.

.
.

8 Eylül 2014 Pazartesi

SAYFİYE

Geçen hafta oldukça hareketli geçti. Kızkardeş ve arkadaşlarıyla kampüs buluşmaları, TRT Müzesi, lise kızlarından ikisiyle kahve muhabbeti, ailecek bir kutlama yemeği, küçük bir kasaba büyüklüğündeki alışveriş merkezinde zorunlu bir alışveriş turu derken Pazar günü serildim kaldım. Üstelik sabah düğmesine bastığım bilgisayar açılır açılmaz kapanınca sanal alemden de gün boyu zorunlu bir uzaklaşma yaşadım. Neyseki sorun ups'in aküsünün bitmesinden kaynaklanmış, onu devreden çıkarınca bilgisayarın çalışması için gereken ara kablo temin edilene kadar gerçek hayatla düzeyli bir birliktelik gerçekleştirmiş oldum. Bir gün önce başladığım "Sayfiye, Hafiflik Hayali" isimli kitabı da o arada bitiriverdim.

Kitaptaki anlatılar beni eskilere döndürdü. Bizim yazlık evimiz olmadı, sanırım ne ailemin maddi gücü buna elverişliydi, ne de düşünce tarzları. Babam sürekli aynı yerdeki aynı eve gitmektense farklı yerlerde farklı tatiller yapmayı uygun bulurdu, annemse zaten kışlık evde yeterince ağırladığı misafirleri bir de yazlıkta ağırlama derdi olmadığı için memnundu. Sayfiye olarak ilk deneyimim ilkokulda başladı, evlenene kadar farklı yerlerde kesintisiz sürdü. Evlenip Antalya'ya yerleştiğimde ebediyen hayatıma giren deniz-güneş-kum üçlemesi böylece ebediyen de hayatımdan çıkmış bulundu. Tatillerimi deniz kenarında geçirmekten nefret eder oldum.

Ankaralıların değişmez sayfiye yerleri Erdek-Akçakoca-Amasra üçgeninin tepe noktası Amasra'ya gitme kararı almıştı babam o ilk sayfiye yazında. Annem 15 gün boyunca hafif giysiler, plaj elbiseleri, plaj havluları ve hatta şapkalar dikti bana, kendine ve halama. Koyu mavi bir mayo alındı, alt taraflarında büzgülü minik bir etek vardı sanki, çok net hatırlamıyorum, annemin alacalı desenli lasteks mayosu daha çok aklımda kalmış. Bir de bir eczanenin vitrininde görüp bayıldığım koca gözlü, halka küpeli, şişme zenci bir bebek; bir nevi kolluk vazifesi görecek, yüzmeyi çabucak öğrenecektim güya. 5 yaşında, bir plajda habersizce denize batırılıp çıkarıldığımda duyduğum korkuyla yaşadığım travmanın  doğru dürüst yüzme öğrenmemi hayatım boyunca engelleyeceğini henüz bilmiyorduk. Kalabalık bir grupla gittik Amasra'ya; annem, babam, anneannem, iki halam ve annemin teyze kızı. Kalacağımız pansiyon plajın dibinde idi, halamın hastalarından birinin yakını ayarlamıştı. Amasra'daki ilk sabahımda erkenden uyanmış ve pencereden gördüğüm gündoğumu manzarasına hayran olup teyze kızımı uyandırmış, birlikte cezbeye kapılmış gibi izlemiştik. Amasra konumu itibarıyla güneşin denizden doğup denizden battığı bir yöreydi. Bu ilk sayfiyeden aklımda kalanların en unutulmazı halamın güneş ilacı yapmak için kullandığı amonyağı bilinçsizce koklamamdır. Çektiğim o nefesle  burnumdan ayak başparmağıma kadar açılan mevcut tüm kanallarım hala a o zamanki kadar pırıl pırıl olsa gerek :) Amasra o ilk tatilde kalbime girip bir daha çıkmamacasına yerleşti; daracık sokakları, eski evleri, ahşap objelerin yapılıp satıldığı çarşısı, Büyük ve Küçük Liman'ı, mendireği, mısır kabuğundan yapılmış sepetleri, yollardaki çalılardan topladığımız böğürtlenleri, güler yüzlü halkı ile hepimizin gönlünü kazanmıştı. Çarşıdaki tozlu, küçük bir kitapçıda görüp teyze kızımın hediye aldığı Leylek Dede romanı ise hayatımın kitaplarından biri olacaktı.

