.

.
.

31 Temmuz 2015 Cuma

SIKINTI ODASI

İlkokulun son yıllarında falandım sanırım, küçük bir taşra kasabasında hükümet tabibi olarak görev yapan halam ihtisas için Ankara'ya geldi. Gelirken yanında bazı eşyalarını da getirdi ve sığabildiğince bizim eve sıkıştırdık. Bunların arasında camlı bir kitaplık ve raflarını dolduran kitaplar da vardı ki halamın gelişinden sonra beni en mutlu eden olay buydu. Kitapların çoğu benim yaşıma göre biraz ağırdı ama kim dinler, oda sayısı kısıtlı evimizin salonuna, yattığım divanın yanına yerleşen kitaplığın tüm raflarını elden geçirip sırayla okumaya başladım. Tek maaşlı bir memur çocuğuydum, babamın benim okuma hızıma yetişebilmesi mümkün olmadığı gibi o yıllar şimdiki kadar kitap basımı ve sunumu da yoktu. Hiç unutmam okuyup bayıldığım "Heidi"nin devam kitapları çıkmıştı, birinin ismi  "Heidi Büyüdü" idi. Sürekli alışveriş ettiğim küçük kitapçının vitrininde "al beni al, seni bekliyorum" dercesine göz kırpıyordu. Babam ısrarlı isteklerime kesin bir nokta koyup "aybaşından önce alamam" demişti ama aybaşına daha çok vardı ve benim içim gidiyordu. B planını uygulamaya koyup anneanneme yaltaklanmaya başladım. "Anneanne noolur bana "Heidi Büyüdü"yü alsana". "O ne kız?". "Kitap, "Heidi Büyüdü". "Eydi Büydü" neymiş?". "Eydü Büydü değil annaane, "Heidi Büyüdü", yabancı o, Alplerde yaşıyor". "Elin gavurunun büyümesinden sana ne, otur ders çalış". "Annaane, tatildeyiz ne dersi, noolur". Anneannem sonunda insafa gelip kitap parasını vermiş, ben de "Eydü Büydü"me kavuşmuştum. Kitap temin etmekteki güçlük bu safhadayken kitaplarıyla birlikte salonumuza yerleşen kitaplık kendimi arpa ambarına düşmüş aç tavuk gibi hissettirmişti. 

Kitaplıkta çok miktarda bulunan klasikleri, gazetelerin ek olarak verdiği bazı kitapları, Varlık Yayınları'nın cep boy baskılarını, hatta ansiklopedi ciltlerini elden geçirmiştim. Onların arasında mavi kapağıyla ve küçük boyuyla dikkatimi çeken bir kitap daha vardı, Aysel Alpsal isimli, adını ilk kez duyduğum bir kadının yazdığı "Sıkıntı Odası".  İç sayfası halamın adına imzalanmıştı, muhtemelen yazar arkadaşı idi. Diğer kitapları tükettikten sonra onu da elime almış, öykülerin çoğunu pek de anlamadan okuyup bitirmiştim. Kitabın içeriğini yıllar içinde tamamen unuttum ama ne adı, ne yazarı, ne de mavi kapağı hiç aklımdan çıkmadı. Hatta az evvel Google'da bir arama yapınca Nadir Kitap'ta izine bile rastladım:


Diyeceksiniz ki ne alaka, nereden aklına geldi şimdi bu kitap. Günlerdir sıcağın ve gündemin etkisiyle ruh gibiyim. Sabahtan başlayan ve kapıyı açmamla beraber fırın ağzından gelircesine içeriye dolan, açıkta kalmış kitap kapaklarını gevretip dışbükey yapan sıcak, kazara açtığımız TV ve radyolardan "Yurttan Sesler" ya da  "Beraber ve Solo Şarkılar" yerine yükselen gencecik canların ölüm haberleri, elden bir şey gelmemesinin çaresizliğiyle odalarımız da birer sıkıntı odasına dönüştü. O çağrışımla döndüm geçmişin tozlu kitap raflarına. İyi ki de dönmüşüm, sesimi duydu galiba bulutlar, şahane bir yağmur başladı şimdi. Kimbilir, belki her şey için bir umuttur asfaltı kaplayan kurumuş akasya çiçeklerini önüne katıp götüren bu damlalar...

