.

.
.

31 Ağustos 2015 Pazartesi

3. GELENEKSEL BACISAL SEYAHAT ETKİNLİĞİ (VOLUME 1)

3 yıldır yazları kızkardeşle kısacık ama dolu dolu bir kaçamak yapmayı adet haline getirdik. Evvelki yıl 1,5 günlük İzmir, geçen yıl 3 günlük İstanbul seyahatlerinden sonra bu yıl rotayı Bursa'ya çevirdik. Bursa'yı seçmemizdeki neden yüksek hızlı trenin Eskişehir'den Kamil Koç otobüs bağlantılı Bursa seferleriydi. İnternetten bilet alacaklar için belirteyim, YHT biletlerini TCDD'nin EYBİS sitesinden, otobüs biletlerini ise Kamil Koç'un kendi sitesinden temin edeceksiniz, otobüsün varış ve çıkış noktalarını  Eskişehir Gar, Bursa Gar olarak seçeceksiniz.  Eybis sitesinde tren-otobüs bağlantı saatleri verilmiş. 

Cuma günü sırt çantam ve ben trenin hareketine yarım saat kala Ankara Gar'da idik, kısa bir süre sonra bize kızkardeş ve sırt çantası da katıldı, çok geçmeden de trenin perona girdiği anonsu duyuldu. Kimlik ve bilet kontrolünden geçtik, çantalarımızın röntgenini çektirdik, herhangi bir patolojik durum saptanmadığı için omzumuza yüklenip vagonumuza geçtik. Yerimizi bulup yerleştik ve göz açıp kapayana kadar da (maksimum 1,5 saat) Eskişehir Gar'ına ulaşmıştık. Otobüsümüz bizi garın yan tarafında bekliyordu. Baktık henüz vaktimiz var Gar'ın bir köşesinde kazanı doğurduğu için mutlulukla gülümseyen Nasreddin Hoca'ya hayırlı olsun ziyaretine gittik, yanımızda altın olmadığı için kullanılmış tren bileti takıp otobüsümüze geri döndük.
 

Vakit öğleni bulmuştu ki Bursa otogarına vasıl olduk. Yolculuğa çıkmadan internetten birtakım tüyolar aldığımız için belediye otobüslerinin terminalden şehir merkezine seferi olduğunu öğrenmiştik. Bilet gişesinden "Bukart"ımızı alıp üç günlüğüne sözcük haznemize "Burulaş"ı ekledik ve fazla beklemeden önümüze gelen sarı renkli, körüklü belediye otobüsüne kurulduk. Terminalden şehir merkezine gitmek neredeyse Ankara'dan Eskişehir'e ulaşmaktan fazla sürdü. Uzun süre oturmaktan ayaklarımız şişmiş, çantaların ağırlığından omuzlarımız düşmüş bir şekilde kendimizi Heykel'de sıcağın bağrına bıraktık. "Otele karnımızı doyursak da mı gitsek, doyurmasak da mı gitsek" ikileminden sonra doyurmaya karar verip İskender yemek için yine internette herkesin tavsiye ettiği Mavi Dükkan'ı bulduk. Bulduk da ne oldu, önündeki kuyruk 8 çizdiği için aç kalmaya razı olduk. Sora sora Muradiye dolmuşlarının yerini öğrendik, durağa gittik, biz Ankara, Antalya ve hemen hemen heryerdeki gibi mavi minibüsler beklerken önümüzde tepesinde Heykel-Muradiye yazan bir taksi durdu. Meğer Bursa dolmuşları 4 yolculuk taksi dolmuşlarmış. Öğrenmenin sonu yokmuş efendim. Atladık dolmuşa, çok geçmeden otele kaydımızı yaptırmış, odamıza yerleşip elimizi yüzümüzü yıkamış ve tekrar yola çıkmaya hazır hale gelmiştik bile. Resepsiyondan önceden yaptığımız plan uyarınca ilk günün menzili olan, tarihi Roma dönemine kadar uzanan Gölyazı'ya nasıl gideceğimizi öğrendik. Bursaray+otobüs yapacaktık. Metro durağına yürüyebileceğimizi söyledi görevli, kapıda sorduğumuz gençlerse "Ooo çok uzak" diye hayretle gözlerini açtılar. Bunca yılın öğretmeni olarak gençlerin böyle konularda tembelliğini bildiğimden inanmadım ve yola koyulduk. Yol üstü bir fırından yine internet aracılığıyla meşhur olduğunu öğrendiğimiz "tahinli pide"den aldık, açlığımızı giderdik. Bir süre sonra tam da o pidenin asıl alınması gereken fırının önünden geçeceğimizi bilmiyorduk tabii, ne yapalım kader utansın, bizim yediğimiz de güzeldi. 15-20 dakikalık bir yürüyüşle metro istasyonuna ulaşıp Üniversite metrosuna bindik ve  Küçük Sanayi Sitesi'nde indik. Hemen yan taraftaki otobüs durağına geçip Gölyazı (5G-bilginize) otobüsünü beklemeye başladık. Saat başıymış biraz bekledik ama olsun varsın, sonunda geldi ve bizi 20-25 dakikalık bir yolculukla Gölyazı(Apolyont)ya ulaştırdı. Eski adıyla Apolyont, yeni adıyla Uluabat gölünün kıyısındaki bu şirin belde daha otobüsten iner inmez gönlümüzü çeldi. İlk gördüğümüz aralıktan ulaştığımız sahilde bizi leylekler karşıladı (şimdiden söyleyim bol fotolu olacak bu postlar):