İkinci Amasra tatilimize samimi olduğumuz bir komşu ile çıkmıştık. Daha içerilerde, 2 katlı, ahşap bir evde pansiyoner olmuş, hergün onlarca defa plaj hoparlörlerinden yükselen Erkin Koray'dan "Kızları da Alın Askere"yi dinlemiş, akşamlarıysa pansiyon komşumuz Karadenizli teyzenin farklı Erkin Koray yorumuyla şenlenmiştik: "Oy miralay miralay/Askerin alay alay/Al kızları askere/Askerlik olsun kolay". Tatilimizin üçüncü günüyse tam yemek saatinde meydana gelen bir depremle sallanmış, ne kaçabilmiş, ne tepki verebilmiş, korku dolu gözlerle birbirimize bakakalmıştık. Aşağıdaki fotoğraf bu tatilden:


2-3 kez daha sayfiye yeri olarak seçtiğimiz Amasra'ya bir yıl ara verip Çanakkale'ye babamın çalıştığı kurumun kampına gitmiştik. Komik bir sayfiyeydi bu, şehrin merkezindeki Sağlık Koleji'nde kalıyor, öğleden sonraları sarı renkli koca bir otobüsle Kepez denilen rüzgarlı bir mevkideki plaja götürülüyorduk. Çok kalabalık bir gruptuk, babamın iş arkadaşları, aile dostlarımız, komşularımızla otobüsün yarısından çoğunu biz dolduruyor ve her akşam plaj dönüşü Kordon'a girdiğimiz anda "Evreşe yolları dar/Bana bakma benim yarim var" türküsünü çığırıyorduk koro halinde. Bu tatilin unutulmazı ise 2 yaşındaki kızkardeşte Çanakkale'ye varır varmaz oluşan alerji idi. Çocukcağız pençe pençe kızarmış, sürekli kaşınmış, götürdüğümüz doktorlar çözüm bulamamış, Ankara'ya dönüşte otobüsten iner inmez alerji sona ermiş, bir daha da tekrar etmemişti.

Bir başka Amasra tatili pansiyonun duvarında görüp ödümün koptuğu akreple zihnimde yer etti, bu kez sayfiye maceramız kısa sürecekti, Kıbrıs Çıkartması başlayınca apar topar geri dönmüştük Ankara'ya. 

Son Amasra sayfiyemiz yine cümbür cemaat olmuştu, konu-komşu, eş-dost 3 pansiyona pay olmuş, yemek saatlerinde biraraya geliyor, denizden arta kalan zamanları Sefa Park'ta çekirdek çitleyip gün batımını seyrederek değerlendiriyorduk. Plaj şarkısı o yıl "Aman meleğim/Nasıl edeyim/Çeko Çeko gel gel yanıma" idi ve komşu amcanın bizleri sandala doldurup geziye çıkarttığında kayığın kırılan ıskarmozu ve denizde yaşadığımız panikle kazınmıştı zihnime.

Sırada Antalya Kampı vardı ve bu da Çanakkale gibiydi. Şehrin merkezindeki şimdi yıkılmış olan Sağlık Koleji'nde kalıyorduk yine. Sabah 7.00'de kalkıp kahvaltıya oturmak zorundaydık zira bizi Lara'daki plajlara taşıyacak otobüs 7.30'da hareket ediyordu. Bol bol terlemiş, akşamları Karaalioğlu Parkı yürüyüşleri yapmış ve günün birinde ebediyen bu şehirde yaşayacağımı hiç aklıma getirmemiştim. Kampın son günü tam da akşam yola çıkacakken gençlerden biri güya şaka yapmak için bir an ayağa kalktığımda altımdaki sandalyeyi çekmiş ve yere düşerken arkamdaki kapının 4 milimlik camını kafamla kırıvermiştim. Kamp müdürü yanıma gelip "geçmiş olsun" deyip "karşıdaki camcıdan taktırabilirsiniz kırılan camı" diye ilave edince zaten çırpınıp duran anneannem adamı neredeyse paralayacaktı. Yol boyu ağrıyan başım yüzünden otobüsten iner inmez acil servise gidişimiz de bu gezinin unutulmazı olmuştu. 

Ailemle son sayfiye maceram Marmaris'te gerçekleşmişti. P.oyraz Kaptan adıyla meşhur bir gemicinin pansiyonunda kalmış, yosunlu bulanık bir denize girmiş, kaldırıma dikilmiş göz hizasındaki palmiyeler kollarımı çizip giysilerimi yeşile boyamış, denizden arta kalan tüm vaktimi Pınar Kür'ün "Küçük Oyuncu" kitabını okuyarak geçirmiştim. Pansiyon sahibi kaptanın teknesiyle bir gün Turunç'a gitmiş, tam inerken kaptanın sözlerine gülmekten ölmüştük: "Haden bakem, balıklaa, tavuklaa, kaaz, yin, vimen doktoru para". Tatilin son günü gittiğimiz Günnük Ormanı'nda yeterince bronzlaşmadığıma kanaat getirip 1 saat boyunca güneşte yatmış ve omuzlarıma su toplatmayı başarmıştım. Sanırım bu da sayfiyeyle vedalaşma nişanem olmuştu.

Buraya kadar gelebildiyseniz sizleri kutlar, sayfiye maceralarımla sıktıysam affınıza sığınırım. Sizler de paylaşırsanız pek bir güzel olur esasen eski sayfiye maceralarınızı, haydi gayret...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder