.

.
.

30 Kasım 2015 Pazartesi

ÖZETLE

Bırak sarılıp koklaşmayı doğru dürüst görüşemeden bile sonbahar geçip gider oldu. Hayatımın son bir buçuk ayının baş kahramanları hastane, doktor, hemşire, ilaç, sonda, serum vs idi, halen ara sıra sahneye çıkıp rol çalıyorlar. Antalya'dan Ankara'ya geldiğimizde arkamda mis gibi bir şehir, yazdan kalma günler bırakmıştım, tek bir sarı yaprak bile yoktu ağaçlarda. Ankara bizi pastırma yazıyla karşıladı sağolsun, biz hastanede üç cepheden kuşbakışı Ankara'yı izlerken sonbahar geldi de gidiyor bile. Fırsat bulup sokağa çıktıkça şehrin kendine özgü sonbaharını izlemeye, gözlemeye çalışıyorum. Gönül aheste beste yapraklardan halı serilmiş kaldırımları arşınlamak, parklarda ağaç altlarında yürümek, sarıdan kırmızıya bir renk cümbüşü oluşturmuş tabiatı gözleriyle içmek istiyor ama şartlar uygun değil. Oysa ne kadar tanıdıktır Ankara'nın sonbaharı; atkestanelerinin hareli, meşelerin yanık kahverengi, akasyaların limon sarısı yaprakları toplayıp ceplerime doldurma, eve götürme isteği uyandırır her zaman. 


Ankara'nın hemen tüm bahçelerinde ateş dikeni çalıları var, sonbaharda canlanıp gümrahlaşıyor, kırmızı topcukları insanın içini neşeyle dolduruyor.


Hasta bakımı ve nezaretiyle uğraşırken ara ara kaçamaklar yapmıyor değilim, yoksa ruh sağlığım elden gidecek. Snoopy ve şürekasına olan tutkumu biliyorsunuz, haliyle filmini kaçırmak istemiyordum. Çocuklarım sağolsun elimden tutup annelerini götürdüler sinemaya, Snoopy'yi izletip mutlu ettiler :)


Sonra bir sergi kaçamağı yaptım, Gazi Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi'nin yıllık sergisini gezdim Çağdaş Sanatlar Merkezi'nde. 




Her yıl bu vakitler Antalya'da Altın Portakal Film Festivali koşturması yaşar, o sinema benim, bu sinema senin seyirtir dururdum. Bu sene kısmet olmadı ama baktım Ankara'da Gezici Festival var, 2-3 film izlesem kardır diyerek bilet almaya koşturdum. Dün ve bugün birer film izledim, her ikisi de çok güzeldi.


"Annemle Geçen Yaz" bir Brezilya yapımı. Sınıf çatışmalarını eğlenceli ve güncel bir dille ele almış, oyunculukları çok iyi olan bir filmdi. Zaten yabancı dilde Oscar adaylığı varmış Brezilya'dan. 


Bugün izlediğin "Paulina" ise adalet ve fedakarlık konularını sorgulayan siyasal gerilim içerikli bir Arjantin filmi idi. Onu da çok beğendim. 

Bunların dışında en çok vakit ayırdığım şey okumak. Hastaneden taburcu olduğumuzdan beri Yıldız Kenter'in yaşamöyküsünü, Melisa Kesmez'in "Bazen Bahar"ını, Sezgin Kaymaz'ın "Sevinç Kuşları Üçlemesi"nden "Deccal'ın Hatırı" ve "Kısas"ı okudum. 

Benim cephede durumlar böyle; biraz durgun, biraz sıkkın, yer yer parçalı bulutlu, hastane soslu, ara ara nefes aldıran kaçamaklı ve bolca Antalya ve ev özlemli. Ne diyelim sağlık olsun da bunlar da geçer...

20 Kasım 2015 Cuma

HASTANE GÜNLÜĞÜ 5

Dün akşam itibarıyle taburcu olduk. Babam oldukça iyi, umarım böyle devam eder. Dikiş aldırma ve kontrol için yine hastane ziyaretimiz olacaksa da evde olmak şahane.

