. Benim açımdan çok verimli, şiir dolu ve aydınlatıcı bir sempozyumdu. 


Eve dönmek için bindiğim dolmuşta ise içinden çıktığım şiirsel alemden absürd ötesi gerçek aleme burunüstü çakıldım. Minibüsün konsolu ve vitesi bol tüylü beyaz bir pelüşle kaplanmış, vitese ilaveten bir dizi de mavi göz boncuğu takılmıştı. Konsolun pelüşünü kollarında mavi bir kalp taşıyan pembe bir ayı süslüyordu. Yanında daha ufak boylarda yine ayı olduğunu tahmin ettiğim sarı ve beyaz renkli kumaştan iki minik hayvancık oturuyordu. Bir tanesinin ağzı burnu yoktu, göz yerinde de bir yuvarlak bir de çarpı yer alıyordu. Ayıların yanına uzay aracına benzeyen sarı renkli bir kabın içinde, üzerlerine sarı tüylü yapma bir kuş kondurulmuş bir adet narçiçeği, bir adet mavi, üzerleri yaldızlı plastik gül yerleştirilmişti.  Tavanın sağ tarafından birinde Fenerbahçe arması, diğerinde Türk bayrağı olan iki kadife küp, sol tarafından ise küçük boy bir Tweety sarkıyordu. Muhtelif boylarda Fenerbahçe flamaları da minibüsün çeşitli yerlerine serpiştirilmişti. Kısacası kendimi minibüsten ziyade çocuk odasında gibi hissederek bir yolculuk gerçekleştirip evime ulaştım. 

Yarın evde sıkı bir tadilat başlıyor. Ustalarla olan maceralarımı fırsat buldukça yazmaya çalışacağım. Kolaylık dileklerinize ihtiyacım var, kalın sağlıcakla...

21 Şubat 2014 Cuma

BAHARLA VE ŞİİRLE

Dün sabah çalan telefon bize bir sürpriz yaptı ve uzun zamandır görmediğim yakınlarımı birkaç saatliğine de olsa ağırlama imkanı verdi. Hava zaten epeydir bahar kokuları taşıyordu, dün uzun park yürüyüşünde bir kez daha tadına vardık. Çayları da insana huzur veren şu manzara eşliğinde içtik:


Konukları yolcu ettikten sonra Altın Portakal Şiir Günleri nedeniyle düzenlenen "17 Altın Şair" ve Semih Poroy'un "Fe Klavye" karikatür sergisinin açılış kokteyline gittik. 


 Kısa bir tango gösterisi izledik, sergiyi dolaştık, ikram edilen şarapları içtik ve evimize döndük. Katılımcılar arasında Doğan Hızlan, Cevap Çapan, Ahmet Telli, Şükrü Erbaş ilk anda gözüme çarpanlar arasındaydı. Semih Poroy'un şiir ile ilgili karikatürleri çok güzeldi, en sevdiğim iki tanesini sizler için aşağıya ekliyorum:



Öğrendiğime göre bu yılın Altın Portakal Şiir Ödülü Şeref  Bilsel'e verilmiş. Aşağıda "Taşrada Hüznün Gölgesi Uzar" isimli şiirinden birkaç dize:

"Süslenip bir yangına gideriz seninle
dalgın bir sahur vakti kalır bizden
kalbimizi yoklayan bu zâlim merhamet
bu çiçekleri kurumayan perdeler
nicedir camlar açık kalsın diye bekler"

Şiir gibi olsun günleriniz...

19 Şubat 2014 Çarşamba

KEYİFLİ BİR ŞEYLER

Güne musluklardan gelen "tıss" sesiyle başladık, sinirlerim zıplak yaptı. Oysa bir önceki akşam Opera Sahnesi'nde izlediğimiz "V. Murad" balesiyle keyfim tavan yapmıştı. Yapmayacak gibi değildi; dekor, kostüm, ışık, orkestra, müzikler, danslar, balerin ve baletler şahane, sahnede izlediğimiz her şey bir görsel ve işitsel ziyafetti. Fotoğraf çekmek yasak olduğundan aşağıdaki kareleri Antalya Devlet Opera ve Balesi'nin Facebook sayfasından aldım, ANTDOB sanatçılarından Emre Akyurt çekmiş:







Osmanlı İmparatorluğu'nun 93 günle en kısa hüküm süren padişahı olan Sultan V. Murad Abdülmecid'in oğlu ve II. Abdülhamid'in ağabeyidir. Akli dengesinin bozuk olduğu gerekçesiyle tahttan indirilmiş olan İmparatorluğun 33. padişahı V. Murad ömrünün geri kalanını Çırağan Sarayı'nda geçirmiş, musikiyle uğraşıp bir çok besteye imza atmıştır. V. Murad rolünde balet Tolga Burçak ile eşleri ve kızlarını canlandıran Müge Ünal, Esra Taner ve Derya Tokgöz harika danslarıyla gözümüzün pasını sildiler.

