.

.
.

30 Haziran 2016 Perşembe

SEYAHAT GÜNLÜĞÜ 5

Not: Ben bu yazıyı o elim patlama yaşanmadan önce yazmış ve otomatik yayınlama tarihi ayarlamıştım. Bu ülkede üç günlük keyiflerin kalıcı olmayacağını, her an yaşanan bir olayla yüreklere yumruk gibi bir acının oturacağını bilmem gerekirdi ama umut ve iyiniyet işte. Altüst olmuş bir ülkede altüst olmuş hayatları tesadüfen yaşıyoruz artık, mevlam encamımızı hayreyleye...

Kısıtlı gezimiz sırasında doyamadığımız Xanthi ve akabinde uğradığımız Porto Lagos'tan sonra Gümülcine'ye doğru yola koyulduk. Kısa süre sonra girdiğimiz şehir tartışmasız bir gerçeği daha ilk anda yüzümüze vurdu: burada Türkler çoğunlukta. Sanki geldiğimiz yer Yunanistan'ın bir kenti değil de Orta Anadolu'da bir şehirdi. Binaların biçimi değişmiş, minareler gökyüzüne yükselmiş, dükkanlarda satılanlar bilindik şeyler olmuş, insan çehreleri tanıdık gelmeye başlamıştı. Şoförümüz arabayı çay bahçesi benzeri bir yerin önüne parketti. Burası Gümülcine Türk Gençler Birliği imiş. Eşim yola çıktığımız andan itibaren hasret kaldığı çaya kavuşurken biz de masalarda frappelerini yudumlayan gençlerin yaş ortalamasının 80 civarında olduğunu tesbit etmekteydik :)


Gençleri frappeleriyle başbaşa bırakıp, sohbeti koyultmak isteyen bir başka genci de zor bela savuşturup Gümülcine (Komotini) sokaklarını keşfe çıktık.


Bu graffiti ilk anda karşımıza çıktı ve gözümüze pek sevimli görünmeyen şehir hakkında umut verdi. Dolaştığımız sürece birkaç duvar resmine daha rastladık ama hiçbiri bu kadar güzel değildi.


Gümülcine de Xanthi ve Kavala kadar sakindi hatta daha bile ıssızdı. Gezimizin Yunanistan'ın bayram tatiline rastlamasının yanısıra Yunan halkının öğleden sonra saatlerini siesta ile geçirmesinin de bu tenhalıkta rolü olsa gerek. Dükkanların neredeyse tamamı kapalıydı.




Fotoğraflardaki kahve, tuhafiyeci ve börekçi pekala Çorum'da, Niğde'de, Yozgat'ta olabilirdi değil mi?




Camiler ve güvercinler...


Çok yeşil değil şehrin içi ama bazı sokaklar böyle sürprizli.



Görebildiğimiz bazı ilginç binaları fotoğraflıyoruz.


Genç arkadaşlarımızın yanına dönerken açık bulduğumuz pastane-kuruyemişçi karışımı bir dükkana girip kahve ve karyoka alıyoruz. Karyoka bu dolaylarda satılan bir tür çikolata, tadı az şekerli çikolatalı browniye benziyor.

Gezimizin son demlerine yaklaştık. İstikamet Alexandropolis (Dedeağaç). Makri köyünden geçerek gidiyoruz şehre, akşam yaklaşmış, insanlar motellerin, yazlıkların balkonlarında keyifteler. İlginç olan sahillerin bomboş oluşu, otel, tesis falan doldurmamışlar bizdeki gibi, tüm kıyılar bakir. Dedeağaç'a geldiğimizde ilk kez kalabalıkla karşılaşıyoruz-ki o da aşırı değil-siesta saati bitmiş olsa gerek. Bizdeki orta halli sahil kasabalarını andırıyor burası. Sahil, cadde, binalar ve paralelinde barlar sokağı. En işlek, en merkezi caddesi Demokrasi Caddesi adını taşıyor ve tam ortasında 2. Abdülhamit döneminde yaptırılmış bir deniz feneri var.



Kentte ayrıca Demokrasi adıyla bir üniversite ve aynı adda havaalanı var. Bir cafede frappe içiyoruz, Kavala'dakinin tadı yok, sıradan.




Cadde boyu dolaşıyor, ara sokaklara giriyor, birkaç hediyelik eşya mağazasına dalıp magnetleniyoruz.



a

Kim olduklarını ve ne amaçla dikildiklerini anlamadığımız heykellere bir selam çaktıktan sonra Yunanistan'a veda zamanı geliyor. aracımıza atlıyor ve çok geçmeden sınırdan Edirne'ye giriş yapıyoruz. Misafirhanemize dönerken ellerimiz sivrisinek konuklarımız için mamalarla dolu. Yağma yok, bu gece kendimizi yem etmeyeceğiz onlara.

Bitmedi...

28 Haziran 2016 Salı

SEYAHAT GÜNLÜĞÜ 4

Kavala'dan ayrılıp İskeçe'ye doğru yola koyulduk. Kırmızı ışıkta beklerken yol kenarlarında ve bazı bahçelerde karşımıza çıkan sunakların satış yerine rastgeldik. Bizdeki testiciler, sepetçiler gibi bunlar da yolüstünde satış metaları olsa gerek.


Kızkardeşle benim fotoğraf konusundaki ilgimizi farkeden şoför-rehberimiz bizi yönlendirmeye başladı, "şurayı da çekin, burayı da çekin" diyerek. Bazılarını duymazdan gelsek de bazen hatrını kıramadık. İki yanı zakkumlu bir yola girince o kadar ısrar etti ki Antalya'da zakkuma doymuş olsam da hatırı için fotoğrafladım:


İskeçe ya da Yunanca ismiyle Xanthi'ye ulaşmamız çok sürmedi, lakin burada kalma süremiz kısıtlıydı. Şehre girdik, şoför-rehberimiz arabayı aşağıdaki noktaya parketti ve "haydi gidip dolaşın" dedi, daldık ara sokaklara.


Şehir yeşillik, bol çiçekli ve sakindi. Bayram tatili nedeniyle halk kendini evlere kapatmıştı anlaşılan, cafelerin çoğu kapalı ya da bomboştu.




Yolun ikiye ayrıldığı yerde küçük bir şapel görüp daldık:




Sokakları arşınlamaya devam, keşke daha çok vaktimiz olsa. Xanthi'yi çok sevdik çünkü.






Çiçek sevmeye görün, nereye olsa dikilir, klozete bile :)




Süremiz doldu, koştura koştura araca döndük, öyle ki şehir merkezindeki saat kulesini bile arabanın camından çekebildim.

Xanthi'ye doyamadık. "Biz var yine gelmek" dedik ama ya kısmet tabii ki :) Yine düştük yollara, değişmez manzaramız ayçiçekleri eşliğinde.



Buranın adı Porto Lagos, küçük bir balıkçı köyü ve bir yanı lagün. Fotoğraftaki de Vistonida gölü ve üzerindeki adaya kurulmuş, karaya tahta köprüyle bağlanan Aya Nikolaos Kilisesi. Yürüyerek geçtik kiliseye.
Bizi gören din adamı mı, görevli mi olduğunu bilemediğim şahıs Türkçe nereden geldiğimizi sordu. alnımızda işaret var sanırım, gören herkes milliyetimizi sormadan otomatikman Türkçe konuşmaya başlıyordu. Meğer babası Kütahyalıymış ama Türkiye'ye hiç gitmemiş, bıraksak uzun uzun anlatacaktı ama vaktimiz kısıtlıydı, kilisenin içine bir bakış atıp tahta köprüyle bağlanan diğer adadaki Pantanassa Kilisesi'ne yöneldik.