İlk durağımız 19. yüzyılın ikinci yarısında Gölyazı'da yaşayan Rumlar tarafından yaptırılan ve harap durumdayken yakınlarda Nilüfer Belediyesi tarafından restore edilip Kültür Merkezi olarak hizmete sokulan Aziz Panteleimon Kilisesi oldu. Biz kiliseyi gezerken yolda önümüzde seyreden ve arka camında "Sevdum de aldum" yazan gelin arabasından çıkan gelin ve damat kilisenin muhtelif yerlerinde fotoğraf çekimi yaptırıyorlardı. Onları da kutladık ama ne yazık ki takacak tren biletimiz kalmamıştı :)







Bu bina da yine Belediye tarafından restore edilip edebiyatçıların hizmetine sunulan "Gölyazı Yazıevi".

Gölyazı'ya tam salça zamanı gitmişiz anlaşılan, hemen her kapının önünde ateşler yakılmış, kazanlar kurulmuş biberle karışık domates salçaları pişirilmekte idi. Beldeyi incirle karışık bir salça kokusu kaplamıştı. "Kolay gelsin" dileklerimizi ilettiğimiz tüm kadınlar bize güler yüzle karşılık verip "Hoşgeldiniz" dediler.



Kiliseyi gezdikten sonra surların arasından Gölyazı sokaklarına daldık. Eski tip evlerin hemen hepsinin ya pencerelerinde, ya kapı önlerinde, ya duvar diplerinde çiçekler ekiliydi. Pek çok elektrik direği de leyleklere ev sahipliği yapıyordu.






Gölyazı'da kadınlar da balıkçılık yapıyorlar, fotoğraftaki teyzem ağlarını onarırken aşağıdaki de gördüğünüz gibi balığa çıkmış:



Bakkal dediğin böyle olmalı, her derde deva. Tüpgazdan tavuğa, şampuandan ekmeğe, yumurtadan cipse, şalvardan bulaşık fırçasına kadar ne ararsanız var :)


Önümüz kış, odunlar şimdiden depolanmalı.

Sokak aralarından göl kıyısına inip göl manzarasını, kıyıdaki evleri seyrederek turluyor ve Ağlayan Çınar'a varıyoruz.







Ağlayan çınar devasa bir anıt ağaç ve haliyle bir de öyküsü var, ben uzun uzun anlatıp postu iyice uzatmayım. Meraklısı bu linki tıklayarak öyküyü okuyabilir: Tık

Ağlayan çınarın dibindeki zeytin satıcılarının hatrını kırmamak için biraz zeytin alıyor ve aç karnımızı doyurmak için gelmeden tavsiyesini aldığımız Apolyont Restoran'a yollanıyoruz.


Şu manzaraya karşı yediğimiz yayın balığı nefis, salata da öyle. Gölden çıkan kerevitin tereyağında çevrilmesiyle yapılan "cızlama" ise pek damak tadımıza hitap etmiyor. Ödediğimiz miktar böyle bir menü ve restorana göre hayli hesaplı, keşke işletme sahipleri ve çalışanları da biraz daha güler yüzlü olsaydı. 


Bu güzel geziyi Muhtar'ın Kahvesi'nde içtiğimiz çayla sonlandırıyor ve güneş batarken sarışın otobüsümüze atlayıp Bursa'ya geri dönüyoruz. 


Gezi bitiyor, gün bitmiyor. Küçük bir şehir turu yapıyoruz metrodan Şehreküstü istasyonunda inip, yine internet aracılığı ile methini duyduğum Ulucami yakınındaki 1928 yılından beri hizmet veren ünlü "Ulus Pastanesi"ni buluyor ve oraya mahsus "Marşal pastası"nın tadına bakıyoruz. Üzerin kalın bir tabaka çikolata ile kaplı arası üzümlü kat kat kakaolu kekten oluşan bir pasta bu, ben beğeniyorum, çikolata ile arası pek olmayan kızkardeş pek hoşlanmıyor.


Eh yorulduk artık. Işıklandırılmış Tophane'ye selam çakıp kendimizi bir taksiye atıyor ve yorgun argın otelimize ulaşıyoruz. 


Bizi izlemeye devam edin efenim :)

24 Ağustos 2015 Pazartesi

HAFTAYA BAŞLARKEN

Kahveyle aramıza kara kedi girdi sanki, az evvel kocaman bir kupadan bir yudum alıp kalanını lavaboya döktüm. Sıcaklardan mı acaba, kışın tekrar barış imzalayacağımızı düşünüyorum. 

Geçen haftayı toz, toprak, gürültü içinde geçirdik. Kaldırım yenileme çalışması vardı bir süredir mahallede ve sıra bizim cepheye gelmişti. Neredeyse 5 gün sürdü, sabah bağırış çağırış ve makine sesleriyle uyanıyor, ardından toza dumana belenip apartmandan caddeye geçebilmek, caddede yürüyebilmek için de bir nevi cambazlık yapıyorduk. Üstüne bir de cuma akşamının sağanak yağışı eklenince tadından yenmedi. Sel gibi akan sular kaldırım için yığılmış ne kadar kum, deşilmiş ne kadar toprak varsa evin girişine getirip yığdı, tahliye borusu henüz bağlanmadığı için ortalık adeta bataklığa döndü. Neredeyse dizlerimize kadar suya girmeden apartmana girmek mümkün olmadı. Ancak dün akşamüstü temizlenip normale dönebildi. 

Bütün eziyetine rağmen çalışan işçileri izlemek zaman zaman yüzümüzde gülümsemeye neden olmadı değil. Adını bilmediğim, minik bir dozere benzeyen ve kaldırım taşlarını taşıyıp yerine yerleştirmeye yarayan bir makine vardı mesela, şunlardan arkadaki:


Sürücüsü bıçkın görünümlü bir gençti, oldukça havalı bir biçimde kullanıyor, boş kaldığı her an telefonunun kulaklığını kulağına yerleştirip müzik dinlemeye başlıyordu. Nitekim aracın arka camına yanına "baba" sözcüğü ekleyerek adını yazmış, yanını da niyeyse noktalarını öne alarak bir ünlem işareti kondurmuştu: (**** Baba ...!). İsmin altında daha küçük harflerle şu cümle yazılıydı: " Müzik bir uyuşturucuysa Gökhan Doğanay torbacıdır". Önce Gökhan Doğanay'ın aracın sürücüsü olduğunu düşünmüştüm ama Google'da yaptığım küçük bir arama arkadaşın şarkıcı olduğunu ortaya çıkardı, bir şarkısını dinlemek gafletine düştüm ve ben de uyuştum :) Gökhan Doğanay hayranı arkadaş kaldırım taşlarını teker teker yerine yerleştirirken yanında vızzt diye bir otomobil durdu, sürücü kapısı açıldı, içinden elindeki cep telefonu kamerasını açmaya çalışan genç bir adam indi ve arka camda yazan yazının fotoğrafını çekti. Sonra dönüp aynı ismi taşıdıklarını, yazının pek hoşuna gittiğini belirtti. Yanda duran daha yaşlıca işçi "Noolmuş yani adınız aynıysa, niye çektin yani şimdi resmi, çerçeveletcen mi?" derken adaş arkadaş çoktan arabasına atlayıp yola düşmüştü bile. 

O yoluna devam edip Gökhan Doğanay hayranı taşları yerine yerleştiredursun yaşları 20'ye henüz değmiş iki işçi-ki bir tanesi diğerleri siperlikli kep takarken fiyakalı bir kovboy şapkası taşıyordu-yerdeki kalasları kucaklamış bir çeşit kılıç dövüşü yapmaktaydılar. Eğlence uzun sürmedi, beton kamyonu gelince hayli yorucu işlerine devam ettiler güneş altında. Kaldırım taşlarının harcına ağaçlardan dökülen akasya çiçekleri de karışırken izlemekten vazgeçip kitabıma döndüm. "Parfümün Dansı"nın yazarı Tom Robbins'in oldukça eğlenceli bir üslupla yazılmış biyografisini okudum geçenlerde: "Tibet Şeftali Turtası". Ardından Agah Özgüç'ün yazdığı bol dedikodulu "Türk Sinemasında Yeşilçam Aşkları"nı ve son olarak konusu Ankara'da geçtiği için severek okuduğum Serhan Ergin'in "Bize Kalsa Böyle Geçerdi Akşamlar"ını. Sonuncunun konusu "Bizim Büyük Çaresizliğimiz"i hatırlatmasa daha çok sevebilirdim belki. Şu anda elimde Ursula K.Le Guin'in Yerdeniz serisinin ikinci kitabı var: "Atuan Mezarları". Bitti biter, bizimki Ursula ile geç bir tanışma oldu ama güzel oldu. 

Şimdi huzurlarınızdan ütü yapmak üzere ayrılıyorum. Yeni haftanız dertsiz, tasasız, üzüntüsüz geçsin, kalın sağlıcakla...

21 Ağustos 2015 Cuma

ANILARA YOLCULUK

Bu sabah gözlerimi kapkaranlık bir gökyüzüne ve derinden gelen gümbürtülere açtım. Önce sesleri evin önünde süren kaldırım çalışmalarından geliyor sandım ama pencereden bakınca gök gürlediğini ve hafiften de yağmaya başladığını anladım. Bir an jet hızıyla sonbahara girdiğimizi sandım ama çok sürmedi, bir saat sonra yaza geri dönmüştük. 

Dün çocukluğuma ve ilk gençliğime doğru nostaljik bir gezi yaptık kızkardeşle. Ülkenin içinde bulunduğu vaziyette ruh sağlığımızı korumak için kendimize bahaneler uyduruyoruz esasen. Yoksa kitle kapını, büzül bir köşeye, acıdan öl. Hoş çocukluğa dönmek için gittiğin yerde bıraktıklarının ne kadarını bulabiliyorsun o da ayrı bir konu ama yine de bazen bir bina, bazen bir ağaç, bazen bir bahçe duvarı güzel şeyler anımsatabiliyor. İlk uğrak yerimiz geçen yılın sonunda yıkılan, çocukluğum ve ilk gençliğimin en güzel yıllarını geçirdiğim, şahane komşuluk ilişkileri içerisinde adeta bir komün hayatı yaşadığımız evimizin olduğu siteydi, daha doğrusu sitenin enkazı. Etrafı tahta perdelerle çevrilmiş, bulduğumuz bir aralıktan içeri girdik, gördüğümüz sanki orada hiç yaşanmamış, çocuklar doğmamış, insanlar ölmemiş, hep birlikte yemekler yenmemiş, düğünlerde eğlenilmemiş, arka bahçede Hıdrellez'de taştan evler yapılıp gül dallarına niyet bağlanmamış, merdivenlerinde oturulup ergenlik heyecanları yaşanmamış, yakan top, saklambaç, seksek oynanmamış, Müyesser teyzenin el izlerini taşıyan ağaçların gölgesine kilimler serilmemiş, balkonlarında çekirdek çitlenmemiş, sohbetler edilmemiş gibi ruhsuz bir moloz yığınıydı. 


Bir tuhaf oldum, geçmişten kalan tek somut iz kapılarındaki ölüm tehlikesi uyarılarına rağmen önündeki beton yükseltide çeşitli oyunlar oynadığımız trafo idi, o bile çok yaşlanıp hırpalanmış:


Bir kez de yüksekten bakalım diyerek hemen yakındaki teleferiğe bindik, 4 bloktan geriye kalan 4 izi kuşbakışı seyreyledik, anneannemin bloğunun üstünden geçerken ruhuna bir selam üfledik. En baştaki enkazın en üst katındaki, çok sevdiği esintili dairesinin yazsa balkonunda, kışsa pencere önünde oturur panoramik manzarasını seyrederdi tesbihini çekerken, iyi ki bu günleri görmedi.


Teleferikten ilk istasyonda inip yokuş aşağı sallandık, Yenimahalle'nin ara sokaklarına dalıp hala yıkılmamış eski, az katlı, bahçeli evleri görüntülemekti niyetimiz. O kadar az kalmışlar ki:




Kalanların bir kısmı ya yıkılmış, ya yıkılmak üzere. İzleri eski bir albümdeki sepya fotoğraf gibi yandaki binanın duvarına düşmüş.