Eh akşamın keyfinin içine da sabahın kesik suları etti :) Saçımı kuaförde yıkattım, bulaşıklar eviyeye yığıldı, yemek yapamadım. Hâl böyle olunca her şeyi olduğu gibi bırakıp denize karşı arkadaşlarla kahve içmeye gittim:


Güneş de pırıl pırıl parlıyordu, suların kesikliğini falan unuttum, güneşin, denizin, ılık havanın tadını çıkardım. Akşam yemeğini de mahallenin pidecisinde eda edip döndük eve, arıza giderilmiş sular da gelmişti. Eh "home sweet home" zamanıdır...

18 Şubat 2014 Salı

SÜMBÜL


Çok genç olduğum, dünyaya insanın içini acıtacak kadar iyi niyetle baktığım yıllardan birinde küçük bir operasyon için 2 günlüğüne hastaneye yatmak durumunda kalmıştım. Ani gelişen bir olaydı, haliyle hepimiz biraz telaşlanmıştık. Üniversitenin ilk yıllarındaydım, arkadaşlarıma bile haber vermemiş, bir sabah erkenden ailemle gidip işlemleri yaptırmış, iki kişilik bir odaya yatmıştım. Oda arkadaşım ben yaşlarda, mesleğinin başlarında sempatik bir ilkokul öğretmeniydi. Arka arkaya aynı operasyon için ameliyathaneye girecektik ertesi gün. Mart ortalarıydı, Ankara'nın kış olmakla bahara geçmek arasında bocalayan en kararsız aylarından birindeydik. Hava bizim içeride kapanmamıza inat eder gibi güneşli ve güzeldi, üstelik arsız bir bahar kokusu taşıyordu hala yanan kaloriferlerin burun deliklerine dolan isine rağmen. Annemle babam ve oda arkadaşımın ailesi bizim yatış işlemlerimizi tamamladıktan sonra bir süreliğine ayrılmışlardı hastaneden. Birbirimizi tanımak için yaptığımız sohbetin ardından yatak komşum uykuya dalmış, ben de odayı incelemeye başlamıştım. Tam karşımdaki duvarda Van Gogh'un "Arles'teki Yatak Odası" tablosunun bir reprodüksiyonu asılıydı. Klasik hastane odasına renk katan bir ayrıntı olarak düşünülse de tablodaki yatak bana yine hastaneyi çağrıştırmıştı. İçim sıkılmış, ertesi günkü operasyonun heyecanı bütün hücrelerime işlemiş kitap dahi okuyamıyordum. Ara sıra muayene ve testler için içeri giren doktor ve hemşirelerle birkaç kelam ediyor oflayıp pufluyordum. Sonra ziyaret saati başladı; bir torba şamfıstığıyla (o zamanlar ve hala en sevdiğim çerezdir) annem, gazetelerle babam, ellerinde kitaplarla kuzenlerim, yatak komşumun akrabaları doluştular odaya. Onları savdıktan sonra her birimiz kendi içimize dönmüştük, ben bir torba şamfıstığını stresle çatır çutur yiyip hediye gelen Aziz Nesin'in "Tatlı Betüş"ünün neredeyse yarısını okuduktan sonra sızmışım. Kulağıma tok bir sesten gelen "Nasılsınız?" sözcüğüyle gözlerimi açtığımda ilk gördüğüm çalı gibi uzamış kalın kaşlar olmuştu, ameliyatımı yapacak Profesör Dr. Hüsnü Göksel karşımdaydı. Artık aramızda olmayan, yalnızca tıbbi bilgisiyle değil hayata bakışı ve insani yönleriyle de değerli bu doktor ertesi gün ben ameliyata girip heyecanla titrerken de yüzünü kapatan yeşil maskenin ardından "Ne haber, beni tanıdınız mı?" diye soracaktı, maskenin dışında kalan o kaşlarla tanımamak mümkün değildi zaten. 

Uzatmayayım ameliyat başarıyla sonuçlanmış, odalarımıza çıkarılmış, bir gece öncesinden aç bırakılmış karnımızı doyuracak bir tas hoşaf ve yoğurdu sabırsızlıkla beklemiş, önceki günün fıstıklarını özlemle anmış, gelen ziyaretçiler tarafından şımartılmış, bandajlar yüzünden uykusuz bir gece geçirmiş ve sonunda taburcu edileceğimiz 3. güne ulaşmıştık. Ben sıkıntıyla zamanın geçmesini beklerken babam işlemlerle uğraşıyor, annem eşyaları topluyordu ki kapı açıldı. İlk gördüğüm bir kucak dolusu mor sümbül oldu, ardından sakalıyla bıyığının arasından taşan kocaman gülüşüyle dayımı farkettim. "Ne oldun kız mannnnyak?" diyerek kucağıma koydu o koca demeti, böylece kokusu da burun deliklerime dolmuştu. Sıkıntım anında geçmiş, O'nun kara gözleri, benim de yüzüm ışıldamıştı.

Şimdi ne zaman sümbül görsem, kokusunu duysam çok erken yitirdiğim dayımın gülüşü, Van Gogh'un "Arles'teki Yatak Odası" ve lizol kokulu hastane koridorları gelir aklıma...

17 Şubat 2014 Pazartesi

LALELİ YAZI


Bugün günün ikinci yarısında uzun zamandır görmediğim bir arkadaşımla buluştum. İlk kez gittiğim, görünümü hoş bir mekanda fincanda pişmiş bol köpüklü kahvelerimizi höpürdettik ilkin. Mekanla ilgili olumlu düşünceler geliştiriyordum ki istediğimiz salebin fincanındaki kıpkırmızı ruj izi salebi geri yollamama ve orayla ilgili düşüncelerimi de olumsuzlamama yol açtı. Bu benim pek çok yerde rastladığım bir durum, sanırım turistik şehirlerin çoğu da böyle. İnsanlar güzel ya da otantik manzaralı bir yere konuşlandırdılar mı tesislerini manzara satmayı yeterli buluyorlar. Hizmetin kalitesi, işletmecilik anlayışı ya da sunum şıklığı, hijyen ikinci hatta üçüncü planda kalıyor ne yazık ki. Dönüp dönüp aynı mekanları tercih etmem bu yüzden işte. Her neyse hizmetteki kusurlara karşılık biz keyifli bir sohbet gerçekleştirdik. Niyetim daha sonra Fikret Otyam Galerisi'ndeki sergiye gitmekti ama her zamanki hatayı yine yapıp Pazartesi'yi seçmiş olmam galeriyi kapalı bulmama sebep oldu. Kısmet başka güneymiş diyerek yürüyüş yapmaya karar verdim.


Antalya'ya bahar çoktan geldi, hatta hiç gitmedi diyebilirim ama lalelerin açabileceğini tahmin etmemiştim açıkcası. Pek sevindim görünce, cadde boyu beyaz laleler pek zarif bir şekilde sıralanmışlardı. Şehrin yarısı da sokaklarda seyran etmekteydi, sefaları olsun. 


Dönüşte nostaljik tramvaya bindim, durakta tramvayın gelmesini bu manzaraya bakarak bekledim, hava pek latif, görünüm pek şükela idi, sevindim yahu Antalya'da yaşadığıma :)

Selgin arkadaşımın "İğneler" öykülerinin ardından Ferzan Özpetek'in "İstanbul Kırmızısı"na başladım, pek sevmeyeceğim galiba, yine de kesin konuşmayayım, belki sonlara doğru fikrim değişir. Yarınsa "V. Murat" isimli baleyi izleyeceğim Opera Sahnesi'nde, eminim ki hoş bir seyir olacak. Perşembe'den itibaren de Şiir Günleri başlıyor. Antalya'da kültür ve sanat ara vermiyor.

Merak eden varsa bileğim bugün daha iyi diyerek bitireyim bu yazıyı, sevgiyle kalın...


16 Şubat 2014 Pazar

BAŞTAN SÖYLEYİM UZUN BİR YAZI :)



Dün hayli hareketli bir gündü. Akşamdanberi devam eden yağmur günün ilerleyen saatlerinin istikbali hakkında pek olumlu şeyler düşündürmese de belirlediğim planı bozmaya niyetim yoktu. Öğleye kadar evde oyalanıp tam çıkmak üzereyken gelen kargoyu iyiye işaret olarak yorumladım. Bu vesileyle kargoyu yollayan güzel arkadaşıma kucak dolusu sevgi postalıyorum buradan.

Niyetim saçıma başıma bir çekidüzen verdirmek için önce kuaföre uğramak, oradan da günler öncesinden biletini aldığım oyunu izlemek üzere tiyatroya gitmekti. Sokağa çıktığımda yerler ıslak olsa da yağmur durmuştu, karşıya geçmek üzere caddeye doğru yürürken oldu olan. Karşı apartmanın altındaki pastanenin önüne döşenen cilalı seramikler yağmurla iyice kayganlaşmış ve bir nevi buz pistine dönüşmüştü. Haliyle ayağımdaki spor botlar paten ayakkabısı, ben de Jane Torwell olmadığım için ikinci adımda şık bir uzun kayışla salto bile atamadan kendimi sırtüstü yerde buldum. İlk işim gören oldu mu diye etrafa bakmak, ikincisi de "acaba yerden kalkabilecek miyim?" diye düşünmek oldu. Kalktım kalkmasına, can havliyle destek yaptığım sol elimdeki hafif ağrı ve pantolonumun arkasındaki ıslaklık dışında bir sıkıntı olmamasına da sevindim hatta. Hemen pastanenin kapısına baktım, sahiplerinden birini orada görsem feci çemkirecektim ama içeri girmeye üşendim, kuaföre yollandım. Kızlar halimi görünce başıma üşüştüler, fön makinesiyle üstümü başımı kuruttular. Ucuz atlattım diye şükredip oturdum koltuğa. Onlar benim kaportayı düzeltirken ben de yan koltuğa evinin kanepesi gibi yayılmış pedikür yaptıran şalvarlı, beyaz tülbentli, çok konuşup herkese akıl veren orta yaşı tamamlamış hatunu izlemeye başladım. Yüzükleri dikkatimi çekti ilk önce, on parmağında 5 tane ve hiçbirinin biriyle akrabalığı olmayan yüzükleri. Sağ elde iki adet nohut ve iki adet mercimek büyüklüğünde yaldızları soyulmuş 4 çakma incinin süslediği bir metal halka ve sıra arkadaşı, üzerinde lale motifi bulunan zirkonyum çerçeveli sedef yüzük "biz neden biraradayız" dercesine ayrıksı bir görünüm sergiliyordu. Sol ele üç yüzük konuşlanmıştı; altın çerçeveli kehribar halkanın altında zirkonyum olması kuvvetle muhtemel gümüş bir tek taş ışıldıyordu. Orta parmağı ise ortasına turkuaz bir taş oturtulmuş ve kalan kısmı zirkonyumla bezenmiş bir yüzük şereflendiriyordu. Yüzüklerin ağırlığından ellerin hareket gücü biraz kısıtlansa da sahibinin bir şikayeti olduğunu sanmıyorum çünkü bileğinde farkettiğim lastikli bir ipe dizilmiş üç sıra çakma inci ve üzerindeki parlak taşlı kelebek takı konusundaki merakını ve zevkini iyice açığa vuruyordu. Sıkıldım bir süre sonra takılarından ve bilmiş konuşmalarından çaresiz aynaya, kendime döndüm, ki hiç sevmem kuaför aynasında kendimi dikizlemeyi. Neyse ki işim bitmek üzereydi. Son retuşlar yapıldı ve ben kuaförden çıkıp tiyatroya gitmek için bir taksiye atladım. Yol boyunca şoförle tramvayın aksattığı trafik ve partilerin seçim arabalarından yayılan müziklerin rahatsız ediciliği konusunda bir sohbet geliştirdik. Taksiden indiğimde yağmur durmuş, hava açmaya meyletmişti. Gişeden biletimi aldım ve tiyatro salonuna girip ikinci sıradaki yerime oturdum. Az sonra yanıma en genci 75'in üstünde gösteren üç hanım teyze gelip oturdu. Bir tanesi iyiden iyiye yaşlı, bastonlu ve iki büklümdü, buna rağmen evde oturup hastalıklarından şikayet edeceklerine 65 yaş üstü ücretsiz avantajından yararlanıp tiyatroya geldikleri için takdir ettim kendilerini. Oyun başlamak üzereyken telefonlarını sessize almak istediler ama beceremediler bir türlü, önce bana baktılar, gözleri tutmamış olacak ki sağ yanlarında oturan çıtıra rica ettiler sessize alması için. Çıtır son model telefonlara alışık olduğundan kendisine verilen nostalji nesnesinin menüsünden girip epey uğraşarak halletti işi, oysa bana verselerdi tek tuşla anında işlem tamamdı :)