30 Temmuz 2015 Perşembe

DÜNDEN KALAN



Çıktım işte, sonunda dışarı çıktım, sıcakla birlikte gündemin üstüme çöken ağırlığından silkinip attım kendimi dışarı. Kapıdan çıkınca kafamı güneşe doğru kaldırdım ve "Ben Antalya'da daha ne sıcaklar gördüm, beni korkutamazsın naaber?" deyip bir de dil çıkardım. Güneş cevap vermeye tenezzül etmedi, intikamını birkaç saat sonra pedikür için oturduğum suni deri kaplı koltukta terletip açık renk pantolonumda yanlış intiba uyandıracak izler bırakarak aldı. 

Zorlu bir yokuşu derin nefesler alarak tırmandım, zirveye ulaşınca "formundasın beybi" dedim kendime, "son beş adıma kadar çarpıntın tutmadı". Güneş tepeden kıs kıs güldü, duymamış gibi yaptım. Baktım yol üstünde maaşımı aldığım bankanın şubesi var, müthiş zammımızın yatıp yatmadığını kontrol ettim, bakiye sıfırdı. Güneşe ilaveten bankamatik de kıs kıs güldü, hatta bir de nanik yaptı. Bu sefer duydum, hatta gördüm, "sensin salak" dedim ve yürümeye devam ettim. 

Kuaförün bulunduğu binanın girişi yazı orada geçirmeyi düşündürecek kadar serindi, merdivenlere oturup Eylül başına kadar kalkmamayı düşündüm ama randevu saatim yaklaşıyordu, bindim asansöre, çıktım yukarı. Şu dünyadaki en rahatlatıcı işlemlerden birini yaptırıp ayaklarıma ödül verdim. Ayaklar mutlu, ben hafiflemiş çıktım kuaförden ama dedim ya güneş öcünü almış, pantolonumda yanlış anlaşılacak ıslaklıklar oluşmuştu. Neyse ki aynı güneş kısa sürede izleri sildi. Metronun yürüyen merdivenlerinin trabzanlarına karşılıklı yerleşmiş iki velet muhtemelen kırmızı ışıkta bekleyen araçların camlarını çamura belemek amaçlı sünger ve püskürtmeli şişeler ellerinde, birbirlerini ıslatıp hem eğleniyor, hem serinliyorlardı. Onlara bakarken bacağımı basamağa sürtüp sıyırdım. Suçu güneşe atacaktım ama bir bulut bulup arkasına saklanmıştı, kös kös devam ettim yola. Bir arkadaşla buluşup keyifli bir sohbetle geçen bir-iki saatin üstüne kızkardeşe yollandım. Evine ulaşana kadar yürüdüğüm sokak akşam serinliğine kavuşmuş, güneş suçunu kabullenip başını önüne eğmiş, bahçelerden çimen-çiçek kokuları yükselmeye başlamıştı. Ne güzeldi, sanki her şey yolundaymış gibi...

(Fotoğraf yine alakasız, Angaramızın Emekli Sandığı'na aitken el değiştirip üç yıldır boş duran meşhur gökdeleni. Bakmayın öyle mahzun durduğuna zamanında ne havası vardı onun. Böğründe Kuzgun Acar'ın rölyefi, terasında ilk self servis restoranıyla Set Kafeterya ve en tepesindeki gece klübü  "Club X" ile şehrimizin simgesi idi. Şimdi eski günlerin hayaliyle avunup başına neler geleceğini düşünüyor. Ama etme bulma dünyası, zamanında bu kazuletin yerinde güzeller güzeli bir yapı-Uybadin Köşkü-varmış. Ne akla hizmet yıkıp bu göğe uzanan parmağı dikmişler hiç anlamış değilim. Ee alma mazlumun ahını çıkar aheste aheste, böyle kalabalığın içinde bir başına dikilirsin işte.")

23 Temmuz 2015 Perşembe

İÇ SIKINTISI...



Kaç gündür üzerime yüklenen gündemin ağırlığına bir de Temmuz sıcağı eklenince içimden hiçbir şey yapmak gelmiyor. İkindiye kadar evin içinde siftindim durdum; yemek pişirdim, granola yapmayı denedim, istediğim sertlikte olmadı ama tadı güzel galiba. Sophia Loren'in anılarını okumaya başladım, gidip gelip Facebook'a ve Twitter'e baktım, baktıkça içim daha çok sıkıldı, sonunda dışarı çıkmaya karar verdim, hem değişim yapmam gereken bir eşya vardı, bahaneyle onu da değiştiririm dedim. Antalya kadar olmasa da Ankara'da da güneş beynimizde boza pişirme durumundaydı, ne bozası hatta çorba, kaynar kaynar. Son günlerde aşırı hareketten isyan eden ayak başparmak kemiğim yürüdükçe kendini hatırlattı, dizimle elele tutuşup nanik yaptılar bana yol boyu. Değişim yapacağım mağazada geçen yıl bana eksik para ödemesi yaptığı ve yaptığını kabul etmediği için tartıştığım sevimsiz kasiyer kız vardı, epeydir görünmüyordu, bugün sahne almış. Onu görünce biraz daha içim sıkıldı. Neyse ki değişimi başka bir görevli yapıyormuş da bir kez daha muhatap olmadım kendisiyle. Yüksel Caddesi'nde asılı posterde ölen gençlerin gülen yüzleri esintiyle dalgalanıyordu; bakamadım, dayanamadım bakmaya, iç sıkıntım iyice tavan yaptı. Yürümeye devam ediyordum arkamdan gelen alkol kokusuyla başımı çevirdim. Gençten biri alkolik olduğu belli yaşlıca bir adamı kolundan tutmuş pataklıyarak götürüyordu. Beriki yarı sarhoş, "baban yaşındayım ne dövüyorsun" diyor, öteki "senin yaptığını babam yapsın onun da ...... koyarım" şeklinde şık bir cevap verip ardından ekliyordu: "Elalemin karısının kızının yanında içip ne sövüyorsun?". Kendininki sövmekten sayılmıyor sanırsam ya da onun küfür vizesi var. İçimin sıkıntısı tavandan uzaya çıkmasın diye hızlandırdım adımlarımı, derken karşıdan tinerlendiği belli, alnındaki yaralar kabuk bağlamış bir genç "abla bir-iki lira bozuğun var mı?" diye önüme geçti. Bu memlekette yaşarsam iç sıkıntısından yapılmış bir elbiseyi ebediyen giymek zorunda olduğumu anlayıp kös kös indim üst geçidin merdivenlerinden. Eve geldim, kendime buzlu bir kahve yapıp yine Twitterin başına geçtim, baktım savaş naraları atılmaya başlamış. Bir saat ayrılmaya gelmiyor, her an bir aksiyon. Ne diyeyim Allah encamımızı hayretsin. Bari güzel bir fotoğraf koyayım da yazının ağırlığı hafiflesin, kaplumbağalar güneş banyosu yapıyor :)

15 Temmuz 2015 Çarşamba

RAPOR

Yine bir hafta olmuş yazmayalı. Yaz ataleti mi desem, tembellik mi desem, bloglardaki gevşeme mi desem ya da hepsi mi desem bir ihmal olduğu kesin. Kuzenim Facebook'tan "Bir şeyler yazsana" diye uyarmasaydı uykuya devam edecektim ama ikaz üstüne sıçradım ve uyandım. Bir hafta boyunca ne yaptın derseniz dişe dokunur bir faaliyet yok aslında. Bir gün Bilgeveannesi ile birlikte Şuşu'ya gittik, pek keyifliydi, Frida hanımı mıncakladık bolca :)


Pazar günü yemeğe misafirlerim vardı, hazırlıklarımı bitirdikten sonra yeni bir kitaba başladım. Çok sevdiğim bir yayınevinden, Ayizi Kitap'tan çıkan Tülin Tankut'un yazdığı "Ne Zaman Ki İçime Bir Kurt Düştü" isimle öykülere, ertesi gün de keyifle bitirdim. 

Hafta başı Kale'ye uzandık ailecek. Niyetimiz Erimtan Müzesi'nin cafesinde oturmaktı ama Pazartesi olduğunu unutmuşuz, doğal olarak müze kapalıydı. Pilavoğlu Han'daki çayocağına girdik ama orada da faaliyet yoktu. Biraz soluklanıp değişen dekoru inceledik.



Son olarak kendimizi Kirit Cafe'nin balkonuna yerleştirdik. Bu da balkondan görünen çatı üstü minimal Ankara manzarası:


Sıcak havada fazla dolaşamadık ve dönüş yoluna vurduk. Pirinç Han'ın karşısındaki camii restore ediyorlar, bu arada minareye de kılıf hazırlamışlar :)


Bu şapşik de kuşları gerçek mi sanıyordur nedir?