Asansör önünde dakikalarca dikilip yine de binmeye muvaffak olamayarak 9. kat merdivenlerini tırmanmayı, hoparlörden gelen "asansör yukarı yönde hareket etmektedir" diye biteviye söylenen mekanik kadın sesini, kahvelerin ekşimsi tadını, günde üç defa kapıda görünen maskeli, boneli yemek dağıtıcılarını, her ara öğünde sunulan kireç tadındaki yoğurdu, diyabetli hastaya neredeyse günaşırı çıkan pirinç pilavı, bezelye, havuç salatası bileşiminden oluşan karbonhidrat bombası menüyü, dezenfektan kokusunu, idrar dolu sonda torbalarını, deli gibi yanan kaloriferleri, esasen güzel olan ama hastane duvarına yerleşmek talihsizliğine uğradığı için bakmayı bile canımın çekmediği seramik panoları, gece zorla açıp sabah bir türlü kapatamadığım refakatçi koltuğunu, gözümün içine giren sabah güneşini, başka zaman olsa bayılarak seyredeceğim kıpkızıl gün batımını, uykusuzluktan yanan gözlerle kitap okumaya çalışmayı, merakla oda kapısından bakan refakatçileri, kısacası hiçbir şeyi özlemeyeceğim. Umarım onlar da bizi özlemez. Cümleten sağlıklı günler diliyor, arayana, sorana, merak edene, ziyarete gelene, telefon edene, mesaj atana, yorum bırakana, yardımıma koşana iyi ki varsınız diyor, çok teşekkür ediyorum...



18 Kasım 2015 Çarşamba

HASTANE GÜNLÜĞÜ 4

Az evvel nöbeti kızkardeşe devredip  geldim. İlk işim hastaneyi üstümden atmak oldu, kendimi uykunun kollarına bırakmadan önce güncel hayattan kopmamak adına iki satır yazayım istedim. Hani "burama kadar geldi" derler ya, derlerken de boyun civarında bir yeri gösterirler, tam da o hallerdeyim, hatta burun hizasına kadar çıkmış olabilirim. Hastane kokusundan, mavi, beyaz, kırmızı üniforma görmekten, ilaç, serum, sonda takibi yapmaktan, idrar ve kan görüntülerinden, günde onlarca kere el yıkamaktan, kafeteryadaki kahvenin madeni tadından, en alt seviyeden en üst seviyeye azar işitmekten-evet 3 gün önce çöpleri toplayan görevli bile geri dönüşüm kutusuna pet şişe attığım için azarladı beni, neymiş onu yeni boşaltmışmış, elindeki konteynere atmalıymışım, sustum valla-3 değişik pencereden gördüğüm Ankara manzaralarından bıktım, usandım, sıkıldım. Ömrümün geri kalanı hastanede geçecekmiş gibi hissediyorum, tek yapabildiğim okumak ama gecenin belli bir saatinden sonra uyku galebe çalıyor. Lakin hastamız çok hareketli, onu kontrol etmekten uyuyabilmem mümkün olmuyor, zaten kendi yatağında bile çok zor uyuyan bir insanım. Ne diyeyim bunlar da geçer, neyse ki hastamızın durumu iyiye doğru gidiyor, umarım tez zamanda taburcu oluruz. 

Yan odada yaşlıca bir karı koca yatıyor. Dün gece babama geçmiş olsun ziyaretine geldiler, kadın meraklı biri. Hemen "kardeşin yok mu?"diye sordu, "2 kardeşiz dedim, ben olmadığımda kalan kızkardeşim". "Onu biliyorum" dedi, "kardeşin yok mu?" Meğer oğlan kardeşimiz yok mu diye sorarmış, bizi beğenmedi :) "Yok" dedim pek üzüldü, "olsa babanıza bakardı" dedi. "Biz de bakıyoruz" dedim, "olsun o başka" dedi. Sonra daha derin sorgulama başladı: "Nerde kalıyorsunuz?" "Evimizde". "Kimin evi?" "Babamın". "Kat mı, gecekondu mu?" "Kat". "İyi" dedi, "baban ölünce iki bacı paylaşırsınız". Babam sağken miras paylaşımı yaptığına göre gider diye bekledim ama yüzümdeki ifadeden kızdığımı anlamış olacak ki "Aman" dedi, "dünya malı dünyada kalır". Onlar gidince hemşire bankosundan bağırışlar gelmeye başladı. Epeyce yaşlı ve huysuz olduğu yüzünden belli bir erkek hastanın kanı alınırken sanırım damar zor bulunmuş ve biraz kanlı olmuş işlem. Adam ortalığı ayağa kaldırdı: "Ben buraya para verdim, işinizi doğru yapın". Allah hastanın da hayırlısını versin demek geliyor böyle durumlarda. Çok sayıda erkek sağlık görevlisi var nöbete kalan. Bu sabah doktorun biri alışkanlıkla "hemşiranım" diye seslenir seslenmez farkına vardı ve "hemşire bey" diye düzeltti, çaktırmadan çok güldüm. Bunlar da olmasa at kendini en üst kattan :)

Şimdi ben biraz uyumak istiyorum, günlüğün umuyorum ki son bölümünde görüşmek üzere. Şuraya bir sonbahar manzarası bırakıp gideyim, Kurtuluş Parkı'ndaki çok sevdiğim "Kuşlu Kadın" heykeli eşliğinde:


14 Kasım 2015 Cumartesi

HASTANE GÜNLÜĞÜ 3


Ankara'ya sonbahar iyiden iyiye gelmiş, bugün emin oldum. Hastane günlerimizin 12.sinde nöbeti kızkardeşe devredip minibüsle eve dönerken önünden geçtiğim Kurtuluş Parkı'nın renkleri öylesine cezbetti ki beni ikindi üstü tüm yorgunluğuma rağmen ufak bir yürüyüş yaptım, nasıl iyi geldi anlatamam. Geldim geleli ev ve hastane dışında bir yere elim, gözüm değmedi. Evi otel, hastaneyi ev gibi kullansak da ikisi de eğreti duruyor. Dışarıda şaşırtıcı bir pastırma yazı hüküm sürerken biz hastanenin alabildiğine yanan kaloriferlerinin ısısından korunmak için pencereleri açıyoruz. Hastalar ve refakatçileriyle küçük bir mahalle gibiyiz. Yavaş yavaş herkes birbirini, hastalığını, ne kadar süredir orada olduğunu tanıyıp öğreniyor. Sabah kahvaltı faslı bitince sondasını kucaklayan kimi kendi başına, kimi refakatçisinin kolunda koridorda turlamaya çıkıyor. Kostümler çeşitlilik arzediyor; kimi cıbıklı pazen picama, kimi eşofman, kimi pijama üstü kumaş yelek ve kasket giyiyor. Hatta bir tanesi çiçekli bir etekle yaptı yürüyüşünü iki gün boyunca (sözkonusu kişi erkek tabii ki). Zorunluluk insanı ne hallere sokuyor. 

Babam perşembe günü ameliyat oldu, öncesinde bir kan temini krizi yaşadık. Ameliyat tarihi son anda belli olunca ve kolaylıkla temin edebileceğimiz Kızılay Kan Merkezinin kanı istenmeyip donör zorunluluğu olunca panikledik. Hastanelerde ameliyat öncesi böyle bir prosedür var, hastaya kan verilse de verilmese de 3 ünite kan temin etmek mecburiyetindesiniz. Annemin deyimiyle "ayağı yanmış it gibi" koşturdum kan merkezi ile hastane arasında. Sonunda çareyi Facebook arkadaşlarından yardım istemekte bulduk. Sağolsunlar, bizi çok mutlu eden geri dönüşler aldık dostlardan. Hele ki blog arkadaşım Nehir İda , birbirimizin yüzünü görmemiş olsak da anında yardımını esirgemedi benden. Eşi donörlerimizden biri oldu, kendisi de akşamın geç saatinde yanıma gelip bana destek verdi. Hiç unutamayacağım bir jestti bu, sağolsun varolsun, insana inancımı, güvenimi tazeledi. Böylece sorunu çözdük, ameliyat sonrası babama verilen 2 ünite kan belki onlarınki değildi ama onların emekleri ve gayretleri vardı. 


Gün hastane penceresinden görkemle batarken babam da sedyeyle odasına getirildi ameliyathaneden. Anestezinin etkisiyle şaşkındı tabii ki, 2 gün devam etti yorgunluğu ve huzursuzluğu. Bugün iyi, doktorların söylediğine göre ameliyat başarılı, gidişat da şimdilik öyle gösteriyor. Umarım taburcu olduğumuzda sorun tamamen çözülmüş olur. 

Hastanenin sıkıcılığında babamla ilgilenmenin dışında yapabildiğim tek şey okumak. Şimdiden 5 kitabı devirdim. Ekin Açıkgöz'den "Her İşte Bir Hayır Vardır" isimli bir polisiye, Harper Lee'nin aslında ilk, yayında son kitabı olan "Tesbih Ağacının Gölgesinde", yazarı hamil-i kart yakinim olan :) "Uzak Şehir" çizgi romanı, Ayşegül Devecioğlu'nun son romanı "Ara Tonlar", bir Celil Oker polisiyesi "Sen Ölürsün Ben Yaşarım" hastane anılarıya aklımda kalacak kitaplar olacak. Elimde ise Sarah Quigley'in "Orkestra Şefi" isimli romanı var. Aslında Soştakoviç'in "Leningrad Senfonisi" eşliğinde okunacak bir kitap ama kader utansın, hastane koşulları elvermiyor. 

Hastanenin her penceresi ayrı bir Ankara manzarasına bakıyor, odamızın bol binalı hastane manzarasından bıkınca Kocatepe Camii-Atakule ya da Anıtkabir manzarasına geçiyoruz, seç, beğen, al pardon seyret :)


Ama ben bir an önce taburcu olmak ve aşağıdaki manzaraları seyretmek arzusundayım. Haksız mıyım?






6 Kasım 2015 Cuma

HASTANE GÜNLÜĞÜ 2


Ankara'daki hastanede 4. günümüzü doldururken tecrübelerim giderek artıyor. Dün bütün günü, bir gün önce söylenen ufak müdahalenin yapılmasını bekleyerek geçirdik, sonra farkettik ki unutulmuşuz. "Geç olsun, güç olmasın" dedik, demesek ne olacaktıysa :) Babam sabırla yatağında sondası eşliğinde bekliyor. Arada bir Nedim'den şiirler okuyor yatmaktan tıkanmış burnundan gelen bir ses tonuyla :)

"Bir safa bahşedelim gel şu dil-i nâşada 
Gidelim serv-i revânım yürü Sâdabad'a
İşte üç çifte kayık iskelede âmade
Gidelim serv-i revânım yürü Sâdabad'e

Gülelim, eğlenelim, kâm alalım dünyadan
Ma-i tesnim içelim çeşme-i nev peydadan
Görelim ab-ı hayat aktığın ejderhadan
Gidelim serv-i revânım yürü Sâdabad'e"

Şiir okumak dışında, her gelen hemşireye, hastabakıcıya ve görevliye önce adını, sonra nereli olduğunu soruyor. Şimdilik Söke, Çorum ve Çankırı dolaylarından hizmet almaktayız. Dün geceyi onunla birlikte hastanede geçirdim. Biraz evvel nöbeti kızkardeşe devredip biraz dinlenmek için eve geldim. Kendimi hastaneden arındırdıktan sonra kısacık da olsa normal hayata dönüş molası verdim, blog yazıp biraz internette turladıktan sonra kendimi yastığıma ve yorganıma emanet edeceğim. Babam nasılsa kızkardeşe ve Türk doktorlarına emanet. 

Hastanelerde geceler bir başka alem, daha hüzünlü, daha sıkıcı, daha yorucu. Babam saat dokuza doğru yatmaya karar verdi, benim de yatmamı istedi ama pabuç bırakmadım. Lakin ışığı söndürmemi isteyince o uyuduktan sonra kitabımı alıp servisin lobisine geçtim. Daha koltuklara yaklaşmadan hırıltılı bir sesin söylediği Urfa dolaylarından bir bozlak çalındı kulağıma. Ses kolonun ardındaki koltuktan geliyordu, sahibi de kötücül bakışlı, haylı kırışmış, iri yapılı bir yaşlı adamdı. Beni görünce sustu, karşısına oturup başımı kitabıma eğdim korkutucu bakışlarını görmeyim diye :) Derken sondasını poşete yerleştirmiş bir başkası göründü, adam Şener Şen'in ikizi adeta. Bir gün önceki kadın olsa "Şener Şen'in aynısından Üroloji'de var" derdi :) Bir de Keje bulsak "Eşkiya"nın devamını çekebilirdik esasen. Baran aslında ölmemiş, çatıdan düşünce böbrekleri hasar almış, Üroloji servisine tedaviye gelmiş, eski hasımlarından biri bozlak söyleyerek onu ararken Keje gelir pansumanını yapar falan şeklinde bir senaryo uydururduk. Ne çeksen gidiyor nasılsa :)

Bizim odanın olduğu blok çok gürültülü, yandaki odaya sürekli kalabalık gruplar halinde ziyaretçiler geliyor ve geç saatlere kadar sohbet ediyorlar. TV'ler son ses açılıyor falan, hastaneden ziyade kıraathane ya da altın günü havası var ortamda, bir bakıma iyi, insan kendini normal hayatta imiş gibi hissediyor. Uyumak isteyen hastaları saymıyorum tabii ki :)