Biraz hüzünlendik galiba, kendimize mutlu edecek bir ödül verelim dedik ve ne mutlu ki çocukluğumdan beri faaliyetini sürdüren, ilk kornet külahta dondurmayı orada yediğimiz Vardar Pastanesi'ne yöneldik.



63 yıllık tarihi makinede üretmeye devam ettikleri gerçek meyveli dondurmaları hala nefis, binası ve iç dekorunun çoğu hala aynı idi. Korneti icat eden dedeyi artık işi devralan torunuyla birlikte anıp incirli-cevizli dondurmamızı yiyerek ayrıldık oradan. 

Sonra bir başka eve, ilkokula başladığım ve her hatırladığımda çok mutlu olduğum 1,5 yılımı geçirdiğim bahçeli minicik evimize gittik, hala yerinde duruyor ama terkedilmiş sanki:



O bahçe bana bir cangıl kadar büyük ve karmaşık, o evse dünyanın en güzel evi gibi görünürdü. Bahçeye açılan kapı örülmüş, pencereler perdesiz. Diğer katlarda hayat var ama burası ıssızdı bilmem neden. Pazar günleri o kapıdan bahçeye Zehra Eren'in tangoları taşardı radyodan, babam Subay sigarasını tellendirir, orta şekerli kahvesi eşliğinde gazetesini okurdu çardağın altında. Evsahibinin kızları Aynur ve Ayşe ile oynadığımız ağaç altlarına, oturup sohbet ettiğimiz bahçe duvarına bakıp hüzünlendim, gencecik yaşında başka bir aleme göçen Ayşe'yi andım, evi ıssızlığıyla başbaşa bırakıp ayrıldım oradan. 

Nostalji turumuzu böyle sonlandırdık. Korkarım bir dahaki gidişimde bunları da bulamayacağım ama hayat böyle bir şey, insanoğlu sürekli yeniyi, rahatı istiyor. Ne diyeyim onlar da haklıdır elbet, anılarımızın bir kısmını kaybederek de yaşarız, yeter ki barış içinde olalım...

19 Ağustos 2015 Çarşamba

OYNATMAYA AZ KALDI



Dünden bu yana bizim evi iyi saatte olsunlar bastı. Sanki evde ne kadar eşya, demirbaş, tesisat varsa topluca eyleme kalktı. Her şey uzun zamandır kapatamadığımız evdeki ana vanayı değiştirme kararımızla başladı. Bir tesisatçı bulduk ve hazır gelmişken bir süredir sızıntı yapan klozet rezervuarını da halledelim dedik, demez olaydık. 2 yıldır evdeki tüm musluklardan akan su son derece tazyiksizdi, öyle ki mutfaktaki musluk açıksa banyodaki musluk akmıyordu. Kendimizce bir sebep uydurduk, "borular eski, kireç tuttu içleri, ancak bu kadar akıyor galiba" diye akıl yürüttük. Eşim usta gelmeden bir kontrol edeyim, belki düzelmiştir diye vanayı sağa sola kıvırırken birdenbire açık musluktan çağlayan gibi sular fışkırdı. Bakakaldık. Meğer vana sadece kapanmıyormuş, açılmasında sorun yokmuş ve bu zamana kadar kısık olduğu için sular tazyiksizmiş. Nasreddin Hoca hesabı pek sevindik. Erken sevinmişiz. Neyse usta geldi, teftişini yaptı, malzeme almak için arabasına gitti, az sonra eli kolu dolu geldi. Ben mutfakta oluşacak hengameyi görmemek için kendimi bilgisayar başına konuşlandırdım ama içerden gelen elektrikli testere, matkap sesi ve kurşun boruların kesilmesinden oluşan kötü koku neler olup bittiği hakkında yeterince bilgi veriyordu. Az sonra mutfaktaki etkinlik bitti, usta uygun adımlarla banyoya geçti. Daha değişik türde takırtı tukurtular da oradan geldi ve sonunda "Tamamdır, güle güle kullanın" diyerek gitti. Kullanmak işin düzgün yapılıp yapılmadığına kıllanmaktan daha makul göründü. Baktım, madeni boru kesilmiş, yerine plastik bir parça eklenmiş ve yepisyeni bir vana takılmış, denedik kapandığını da gördük, oh oh pek memnun olduk, olmasak iyiymiş. Banyoya baktık rezervuar sızdırmıyor, bir kere daha memnun olduk, dedim ya olmasak iyiymiş. Arkasından sorunları çözülmüş insanların mutlu gayretiyle banyo ve mutfağı temizleyip pakladık ve kutlamak için parka gidip çay içtik.

Akşam eve döndük, yeni vanamıza gülümsedik, bir gülücük de rezervuara atacaktık ki, tebessüm yüzümüzde dondu. İçeri akmaktan sıkılan rezervuarımız biraz da dışarıya açılalım, globalleşelim diyerek banyo zeminine doğru yayılmış ense yapıyordu. Ne yaptıysak içeri alamadık arkadaşı, valizsiz gitmişsin dostum ihtiyacın olur diyerek bir plastik maşrapayla bagajını takviye ettik ve bari karnımızı doyuralım dedik. Yemek sonrası duş musluğuna elini atan eşim, cereyan çarptı diyerek geri gelince aklımın suyu erdi. Banyoyu temizlerken musluk açıp kapama sırasında elimde oluşan uyuşma benzeri elektriklenmeyi carpal tunnel sendroma yormuştum, meğerse beni de hafif tertip cereyan çarpmış. Birkaç musluk daha ellerimizi okşayınca anladık ki topraklamada bir sorun var. Ustayı yolcu ettikten sonra oluşan moral aniden yerin dibine indi, ne topraklamadaki sorunu, ne rezervuarın dış aleme açılmasını engelleyemeyinci ustayı ertesi gün tekrar misafir etmeye karar verip günü sonlandırdık.

Ertesi sabah-yani bugün-telefon ettiğimiz ustamız tekrar teşrif etti. Zaten bunca yıllık ömrümde bir kez gelip iş bitiren usta görmedim desem yeridir. Rezervuarı azarladı, senin dışarda ne işin var, gir bakayım içeri, bir daha da dışarı çıktığını görmeyeceğim dedi. Rezervuar korkup pıstı ama topraklamada aynı sonucu alamadık. Hala ara ara çarpılmaya devam ediyoruz. Bir nevi fizik tedavi, belki bu el-kol ağrılarımızın geçmesi için kaderin bir cilvesidir diyorduk ki kader bir cilve, daha doğrusu bir çelme daha salladı. Çamaşır makinesinin boşaltma borusu tesisat uygun olmadığı için banyo zeminine akar bizim evde (daha doğrusu yazları kaldığım aile evimde), bugüne kadar çamaşır sonrası bir paspas yapar işlemi tamam ederdik. Gelgelelim bu defa banyo gideri olay çıkardı. Kapıları kapattı, kimseyi içeri almadı. Banyo zemini oldu mu sana bir göl, ne dürtükleme, ne pompalama, ne kostikleme fayda etmedi. "Açıl Susam Açıl" dedik, "defolup gidin, evinize deniz getirdim daha ne istiyorsunuz" dedi. Üstüne varmadık artık. Doktoru, pardon ustayı aradık tekrar, "oynatmaya az kaldı, yetiş Usta" dedik. Yarın sabahtan gelecek bakalım, tedavi edebilecek mi cümle delileri...

11 Ağustos 2015 Salı

ANKARA, ANKARA, GÜZEL(!) ANKARA

Ankara her gelişimde benim şehrim olmaktan biraz daha uzaklaşıyor. Anılarımı ve ayak izlerimi bıraktığım mekanlar birer birer yok olurken kent giderek kitsch bir şehircilik anlayışına teslim oluyor. Hayatımın en güzel yıllarını geçirdiğim çocukluk ve ilk gençlik evim yer ile yeksan.  Yıkımdan sonra dönüştüğü toprak yığınını bir göreyim diye gittiğimde burnum inşaat şirketinin diktiği adam boyundan yüksek, görkemli duvarlara çarptı. Üzerinde imrendirici reklamlarla gözden gizlenmiş, oysa henüz akibeti bile belirsiz. Anneannemin gün boyu oturup sokağı gözlediği pencere şimdi doğrudan gökyüzüne açılıyor. Hayatımın altı yılını geçirdiğim ortaokul ve lisenin binası ise enine genişlemiş. Eskiden anneannemin mutlaka her giysisinin altına giydiği "dikolta"sıyla uyumlu pembemsi rengi çirkin ve itici bir maviye dönüşmüş. İçeride uygulanan sıkı disipline sanki kamuflaj olsun diye oluşturulmuş güzelim bahçesi bakımsız ve sıradan bir okul bahçesi görünümünü almış. Yüzlerce gülün açtığı, çam ağaçlarının kışın kar yağdığında insanı bir masalın içinde yaşıyormuş gibi hissettirdiği, yere döşeli taşların arasından yemyeşil çimlerin fışkırdığı bahçeden eser yok. Zarar vermeyelim diye teneffüslerde bahçeye çıkarılmazdık. Ortaokula başladığım gün, acemilikle ilk teneffüs zili çalar çalmaz aynı zamanda mahalle arkadaşım da olan Filiz ile bahçeye koşturmuş, lakin ağır demir kapının önünde heykel gibi dikilen hademe parmağını sallayıp "yassah gızlar, çıkamazsınız" demişti de kös kös dönmüştük tebeşir kokulu sınıfımıza. Şimdi ne gül kalmış, ne gonca. Basmaya kıyılmayan çimlerin üzerine asfalt dökülmüş. Yan duvarı baştan başa saran, okulun simgesi haline gelmiş Amerikan sarmaşığını biri kökünden kesip halletmiş, Oysa onun her yaprağına  sınıfımızdaki aşık olduğu kıza "ben buradayım" demek için her gün aynı saatte pencerenin altına gelen gencin ıslıkla çaldığı "El Cordobes"in notaları sinmişti. Ders öncesi ya da sonrası bir koşu uğradığımız Kanarya Kitabeviyle Mustaa Bakkal da yok artık. O semti özgünleştiren iki katlı bahçeli evler yerini sevimsiz bitişik nizam apartmanlara terketmiş. Tek tük kalanlar boynu bükük aralarda sıkışmış eski günlerin görkemini düşünüp yıkılmamaya çabalıyorlar. 

Kızılay zaten tepesindeki kocaman ayı, şirin mimarisi ve yemyeşil bahçesi ile Kızılay binası yıkılıp yerine o tek bacaklı kazulet AVM dikileli beri gözümden düşmüştü. Giderek daha da çirkinleşiyor. Meydanın tam ortasında, yerden bitmiş kitsch bir lale görünümündeki ne idüğü belirsiz digital nesneyse hafazanallah, her beldeden uzak dursun. Erken Cumhuriyet Dönemi'nin bulvara yakışan estetik taş binaları yerlerini birbiriyle alakasız çirkin iş merkezlerine terketmiş, bulvar pastaneleri isimleri kendilerinden menkul simit saraylarına dönüşmüş. Atkestaneleriyle güvercinler bile küs sanki. Yüzlerce mektup attığım, jetonların trink sesiyle telefon konuşmaları yaptığım postanesi, Ankara'nın self servis ilk büyük süper marketi olan Gima'sı, ilk banka hesabımı açtırdığım Ziraat Bankası, Set Kafeterya'sı ve böğründeki Kuzgun Acar rölyefi ile devasa çirkinliğini farkettirmeyen gökdelen(!)imiz bile mahzun artık, kaç yıldır bomboş. Yalnızlığını ortadan kaldıracak günlerin hayaliyle beklemede. Bilgi Kitabevi'nin yerine Watson's açılmış. O loş, tıklım tıklım dolu, kitap kokulu, labirent gibi dükkanın yerini yapay esanslı, floresan ışıklı, steril bir mekan almış. Tevfik Küflü'nün ruhu incinmiş, uğramıyordur oralara. Konur Sokak bile çehre değiştirmiş geçen yıldan bu yana. Dost şubesi kapanmış, çürük bir diş gibi sırıtıyor boş dükkan. Küçük İmge boşalıp Mülkiyeliler Lokali'ne eklemlenmiş. Büyük İmge'nin yarısı yok. Bu kitapçılar şehrin simgesiydi oysa, tıklım tıklım kahveci dolmuş Yüksel Caddesi civarları. Sokaklara gürültü, TV sesi ve uğultu dökülüyor, tarzlar aynı, kahveler sıradan. İki adımda bir önünüzü "fal baktırmak ister miydiniz?" diyen biri kesiyor. Haklılar, işimiz fala kaldı. Gizem Müzik de kendini ayakkabıcıya evrimlemiş. Daha bir kaç aya kadar CD'lerin sergilendiği kapı önünde ayakkabılar sıralı. Akman'ın sadece adı, logosu ve bozası var eskiyi anımsatan, gerisi hikaye. Eh ona da şükür. 

Ya Flamingo, yılların nezih pastanesi. Tunalı'nın 80 yaş üstü, siklamen rujlu, platin saçlı, süslü teyzelerinin ikindi çaylarını aldıkları güzelim mekan. Sıradan bir dönerciye dönüşmüş, insanın ağlayası geliyor. Dekorun zerresi kalmamış, ne içinde pastaların ve artık dünyamızda olmayan eski sahibinin deyimiyle konfiseri ürünlerinin olduğu vitrinler, ne buzlu cam tablalı masalar ne de o özel yaptırılmış kabartma flamingo desenli bakır levhalar var. Bir nevi Markiz'in kaderini paylaşmakta ama en azından orada dekor korunmuş. 

Ben şimdi penceremden kaldırım çalışmasına bakıp seneye nerelerin yokolacağına ya da giderek daha çirkinleşeceğine yanadurayım. Sizlere her ne yapıyorsanız kolay gelsin. Bizim caddenin ahvali budur bu aralar:



9 Ağustos 2015 Pazar

PAZARLARDAN BİR PAZAR

Sabah tangırtılar, gümbürtüler, lastik sesleri ile açtım gözümü anladım ki belediye fazla mesai yapıyor, Cumartesi, Pazar dinlemiyor. Sağolsunlar beni mahrum etmemek için kaldırımları yenilemeyi Ankara'da olduğum zamana denk getirmişler, minnet borçluyum. Sıcağın tavan yaptığı şu günlerde tozdan ve gürültüden bir nebze korunmak için kapı-pencere tıkalı oturuyoruz. Cadde belediyenin makine parkına dönmüş durumda. Dozerler, kepçeler, kamyonlar, adını bilmediğim örümceğe ve robota benzeyen bir sürü araç günlük manzaramız haline dönüştü. Şimdilik karşı kaldırımı seyreyliyoruz, apartmanın önüne sıra gelince halimiz nic'olur düşünmek bile istemiyorum. Tek umudum ağaçlara zarar vermeden, tez zamanda yenilenmiş kaldırımlara kavuşmak.

Sabah gürültüyle uyandım, bilgisayarı açınca gürültüye üzüntü de eklendi. Fikrem Otyam vefat etmiş. Onu yazılarından tanıdığımda küçücük bir kızdım. Babam kimi zaman katlayıp ceket cebine dikey yerleştirerek, kimi zaman üstten fermuarlı siyah çantasına koyarak hilafsız her akşam Cumhuriyet gazetesiyle birlikte gelirdi eve. İlk iş yanına oturup 2. sayfanın altındaki çizgi bant Profesör Nimbus'a bakar ve yazısız olduğu için anlamadığım günlerde babama yorumlatırdım. Profesör Nimbus kel kafasındaki tek tel saçı soru işareti şeklinde olan, üzgün suratlı, yaşlı bir adamdı ama ben onun şaşkınlıklarına bayılırdım. Nimbus sonrası diğer çizgi bantlara da bir göz atar ve yaşımın çok üstünde olan tefrikalara, dizi yazılara dalardım. Eve giren gazetenin düzeyinden dolayı mecburi bir kültürel faaliyetti bu. İşte Fikret Otyam da "Gide Gide" yazılarıyla girmişti hayatıma. Sonraları, üniversite yıllarında kitaplarını edinecek, köşe yazılarının takipçisi olacaktım. Doğuyu, Güneydoğuyu, Anadolunun bilmediğimiz köşelerinin gerçeklerini sayesinde öğrenecektim. İzmir Caddesi'ndeki Alman Kültür Derneği binasının girişindeki sergi salonunda ilk kez resimleriyle tanışıp sergiyi gezmelere doyamayacak, o koca gözlü kadınlara hayran olacaktım. İlerleyen yaşlarında, fiili gazeteciliği bıraktığında Antalya'ya yerleşti Otyam, Gazipaşa adıyla anılır oldu. İçimizden biri, komşumuz gibiydi, yeşil ışıkta rastlaşırsak selamlaşır, sinema lobilerinde iki çift laf ederdik. Birkaç yıl önce bir sanat galerisine adını vermişti belediye, sergi açılışlarına ihmal etmez hep katılırdı, kaç kez tekerlekli sandalye ile, kolunda serumla açılış yaptığına şahidim. Sözün özü iyi bir fikir ve sanat adamını yitirdik, giderek ıssızlaşıyor, öksüz kalıyoruz. Huzur içinde uyusun, koca gözlü kadınları, keçileri, kitapları hep hatırlatacak, sevenleri O'nu hiç unutmayacak.