Dün alışveriş amaçlı kısacık bir Kızılay yürüyüşü dışında evden çıkmadım ve önce Julian Barnes'in "Bir Son Duygusu" kitabını bitirdim, ardından da Şilili yazar Alejandro Zambra'nın "Ağaçların Özel Hayatı" isimli romanına başladım. Isabel Allende'den sonra seveceğim yeni bir yazar tanımış oldum böylece (Hoş Allende'nin tahtını kimse sallayamaz benim indimde). 90 sayfalık kısacık bir kitap ama ilginç bir konu ve yazım tarzı vardı, çok sevdim ve çabucak bitirdim. Arası soğumadan da bugün yazarın bir diğer kitabına başladım: "Eve Dönmenin Yolları". Bu aralar sıkı okuyorum. Geceleri okurken yeni aldığım yakın gözlüğümü de kullanıyorum ama hala alışamadım. Kitaplar bulanık bir haleyle çevrili eşkenar dörtgen olarak görünmeye devam ediyorsa da harfler büyüdüğü için idare ediyorum :)

Bir haftalık raporum bu şekildedir sevgili dostlar. Şu anda evde temizlik var, çok hoş bir hanım temizliğe yardımcı oluyor, makine sabahtan beri mesai yapıp perdeleri yıkıyor, ben de ortalıkta dolanıyorum. Bayramda görüşmek dileğiyle şimdilik hoşça kalın diyor, banyodan gelen deterjan kokusunun izini sürmeye gidiyorum :)

8 Temmuz 2015 Çarşamba

KELEBEKLİ KONYA

 (Önce uyarayım, bu post çok miktarda fotoğraf içerir)

Yüksek hızlı tren faaliyete geçeli epey oldu ama bendeniz hala o şerefe nail olamamıştım. Kendimi bu yüzden çok kınasam da kısmet bugüne imiş, nihayet Konya'ya mütevecihen bir YHT seyahati gerçekleştirebildik günübirlik. Birkaç yıl önce Ağustos'un bunaltıcı sıcağında, bomboz ovalara bakıp sıkıla bunala, otomobille 3 saati aşkın sürede ulaşıp neredeyse bir daha gitmeye tövbe etmiştim Konya'ya. Bu sefer misafir olan babamı gezdirmek ve YHT'yi denemek için çıktık yola ve trenden gayet memnun kaldım. Son derece süratli, temiz, serin ve dakikti. 1 saat 40 dakika içinde Ankara'dan Konya'ya ulaştık tarifede belirtildiği gibi. Niyetimiz tanıtım afişini gördüğümden beri aklımda olan yeni açılmış "Kelebekler Vadisi ve Müzesi"ni gezmekti. Gardan çıkar çıkmaz nasıl gidebileceğimizi sorduk. Ve sonunda anladık ki Konyalılarda mesafe mefhumu biraz problemli. İlk sorduğumuz kişi otobüsle şehir merkezine gitmemizi, oradan başka bir otobüse binmemizi önerdi. Bu amaçla beklediğimiz durakta bir türlü  otobüs gelmedi. Sorduğumuz bir diğer kişi ise, şu aşağıdaki fotoğrafta gördüğünüz Atatürk Heykeli'ne kadar yürümemizi ve oradan "Binevler" dolmuşuna binmemizi önerdi. Otobüs gelmeyip zamanımız da kısıtlı olunca, bari öyle yapalım dedik.


Efendim, Atatürk Heykeli'ne yaklaşınca resmi bir dairenin önünde gördüğümüz zabıta memurlarına "zahir bilir bunlar" diyerek bir kez daha yol sorduk. Bu defa bineceğimiz dolmuşun adı değişti, eh onlardan iyi bilecek değiliz ya, "peki" dedik. Gelen dolmuşa sorduk "gider mi?" diye, "yakınından geçer, yürüyüverirsiniz" dedi şoför, inandık, bindik.  Az gittik, uz gittik, dere tepe düz gittik, 6 ay bir güz gittik, yok hala varamadık. Koca şehri boydan boya geçtik, uğraşsak göremeyeceğimiz semtleri gördük. Tam artık herhalde "Ankara'ya geri dönüyoruz" diye düşünmüştük ki, şoför "Kelebek Vadisi'nde inecekler, buradan yürürsünüz" diyerek bizi bilmediğimiz bir mekanda indirdi a dostlar. "Ah gurbetlik, vah gurbetlik". Sağa baktık, sola baktık, ufukta değil müze, kelebek bile yoktu. Yine çevirdik yoldan geçen bir bileni, sorduk. "Ohoo" dedi, "buradan çok uzak yürünmez". "Eee netcez?", "Falanca dolmuşa binin, o yakında indirir, birazcık yürürsünüz". Neyse geldi dolmuş, bindik. Yine az gittik, uz gittik, dere tepe düz gittik, bu sefer 3 ay bir yaz gittik, dolmuşçu durdu "inin, buradan yürürsünüz". dedi. İndik mecburen. Yine ufukta ne müze, ne kelebek var. Gözüme kestirdiğim bir genci çevirdim, "Ne taraftan yürüyelim" diye sordum. Bön bön baktı, "buradan yürüyemezsiniz, çok uzak" dedi. O da otobüs tavsiye etti. Yolun karşısına geçtik, durağa gelmeden merhametli bir şoförün himmetiyle önümüzde duran otobüse attık kendimizi. Bir kez daha az gittik, uz gittik, dere tepe düz gittik veee sonunda:


Şu gördüğünüz uzay üssü benzeri mekana vardık. Zaten bu kadar sürede ancak uzaya gidilebilirdi. Uzay üssü yüzlerce ilkokul bebesi ile doluydu. Aralarından yüzerek geçtik ve kendimizi içeriye atıp "şükür sonunda kavuştuk" diyerek zemini öptük. Bu işin bir de dönüşü vardı ama onu düşünmeyi uzay üssü gezisinin sonuna bırakıp kendimizi tropikal ortama bıraktık. Ağaçlar, çiçekler, sular arasından uçan kelebekleri dikizleyerek dolaşmaya başladık.


Bu gördüğünüz girişteki kelebek üretim kafesleri. Burada tırtıl halinden kelebeğe dönüşenler ortama salınıyor.  


Buradaki tırtıllıktan kurtulup yeni kelebeğe dönüşmüş bir tanesi. Kanatları henüz ıslak olduğu için uçamadığını söyledi görevli. Kuruduktan sonra ortamda çiçekten çiceğe dolaşmaya başlayacakmış. Çekmeyi başarabildiklerimden bazıları da aşağıda:



 




Hayli rutubetli, tropik ortamda galerileri dolaşıp kelebekleri, çiçekleri gözledik. Kelebeklere bekçilik eden papağanları gördük:


Canlı ortamdan sonra kelebek çeşitleri, üreme türleri, beslenme biçimleri hakkında bilgi verilen kurutulmuş kelebekler bölümüne geçtik. 





Ayrıca karıncalar ve böcekler için de ayrılmış bölümler vardı. Vaktimiz kısıtlı olduğu ve öğrencilerin istilası nedeniyle hızlı bir tur atıp ayrılmak zorunda kaldık. Onca yolu geldiğimize ve yorulduğumuza değen bir ziyaret oldu doğrusu.


Bu gördüğünüz Müzenin tuvaleti, aşağıdaki ise çıkış holünün tavanı:


Dönüşümüz çok rahat oldu, görevli bize hemen müzenin karşısındaki duraktan binip şehre gideceğimiz otobüsün numarasına verdi ve tek araçla dere-tepe düz gitmeden merkeze ulaştık.
  
Sırada  kalan vaktimize sığacak mini bir şehir turu ve Mevlana Müzesi ziyareti vardı


Karatay Medresesinin kapısı


Alaattin Tepesi'ndeki Kılıçaslan Köşkü'nde restorasyon faaliyeti devam etmekte.


Mevlana Müzesi


Mevlana'nın sandukası


Tavan ve kapı detayları

Mevlana Müzesi'ni de bilmemkaçıncı defa gördükten sonra tren saatine yetişmek için bir taksiye atladık. Konuşkan taksicimiz bizi gara ulaştırdı. Aynı şekilde hızlı ve rahat bir yolculukla Ankara'ya ulaştık. Jet hızıyla yapılmış ama gayet verimli bir yolculuğu böylece sona erdirmiş olduk. Darısı yenilerine...