Hayli rahatsız, babamın sık sık uyanması nedeniyle uykusuz ve sıkıntılı gecenin sonunda aynaya bakınca kendimi tanıyamadım. Kirlenmiş saçlarıma iki tarak atıp, babamın kahvaltısını ayarladıktan sonra Kardiyoloji'nin önerdiği EKO çekimi için randevu almaya servise indim. 9. kattayız ve asansöre binebilmek bir mucize, o nedenle sürekli merdivenleri kullanıyorum. İnmek neyse de çıkmak arızalı dizlerim için ilaç yerine geçiyor adeta. Bu diz benden normale dönünce intikamını fena alacak diye düşünüyorum. EKO'daki sekreter pek havalıydı, hafif tertip azarlandım, süngüsü düşmüş bir şekilde geri döndüm, yağlı saçlarımı, solgun yüzümü ve çökmüş gözaltlarımı beğenmemiş olabilir :) Çekim işlemini kızkardeşe havale edip bir daha gözüne görünmedim. Kirlileri toparlayıp yarın sabaha kadar vedalaştım. Umarım yokluğumda çıkacak sonuçlar beklediğimiz gibi olur. Hastane dolaylarından yeni anekdotlarda görüşmek üzere diyor ve uyumaya gidiyorum...

4 Kasım 2015 Çarşamba

HASTANE GÜNLÜĞÜ

Geçen yazımı okuyanlar biliyordur, bu aralar babam rahatsız, bir ameliyat olasılığı var. Bir süre İzmir'de hastanede yattıktan sonra sonuç alamadığımız için seçim nedeniyle Antalya aktarmalı Ankara yaptık. Ankara'ya gelişimiz ayrı bir maceraydı zaten. Yola çıkmadan önce tıkanan sondasını bir özel hastanenin acilinde açtırmıştık ama henüz yolun üçte birini almadan sonda bize yine bir numara çekti. Şehirlerarası yolda bir kez daha tıkandı. Çaresiz direksiyonu Keçiborlu Devlet Hastanesi'ne kırdık. Büyükçe bir apartmandan hallice, oldukça da bakımsız hastane bana Ayfer Tunç'un "Bir Deliler Evinin..." isimli romanındaki hastaneyi hatırlattı. Neredeyse ıssız denecek boşluktaki hastanede bizi güvenlik görevlisi karşıladı babamın koluna girerek acil servise götürdü. Orada iki genç, kadın acil teknisyenine halimizi anlattık. Görevli doktoru çağırdılar. Orta yaşlarının başında bir aile hekimi kadın çıktı geldi. Gerekli talimatları verdi ve 3 gün önce üniversite hastanesinde iki asistanın 2 saate yakın uğraşarak binbir güçlükle ve babamı adeta helak ederek taktıkları sondayı 5 dakikanın içinde şıpın işi değiştirip gerekli ayakta tedaviyi de uyguladıktan sonra güler yüzle yolcu ettiler. Demek ki yetkin kişilere denk geldikten sonra kurumun büyüklüğü küçüklüğü hiç önemli değilmiş. Olur ha, tesadüfen  okurlarsa isimlerini bilmediğim o görevli sağlık personeline kocaman teşekkürlerimi bir kez de buradan yollarım. 

Dün Ankara'da bir hastaneye müracaatla babamı tekrar yatırdık. Gerekli tetkik ve tahlillere başlandı, henüz son durum netlik kazanmadı ama ben 2 günde hastaneler konusunda bir sürü tecrübe kazandım. Tek kişilik özel bir odada kalıyoruz. Babamın yatağı dışında açılabilen tek bir koltuk var. Sırayla oturuyoruz :) Penceremiz başka bir hastaneye ve o kadar yüksekten bakılınca minyatür oyuncak arabalara benzeyen araçların parkettiği bir otoparka bakıyor. Doktorları ve hemşireleri tanıyabiliyoruz ama diğer görevlileri giysilerinin renklerinden seçiyoruz. Kazara farklı renkten diğer rengin hizmetini istersek kendileri tarafından ilgili renge yönlendiriliyoruz :) Bugün babamı konsültasyon için polikliniğe indirmem gerektiğinde tekerlekli sandalye istediğim kırmızı giysili mavi giysililere başvurmamı söyledi mesela. Beis yok, yavaş yavaş renklerin gizemini çözüyorum. Bir de şöyle bir durum var, kazara farklı renk diğer rengin işini görürse-mesela kırmızı mavinin görevini yerine getirirse rica üzerine-o işi yaptıktan sonra kapı önünde oyalanıp gereksiz açıklamalarda bulunuyor. Bunun Türkçe'ye tercümesi ise "yani ben biraz yoruldum, cebime doğru yapılacak ufak bir çalım dinlenmemi sağlar" şeklinde. İçinizden bu tarz davranışlara prim vermemek geçse de yazılı olmayan kurallar gereğince o çalımı yapmak zorunda kalıyorsunuz. Aksi halde bırak primi fazla mesai bile hayal :) 