Sonunda önce oyun, 10. dakikada da arkamda oturan ve anoraklarımızın benzerliğinden dolayı dikkatimi çeken kadın başını koltuğa yaslayarak horlamaya başladı. Yanındaki hanım dürtünce uyanıp toparlandı ve perde arasında oyunun sıkıcılığından bahsedip bazı insanların uyuduğu yönünde bir sohbet geliştirdi onu dürten hanımlarla. "Hem kel hem hodul" diye buna dense gerek. Teyzeler perde arasında arka sıraya geçti, ben tuvalete gittim ve girdiğim kabinin iç kapısında ispirtolu kalemle yazılmış şöyle bir şiir okudum:

"Yaşayacak yer açın onlara
Ve düşünmeyin onların adına
Hep aynı kitapları okutmayın
Keşfetsinler şafağı bırakın"

Pablo Neruda

Oyunu merak ettiniz sanırım, Tarık Buğra'nın yazdığı; Selim Gürata'nın yönettiği ve karakterlerden birini "Muhteşem Yüzyıl"ın Sümbül Ağa'sı Selim Bayraktar'ın canlandırdığı "Ayakta Durmak İstiyorum". Evet, fena değildi ama bu oyunu AST'tan izlesem çok daha fazla keyif alabileceğimi düşündüm. Yine de emeklerine sağlık, tiyatro varolsun diyelim...

Eve dönünce apar topar kıyafetimi değiştirdim ve çalıştığım okulun çok eski mezunlarının düzenlediği bir yemeğe katılmak üzere yollara düştük yine. Eski öğrencilerimle birlikte olmak, eski arkadaşları görmek güzeldi lakin eve dönünce gündüz sıcağıyla ağrısını farketmediğim bileğim sıkıntı vermeye başladı. Buz koydum, ilaç sürdüm, ağrı kesici aldım, ağrıyı kesemedim. Son çare olarak alkol kompresi geldi aklımıza. Yemeğin yapıldığı lokalde içki servisi olmadığı için içemediğimiz rakıyı kocaman bir pamuk parçasına emdirip ağrılı bölgeye doladık ve eflatun oyalı, mor çiçekli bir yazmayla hediye paketi yaptığımız bileğimi yanıma alarak yatmaya gittim. Tabii ki içten içten dürten ağrı uyumamı engelledi, birkaç öyküsü kalmış "Atları Bağlayın Geceyi Burada Geçireceğiz" kitabını okuyup bitirdim. Işığı söndürüp uyumayı denedim ama bu defa dudağım uçuk sinyali verdi. Kolonyalı pamukla silmezsem ertesi güne silikonlanmış gibi uyanacağım için mecburen kalktım, şifonyerin üstünde sıralı kolonya şişelerini elden geçirmeye başladım; Lavanta, Vahşi İncir, İğde Çiçeği, Bodrum Mandalinası gibi egzotik isimler ve Ege kıyısından esintiler taşıyan kolonyaların en sonuncusu çıktı Çeşme Limonu. "Turistik seyahate mi çıktım, kolonya mı arıyorum" diye söylenerek uçuk tehlikesi gösteren dudağımı Çeşme limonu'nun koruyup kollayıcı aromasına teslim ettim. Sonra da gidip yattım. Ne limon ne de rakı kokusu uykumu getirdi. Tekrar kalktım, bir bardak süt ve sevgili arkadaşım Selgin GB'nin yeni çıkan kitabı "İğneler"i alıp bu defa yatağa oturdum. 50 sayfa kadar okuyup rakıyla paketlenmiş bileğimi burnuma dayayarak uyumaya çalıştım. 

Şimdi siz bu uzun yazıdan kaçmayıp hala buradaysanız önce sabrınız için teşekkür ediyorum, bu kadar uzun bir yazıyı 10 parmakla yazıp klavye kullanabildiğime göre bileğimin biraz daha iyi olduğunu da anladığınızı düşünüyorum. Düşmeden, şaşmadan güzel bir Pazar günü geçirmenizi diliyorum...

14 Şubat 2014 Cuma

CUMA GÜNLÜĞÜ


Sabah bir uyandım sel suya karışmış, kara bulutlar yere yapışmış, gök gürlüyor, şimşek çakıyor, kovalarla su boşaltıyorlar adeta toprağa. "Eyvahlar olsun" dedim, "eve mahkumuz bugün". Aldım çayımı ve Füruzanımı, "Dünya Öykü Günü" bahanesiyle "Edirne'nin Köprüleri"ni on yüz milyon bininci kez okudum. Öykü biterken yağmur da bitti hatta güneş bulutların arasından azıcık göz bile kırptı. Ben de acilen giyindim, şemsiyemi her ihtimale karşı çantaya attım ve doğduğunu bildiğim bir tatlı kızın doğum gününü kutlamaya gittim. Ben büyük Kova, o küçük Kova olarak kutlama yaptık. 

Dün konuklarım vardı, öncesinde hemen arka sokağımızda kurulan pazara uğradım çiçek almak için. Çiçekçi her hafta aynı köşeye konuşlanır ve hayli geniş bir alan kaplar, her tür çiçeği bulabilirsiniz. Bu defa 3 demet fulya, bir demet kasımpatı, bir demet şebboy aldım. Sonra minik saksılardaki sümbülleri gördüm, bir beyaz, bir pembe açılmış, bir tane de mor tomurcuk kestirdim gözüme fiyatlarını sordum. "Açılmışlar 3 lira, domurçak olan 5 lira" dedi satıcı, "Tomurcuk olanın farkı ne de 5 lira diyorsun" diye sordum. "Açılmışlar yerli, domurçak olan Yahudi" demez mi? "Nasıl yani İsrail'den mi geliyor" dedim, "Yok Hollanda'dan" dedi. "E niye Yahudi", "Ben Türk ve Müslüman olmayan herkese Yahudi derim" diyerek beni dumura uğrattı. "Aferin, böyle devam et" dedim, sümbüllerimi ve diğer çiçeklerimi kucaklayıp ayrıldım. Yurdum insanı, her an yeni bir vecize yumurtlama kapasitesine sahip. Çiçekleri geçici olarak eviyenin içine bırakıp sokağın köşesindeki postaneye Bibliyomanyaklar'ın kitap hediyesini kazanan takipçiye kitabını postalamak için yollandım. Kargo bölümüne yeni bir hanım gelmiş. Kendisiyle 15 gün önce bir başka şubede paket yollarken sohbet etmiştik, daha doğrusu o anlatmış ben dinlemiştim. Pek iyi niyetli lakin müthiş ağırkanlı idi, şimdi bizim şubeye transfer olmuş. İşlemimi güler yüzle yaptı ama sistem kilitlendiği için yarım saat şubede mahsur kaldım. Beklettiği için özür üstüne özür diledi ve bana çay ısmarladı. Ahbap olduk kısacası, sarma, dolma, kısır neyin yapıp iade-i ikrama gitmeyi planlıyorum :) Çayımı içip sonunda açılan sistemle kitabımı yolladıktan sonra eve dönüp çiçeklerimi vazolara pay ettim, yerli-yabancı sümbülleri karışıp kaynaşsınlar diye yanyana koydum, sonra da misafirlerimi beklemeye başladım. Ev bilhassa fulyalar sayesinde mis gibi koktu:


İşte böyle blogcum, biraz yorucu lakin hoş bir gündü. Yarın tiyatro biletim var, umarım hava güzel olur. Hepinize güzel bir hafta diliyorum dostlar, sevgiyle kalın...


11 Şubat 2014 Salı

ŞEKER


Dün markette görünce kahvenin yanında yemek için fotoğraftaki jöleli şekerlerden aldım. Eve gelince attım ağzıma acilen 2 tanesini ama o eski tat yoktu ne yazık ki.

Çocukluğumda bayram yaklaşırken annemle babam oturup kimlere şeker götürüleceği konusunda istişarede bulunurlardı. Sonra belirlenen miktar babam tarafından çoğunlukla Hacı Bekir Şekercisi'nden temin edilirdi. Bazen ben de giderdim onunla birlikte. Ulus'taki Hal'in girişindeki şekerciye girerdik genellikle. Birer kiloluk beyaz karton kutularda olurdu şekerler. Çoğunlukla Hacı Bekir'in beyaz üstüne yeşil harflerle (belki de kırmızı tam anımsayamadım şimdi) Hacı Bekir yazan ambalaj kağıdıyla paketlenip istiflenirdi tezgahın üstüne. Ama annem o hazır paketlerin bayat olduğu inancına sıkı sıkıya sarılmış olduğu için tembihine uyar ve biz orada ayrıca paketletip alırdık. Bu durum tezgahtarın pek hoşuna gitmezdi doğal olarak ama ses etmez, raflardan altına bir sıra lokum dizilmiş, araya serilen ince kağıdın üstüne de çoğunluğu akideden oluşmuş, aralarına birkaç tane kağıtlı bonbon, birkaç tane jöle, birkaç tane de badem şekeri atılmış kutulardan birini alır, yeni baştan paketler, kırmızı beyaz sicimle bağlardı. Eğer birden fazla paket varsa onları üstüste koyar, hepsini tekrar paket kağıdına sarıp bağlar ve o bağcığın üstüne telden yapılma, üstüne silindirik karton yerleştirilmiş taşıma aparatını takardı. Bu benim soluğumu tutarak beklediğim andı. O aparatlara bayılırdım, bir tanesini bile saklamamış olduğuma yanarım. Sonra babam paketi o aparat yardımıyla eline geçirir ve bu defa Eyüp Sabri'nin yolunu tutardık. Onun tembihi de anneannemdendi, mutlaka limon kolonyası ve Eyüp Sabri'den alınacak. Aslında o Altın Damla severdi. Her yıl İzmir Fuarı'na gidenlere sipariş ederdi "Bana Altın Damla getirin" diye. Lakin o koyu altın renkli, adeta yoğun kolonya o kadar ağır kokardı ki anneannem misafirlere dökmeyip kendine saklıyor diye sevinirdim. Bak, şimdi bile geldi kokusu burnuma, felaket :) Her ne kadar sevmesem de  dikey çizgili, siyah kapaklı şişesi, kırmızı çiçek motifli siyah ve altın rengi etiketi ve ağır esans kokusuyla Altın Damla Kolonyası anneannemdir benim için.

O hevesle paketlenişini beklediğim şekerlerden hiç yemedim desem yeridir. Şimdi düşünüyorum da galiba o paketler yenmek için değil de götürülen evlerde dolaşıma girmek içindi :) Biri mutlaka anneanneme giderdi. Açıp ikram etmesini beklerdim ama anneannem kutuyu dolaba kaldırır, şekerlikteki eski şekerleri tutardı bize. Umudum oradan kalkınca mutlaka uğrayacağımız Niğdeli Pamuğun Sayimanımlarda yiyebilmekti. Lakin paket orada da içerki odaya götürülürdü. Aslında Sayimanımın ikramı daha lezzetli ve şıktı; gümüş oymalı şekerlik içinde çikolatin. Gel gör ki aklım beyaz kutuda ve onun içindeki jöleli şekerlerdeydi. Bayramın ilk günü dolaştığımız tüm evlerde hediye götürdüğümüz şeker kutusu açılmazdı, hepsi meçhule giden bir gemiye binip kaybolurdu:) Muhtemelen ertesi gün yapacakları ziyaretlere götürülecekti hiç dokunulmadan. Zira biz de öyle yapardık, aldığmız şekerler hatırlı kişilere hediye edilir, eve gelenler de yine bir başkasına götürülmek üzere kaldırılırdı. E o zaman herkes kendi şekerini kendi alsaydı ya, bir kere bile yiyemedim yahu, hala içimde :) İhtimaldir ki bizim götürdüğümüz şeker paketi ertesi bayram yine bize gelmiştir dönüp dolaşıp.

Bir jöleli şekerden nereye geldim, neyse bu arada şekerleri temize havale ettim tadını eskisine benzetmesem de, yarın yeniden alayım bari. Şeker gibi olsun gününüz...

9 Şubat 2014 Pazar

FALAN FİŞMEKAN


-Haftanın en sevmediğim gününü yarıladık neyse ki. Sabah gökyüzünde gülümseyen güneş ara ara bulutların arkasına saklanıyor. Yağmur? Belki...
-Karşı apartmanın sahibi Almanyalının karısı rutin pazar vazifesini eda edip apartman çevresini ve yılda üç-beş defa binilen ama haftada iki defa paklanıp parlatılan arabalarını yıkayarak sokağı göle çevirmiş.
-15-16 yaşında bir delikanlı elinde kırmızı kağıda sarılmış tek bir kırmızı gülle heyecan içinde geçip gitti. Çiçek kime acep, heyecana bakılırsa sevgiliye :)
-"Muhteşem Gatsby" okundu bitti, üstüne filmini izleyerek cila çektim. 
-Dün şahane bir konserdeydik fotoğraflardan anlaşıldığı üzere. Her yıl ölüm yıldönümünde Cem Karaca'yı anmak üzere tekrarlanıyor bu konser. Gözünüzü kapatsanız Cem Karaca'yı dinlediğinizi sanacağınız solist Devrim Altanay sanatçının hemen hemen tüm şarkılarını seslendirdi, biz de coşkuyla eşlik ettik. 
-Daha önce "Rüzgarın Gölgesi" isimli romanıyla tanıyıp sevdiğim Carlos Ruiz Zafon'un "Cennet Mahkumu" isimli kitabına başlayacağım bugün.
-Akşama kısır mı yapsam ki?