6 Temmuz 2015 Pazartesi

DAN DAN DAN

Dün gece saat 23.00 civarında zil çaldı. "Hayırdır inşallah" diyerek, yürek güp güp gidip açtım kapıyı. Hemşehrim olduğunu posta kutularına bıraktığı resimli ilanlardan öğrendiğim sırıtık davulcu kapıda. "Abla Ramazan davulcunuz bahşiş bekler" dedi. Tepem attı, daha 10 gün önce kapmıştı oysa bahşişi. Üstelik neredeyse 10 yıldır Ramazan'da Ankara'da oluyorum, hep aynı davulcu ve çaldığı şey davul olmaktan çok uzak. Haydi geçelim digital çağda davulcuya ne hacet lakırdılarını-ki gerçekten ne hacet-bir nevi nostaljidir, gelenektir, mevcudiyetini koruyor diyelim. O zaman işini usulune uygun, adabıyla yaparsın değil mi? Bu adam davul çalmayı bile bilmiyor. İki-üç günde bir, saat 2.00 civarında, arkası açık bir kamyonetin üstünde yol boyu "dan dan" davula vurarak motorize bir şekilde yerine getiriyor görevini. İnanın 2 yaşındaki bir çocuk bile eline aldığı kapağı tencereye daha ahenkle vurur. "Oruç tutmuyorum, üstelik bir de beni uyandırıyorsun" şikayetinden de geçtim, sahura davul sesiyle kalkan kaldı mı Allahaşkına. İyi, güzel, Ramazan'ın tadı-tuzudur davulcu, çalsınlar ama güzel çalsınlar yahu. Oğlum bebekken Antalya'da balkonun altında bir davulcumuz vardı. Ev 1. kat, davul beynimizde öter ama öyle güzel çalar ve öyle güzel maniler söylerdi ki, binbir güçlükle yeni uyuttuğum bebeğin uyanması pahasına kızmaz, üstelik bir de bahşiş atardık balkondan. Şimdiki ömür törpüsü, beyin tırmalayıcısı.

Neyse "Abla bahşiş" deyince tepem attı, "Bu kaçıncı bahşiş ya?" dedim. "Bu son abla, bir de bayramda gelirim tamam" demesin mi? "Haftada bir uğrasaydın, hatırım kalır" demedim ama kapıyı suratına kapatıp girdim içeri bunca yıldır ilk defa. Derdim üç-beş kuruş vermek değil, işlerini uyduruktan yapıp sonra utanmadan karşılığını bekleyenler. Bu ara her şey, herkes sinirimi zıplatıyor, özellikle de havadan para kazananlar, insanı sömürenler, aptal yerine koyanlar. Haydi davulcu ikile, davulun sesi uzaktan daha hoş geliyor zaten...

5 Temmuz 2015 Pazar

NE OLDU, NE BİTTİ

10 gündür kış uykusu gibi bir şeye yattım sanırsam blog yazma konusunda, elim varmadı bir türlü. Oysa epey hareketliydim hem ev içi, hem ev dışı. ODTÜ'de bir diploma törenine katıldım (hamili kart yakinim olur), uzun yıllardır görmediğim bir arkadaşla buluşup keyifli saatler geçirdim, Dikmen Vadisi'nde kendi güzel, muhteviyatı kötü bir semaverden çay içtim, Anya von Bremzen'in "Sovyet Mutfak Sanatı" kitabıyla SSCB tarihine bir yolculuk yaptım vs vs. Kısacası nasıl geçtiğini anlamadan geçti günler, sadece buraya yazamadım. Bugün daha ilgilenmezsem blogu küstüreceğime karar verip geçtim başına.

Dün güllü, kirazlı ve ıhlamurlu bir bahçede uzun zamandır görmediğim akrabalarla birlikteydim, pek güzel bir gün geçirdik. 


Her görüşte tekrarlanan anılar, "aman ne kadar büyümüşsün", "nasıl da zayıflamışsın", "ay bu ne ara doğdu?", "yav çok özlemiştim seni" mealinde cümleler, kahkahalar, sohbetler havada uçuştu. Pek güzel oldu pek diyor ve "maşallah" eşliğinde tahtaya üç defa "tık, tık, tık" vuruyorum. Eksilmeyip çoğalarak, sağlıkla darısı bir dahaki yıla.



Kirazların büyük bir bölümü dolu kurbanı olup dalında telef olmuş, kalanlardan otlandık. Ihlamur ağaçlarından topladığım koca bir torbanın içeriği ise şu anda kurumak üzere yayılmış durumdalar.

Böyleyken böyle, şimdi ben kaçar. Sizlere güzel bir Pazar günü dilerim...