Neyse bin güçlükle tekerlekli sandalye temin edip bin güçlükle asansörde yer bulduktan sonra Anestezi Polikliniğinin önünde 3 saat sıra bekledik. Haliyle bekleme hallerinin ritüellerini de yerine getirdik. Yanımızda oturan iki adamdan yaşlı olanı bana dönüp: "Sen Samsunlu musun?" dedi. "Değilim, nerden çıkardınız Samsunlu olduğumu" diye sorunca da "Samsunluca konuşuyorsun da ondan" dedi. İçinizde Samsunluca bilen var mı? Nasıl bir dildir? Kulağı ağır işiten babamın sorduğu sorulara duysun diye bağırarak cevap verince bir diğeri "Babana bağırma" diye uyardı sağolsun. Kahve almak için kafeteryaya gidip döndüğümde rastladığım bir kadın ise beni babamın karısı sandı :) Meğer başka biriyle karıştırmış, "babanızın aynısından Nöroloji'de de var" dedi, hahaha :)

Kısacası yorgun, üzgün, huzursuz ve endişeli olsak da gülecek bir şeyler bulabiliyoruz. Taburcu olana kadar daha neler göreceğiz kimbilir. Aşağıdaki fotoğraf mı? O da servisin gün batarken Ankara manzarası...




1 Kasım 2015 Pazar

HAYAT İŞTE, NE YAPACAĞI BELLİ OLMAZ

Aslında size geçen hafta zeytin toplamak için gittiğimiz kasabadaki şu güzelliklerden bahsedecektim:


Bu şirin keçiden,


Bulutun, jet izinin, ağaç formunun birbirine karıştığı bu pastoral görünümden,



Ve topladığımız yeşilli-karalı zeytinlerden. Gel gör ki evdeki hesap çarşıya uymadı. Babamın rahatsızlanıp hastaneye yattığını duyunca apar topar İzmir'e yollandık. Hayli endişeli bir yolculuk olduğunu tahmin etmişsinizdir ama yine de yer yer gülümseten manzaralara da rastlamadım değil. Görür görmez kahkaha attıran ilk görüntü şuydu; Korkutelimizin medar-ı iftiharı mantarın devasa boyuttaki post modern heykeli, yapan eller mantar hastalığı görmesin :)


Henüz mantarın şokunu üstümden atamamışken Atça'da bir tele dizilmiş, yere doğru sarkan devasa boyuttaki çilek, karpuz ve incirden ödüm koptu. Herbiri hilafsız 2 metre çapında idi ve aralarında asla bir oran yoktu. Tüm uğraşılarıma rağmen fotoğraflarını çekemedim, kader utansın. 

Denizli'ye yaklaşırken verdiğimiz mola şu manzaraya karşı yemeğimi yiyip kahvemi yudumlarken orada geçirdiğim 2 yılın ve ilk öğretmenliğimin anılarını canlandırdı.


İzmir'e ulaştığımızda hava kararmıştı, hastaneye uğrayıp babamı ziyaret ettikten ve korktuğumuz kadar vahim durumda olmadığını gördükten sonra amcamızın evine yollandık. Geriye kalan 3 gün hastane koridorlarında doktor kovalayıp, bir türlü sonuç alamadığımız tıbbi faaliyetlerle geçti. Zaten tatildi, hastane gayet tenha, doktorlar da izinli idi. Son uğraşıdan da olumlu bir netice çıkmayınca babamı alıp Ankara'ya gitmeye karar verdik. Yorgunluk, üzüntü ve endişeyle geçen 3 günden geriye birazcık nefes aldığımız şu görüntüler kaldı:



Babayı kapıp arabaya attık ve vatandaşlık görevimizi ihmal etmemek için önce Antalya'ya uğradık. Malum yarın seçim var, koyvermedik oy vermeye geldik. Daha sonra yolculuk Ankara'ya. Dilerim hem seçim sonuçları, hem de babamın sağlık durumu yüzümüzü güldürür. Haydi rastgele...