Bu küçük kiliseye mucizeler kilisesi dendiğini sonradan öğrendik. Keşke bir dilek dileseymişiz :)



Hep telgrafın tellerine mi konar kuşlar, bazen de çan kulesine konar. Porto Lagos bir kuş cennetiymiş zaten.


Oyuncak sevimliliğindeki kiliseleri, Kütahyalı'yı, kiliseye gelir amaçlı satış mağazasındaki kara giysili, kara sakallı, kötü bakışlı papazı geride bırakıp sazlıkların arasındaki tahta köprüden aracımıza yöneldik. İstikamet Gümülcine ya da Yunanca adıyla Komotini. İzlemeye devam edin...

27 Haziran 2016 Pazartesi

SEYAHAT GÜNLÜĞÜ 3

Gezimizin üçüncü gününde erkenden uyanıyoruz. Daha doğrusu uyanmıyoruz, uyanıktık zaten. Edirne'nin cümle sivrisinekleri sabaha kadar hoşgeldin ziyaretine geldiler ama konukseverlikte bir yere kadar, telefon etseler yeterdi. Kızamık çıkarmışcasına kırmızı beneklerle bezenmiş olarak bindik bizi Yunanistan'a geçirecek araca. Rehber-şoförümüz konuşkan ve neşeli biri, konsepte uysun diye Yunanca şarkılar dinletirken geçtiğimiz yerler hakkında da bilgi veriyor. Sınırdan fazla zaman kaybetmeden geçiyoruz, farklı bir ülkede olduğumuzu içinden geçtiğimiz küçük kasabaların estetik görünümü, temizliği  ve devasa kiliseleri ele veriyor, onun dışında bildiğimiz Rumeli görüntüleri; ayçiçeği tarlaları, buğday başakları, ağaçlar, akarsular...



Ha bir de yol boyu sık sık rastladığımız, zaman zaman evlerin bahçelerinde de gördüğümüz minik sunaklar. Şoförümüz bunların kaza olan yerlere bir çeşit anma olarak dikildiğini söylüyor. Bazılarında fotoğraflar, çiçekler ve minik ikonalar var.


İç kesimlere girdikçe görüyoruz ki bunların üretimi bir sektör halini almış, zaman zaman karşımıza çıkan satış yerlerinde çeşitli şekil ve boyutlarda sergileniyorlar.

İlk uğrak yerimiz Kavala, Pazarkule sınır kapısı ile Kavala arası yaklaşık 3,5-4 saat kadar sürüyor. Yol güzergahı keyifli, sıkmıyor insanı. Sapsarı ayçiçeği tarlalarına yemyeşil ağaçlar eşlik ediyor. Dışarısı çok sıcak ama neyse ki araç klimalı, manzarayı izleyerek ulaşıyoruz Kavala'ya. Bir seyir terasında durup önce tepeden bakıyoruz şehre:


Hafif bir pus çökmüş Kavala'nın üstüne, bana biraz Marmaris'i hatırlatıyor kuşbakışı bakınca. Birkaç fotoğraf çekip araca yürürken şu tabelaya rastlıyoruz. Kıbrıs her iki millet için de yıllardır kapanmayan yara, levhayı Rumlar dikmiş ve muhtemelen Türk turistler yırtmış:


Döne döne inip merkeze ulaşıyoruz, şık bir sıcak var, şehir sabahtan tütmeye başlamış. İlginç bir ayrıntı benzin istasyonlarının evlerin altında olması, birkaç katlı apartmanın altında iki adet benzin pompası hizmete hazır bekliyor. O apartmanda yaşamak istemezdim doğrusu. Sahilde oyalanmıyor Kavalalı Mehmet Ali Paşa ecdadımızın Kavala'ya bıraktığı mirası görmek üzere tırmanıyoruz yukarılara doğru.


Şoför-rehberimizin dediğine göre Yunanlılar sık sık Türklere isyan ettiği için Mehmet Ali Paşa'yı çok seviyorlarmış. Belli oluyor zaten, heykeli, kiliseye dönüşmüş camisi, müze haline getirilmiş evi, araştırma merkezi ve adı verilmiş sokağı var, hepsi de gayet bakımlı. İmareti ise lüks bir otel haline dönüştürülmüş.



Günlerden Pazartesi olduğu için müze-ev kapalıydı gezemedik, ayrıca şansımıza Yunanlıların bayram gününe denk gelmişiz, sadece müze değil neredeyse her yer kapalıydı. Neyse ki kiliseye dönüşmüş Kavalalı Mehmet Ali Paşa Camii açıktı, girip gezdik:





Kavala'da çok parlak bir plaj yok, ya kayalıklardan giriliyor denize ya da taşıma kumla oluşturulmuş küçük plajlar var ama deniz pırıldak ve o sıcak havada çok davet edici görünüyordu:


Mehmet Ali ecdadımıza veda edip dar, merdivenli sokaklardan geçerek bir başka ecdadımızın kalıtını görmeye gittik: Halil Bey Külliyesi.




Bu gözler her yerde karşınıza çıkıyor ve ne yazık ki Türkan Şoray'a ait değil. Yine rehber-şoförümüzün dediğine göre bunlar da Kıbrıs'la ilgili olarak bizi kınıyormuş, zaten nasıl fena bakıyor gördünüz mü? Ayol o ok kirpiklere yazık :) Gözlerin bir de kanlı gözyaşı dökenleri var ki birazdan göreceksiniz. Ama bakmayın o kanlara, kötü bakışlara falan, bayağı dost canlısı, kibar insanlar, hele Türkiye'den göçmüş bir yakını olanlar neredeyse sevindirik oluyorlar bir Türkle karşılaşınca ve hemen Türkçe konuşmaya başlıyorlar.


Komşuyuz işte, pek çok şeyimiz benzeşiyor, işte minnak bir mahalle bakkalı, derde devadan gayrı her şey satılıyor.





Burası Halil Bey Camii, tabii artık cami olmaktan çıkmış, tabanındaki camlı bölümün altında eski bir Bizans kilisesinin kalıntıları var, kültürel etkinlik amaçlı kullanılmakta imiş.



Mavi bina ve yan tarafı külliyenin medresesi, artık burası da kültürel ve sosyal amaçlarla kullanılıyor. Mübadele zamanında mübadillere evsahipliği yapmış. Fotoğraftaki hanım Anna, bizi görür görmez hemen ilgilendi, Türkçe konuşmaya başladı. Dedesi Samsun-Bafra'dan  mübadil olarak gelmiş. Eşyalar ailesinden kalma, öyküsü tüm mübadele öyküleri gibi iç acıtıcı. Güleryüzlü Anna'dan zor ayrılıyoruz ve Kale'ye doğru dar ve yokuş sokaklardan tırmanmaya başlıyoruz.



Ter içinde ve nefes nefese tırmandığımız Kale'de konserler için hazırlanmış sahnenin ardında şehir legodan yapılmış gibi görünüyor. Hemen girişteki cafeye oturuyor ve kimimiz Greek caffee, kimimiz buraların en yaygın içeceği olan frappeyi ısmarlıyoruz.


Frappe su gibi tüketiliyor buralarda, kalede içtiğim şahaneydi, daha sonra Alexandropolis'de içtiğimse sıradandı, Yunan kahvesini ise denemedim, içenler Türk kahvesinden bir farkı olmadığını söylediler. Çay içmeyi zinhar aklınızdan geçirmeyin, sallama bile yok. Şaşıp yanılıp çay isterseniz ice-teayı dayıyorlar önünüze.



Oturup dinlendikten, frappeleri gövdeye yollayıp serinledikten sonra kaleyi keşfe çıkıyoruz. Daracık merdivenlerden ve geçitlerden geçerken sıkışacağımdan korktum, bir ara lavabo pompası ile sıkıştığım yerden çıkarılabilir miyim diye düşünmedim değil :) Yukarıda karşımıza çıkan manzara ise çıkarken çekilen eziyete değerdi:



Kavala Su Kemerleri 16. yüzyılda Kanuni Sultan Süleyman tarafından yaptırılmış, şehre ayrı bir hava vermekte, yanından geçerken kendinizi İstanbul'da, Valens Su Kemerlerindeymiş gibi hissedebilirsiniz.