7 Şubat 2014 Cuma

BÖYLEYKEN BÖYLE

Dün evde pinekleyip dururken ani bir atakla dışarı attık kendimizi. Hava çok güzeldi yürüye yürüye en sevdiğimiz cafelerden birine geldik, Beydağları'na karşı bir masaya yerleştik:


Güneş gözümüzün ta bebeğine girse de şikayetimiz yoktu, yaldızlanmış deniz ve denizden fırlamış gibi duran dağlara kimin itirazı olabilir ki? Kahveleri söyledik ve daldık manzaraya:


Neredeyse fincanımın içine yamaç paraşütü yapan bir eleman dalacaktı. El sallaşıp merhabalaştık hatta. Gökyüzünde de güneşe ilaveten ay, ardarda geçen dört uçak, bir helikopter ve bir martı ordusu seyran ediyordu.

Kahveler bitince şehir merkezine bir yürüyüş daha yaptık, herkes sokaktaydı adeta, mebzul miktarda da Japon turist vardı. Fıskiyeden kaldırım taşına ne gördülerse fotoğraflıyorlardı. Açık alanda kurulmuş "Antalya Yöresi Endemik Bitkileri Fotoğraf Sergisi"ni gezdik sonra da otobüse atlayıp eve döndük.


Bugünün etkinliği ise Yabancı Dilde En İyi Film Oscar'ına aday "La Grande Bellezza" filmini izlemek oldu, aslında gidilecek bir arkadaş toplantım varmış ama unutmuşum, bunuyorum galiba yavaştan :) Filme bayıldım, benim Oscar adayım kesinlikle bu, vermezlerse küserim jüriye ona göre. Esasen zor bir filmdi ama öyle dokundurmalar, öyle anlamlı cümleler, o kadar güzel görüntüler vardı ki. Ana karakter Jep Gambardello kahramanım oldu. 2 saat 15 dakika süresince benim yapamadığım ne varsa yaptı; canının istemediği şeylere net bir biçimde "Hayır" dedi, görüşmek istemediklerini hayatından çıkardı, burnu havada gezen egomanyaklara küt diye dersini verdi, oh kendim yapmışım gibi içimi soğuttu :) 

Film yıllar önce yazdığı tek kitapla üne kavuşmuş ama sonradan dergi yazılarıyla sınırlı kalmış yazar Gambardello'nun 65. doğum günü partisiyle başlıyor. Sosyetenin gözbebeği yazarın etrafındaki ilginç kişiler film boyunca birer ikişer arz-ı endam edip öykünün içinde yerlerini alıyorlar. Roma şehri de bir başrol oyuncusu gibi güzellikleriyle boy gösteriyor. Çetin ve çarpıcı filmlerden hoşlananlara şiddetle önerilir.

Gecikmiş bir okuma yapıyorum dünden beri, Scott Fitzgerald'ın nedense bir türlü okuma fırsatı bulamadığım "Muhteşem Gatsby"sine başladım ve yarıladım bile. 

Buralarda vaziyet böyle, hava güneşli, pencerenin önünde dünyaya gelişlerine balkonumuz sayesinde sebep olduğumuz iki tombul kumru kocamın binbir emekle yetiştirmeye çabaladığı domates fidesini gagalıyor. Gidip kovalayım kerataları, kalın sağlıcakla...




5 Şubat 2014 Çarşamba

SERGİ VE SONRASI

Pazartesi günü gidip galeri kapalı olduğu için kapısından döndüğüm "Lozan'dan Cumhuriyet'e İnönü Sergisi"ne dün tekrar gittim, söylemiştim değil mi, inat ettim gideceğim diye. "İnönü Vakfı" tarafından hazırlattırılmış oldukça kapsamlı, yararlı ve iyi düzenlenmiş bir sergi idi. Meraklısı için aşağıda birkaç fotoğraf var:
 

  
Sergi girişinde Atatürk ve İnönü karşılıyor ziyaretçileri


İnönü Lozan heyeti ile


Lozan Konferansı'na katılması için İnönü'ye verilen yetki belgesi



Standlardan örnekler




Basında çıkan Lozan karikatürlerinden örnekler




Standlarda sergilenen belgeleri üstlerine tıklayarak büyütüp inceleme imkanınız var


Çocuklar unutulmamış, sergiyle ilgili bir oyun standı var


Lozan konferansı ile ilgili bir animasyon film sürekli gösterimde



Bazı belge ve fotoğraflar panolarda sergileniyor




İnönülerin aile fotoğraflarını da görmek mümkün


Ve beni çok etkileyen baba-kız fotoğrafı: Özden İnönü ve babası
23 Nisan 1936


Eh, hem kendimi hem sizi o kadar gezdirdikten sonra sergi çıkışı bunu hakettim değil mi :)