Kale turu bitince acıktığımızı hissediyor ve eski limana iniyoruz. Rehber-şoförümüz bizi sahibi Türk asıllı olan "Balauro" isimli bir restorana götürüyor. Kapıda güler yüzle ve Türkçe karşılanıyoruz, bagajı açarken kestiğim parmağım için hemen kolonya ve yara bandı koşturuluyor.  Manzaramız enfes, ısmarladığımız yemekler de ama her şeyden önce personelin ilgisi harika:







Çok acıkmışız sanırım, gözümüz daha da acıkmış ki her şeyden çifter porsiyon ısmarlıyoruz, lokanta sahibi bizi uyarıp bazılarını teke indiriyor. Yemekler gelince görüyoruz ki gerçekten manasız bir şey yapmışız. Porsiyonlar öksüz doyuran cinsinden Kavala'da, ye ye bitmiyor. Fotoğrafta çekmeyi unuttuğum siparişler de var, mesela roka salatası ve kalamar tava, yiğenin köftesi. Türkiye'de tabağa kondurulmuş 5-6 halkaya fit olduğumuz için burada da aynı olacak sandık ama kalamar tabakları tepeleme geldi, öyle ki masadaki herkes kalamara bayılmasına rağmen yemek sonunda tabakta artan birkaç parça vardı. Kalamar da, ahtapot ta enfesti, fetalı Greek salatanın peyniri dışında bir numarası yoktu, bizdeki çoban salatanın iri doğranmışı. Lakin kabak kızartması olağanüstüydü, mutlaka denenmeli. Yine sofraya gelen iki koca sepet dolusu zeytinyağlı, kekikli kızarmış ekmekten artanlar mekan sahibi tarafından pat pat denize fırlatıldı. Kıyıda seyran eyleyen kefallere ziyafet çekmek işin raconundanmış, hep lokanta kedisi olacak değil ya, buralarda lokanta kefali var :) Alttaki üç tabak tatlı ve meyva ikram olarak yemek sonunda geldi. Ödediğimiz hesapsa euro cinsinden bile olsa şaşırtıcı derecede hesaplıydı. Lokantanın sempatik sahibi ve çalışanlarıyla vedalaşıp şehre geri döndük ve ufak bir tur için kendimizi ara sokaklara vurduk.


Aya Nikola Kilisesi ya da "Muhteşem Süleyman" dizsiyle ünlü olan Pargalı İbrahim'in Camii, restore edilerek kiliseye dönüştürülmüş.


Ve buyrun şaşkaloz gözlerden bu defa kanlı gözyaşları akıyor.


Kavala'da sokaklar sakin, trafik yavaş ve düzenli, sürücüler kurallara uyuyor, klakson sesi yok, yaya geçidine adım attığınız anda durup kibarca yol veriyorlar. Yani tıpppkı Türkiye :) Sakinliğin sebebi bayram tatili olabilir, dükkanların çoğu kapalı, açık olanlardaki esnaf uykulu ve ilgisiz. Sanırım ekonomik kriz onları bağlamıyor. Kurabiye, uzo ve magnet almak için girdiğimiz tüm dükkanlarda işi yavaşlatma eylemi var gibiydi, içlerinden "lanet olsun, ne güzel mayışıyordum, nerden çıktı bu müşteri" dediklerine eminim :)

Aslında daha gezebileceğimiz çok sokak arası vardı ama yolumuz uzun, uğrayacağımız şehirler fazla idi, veda ettik güzel Kavala'ya ve Xanthi (İskeçe)ye doğru yola koyulduk. Yarına kadar iyi gezmeler, pardon okumalar...