.

.
.

26 Haziran 2016 Pazar

SEYAHAT GÜNLÜĞÜ 2

Nerede kalmıştık? Ha evet, Selimiye Camii'ni ziyaret etmiş Eski Cami'ye doğru yürümekte idik, çok yakınlar zaten birbirlerine, geçerken aralarında bulunan Mimar Sinan'ın heykeline de bir selam vermeyi unutmuyoruz. 

Eski Cami daha cümle kapısından girerken beni büyülüyor. Ara Güler'in ünlü "Kadın ve Allah" fotoğrafından beri merak ederdim zaten, dış duvarda yer alan hatları görünce heyecanlanıyorum. 




İçerisi de en az dışı kadar etkileyici ve görkemli. Sütunlar ve duvarlar ünlü hattatlarca çizilmiş hatlarla bezenmiş.



Camiin yapımına Fetret Devri'nde 1400'lü yılların başında başlanmış, 1414 yılında Sultan Mehmet Çelebi zamanında bitirilmişb Camide 2. Ahmet ve 3. Mustafa kılıç kuşanmış, Hacı Bayram Veli de vaaz vermiş. Anısına vaaz kürsüsü imamlarca kullanılmıyor ve cuma hutbesi kılıçla okunuyormuş.




İtiraf etmem gerekirse Eski Cami bana Selimiye'den daha etkileyici geldi.

Eski Cami ziyaretini bitirdikten sonra-ki 2 gün sonra bir kez daha gelecektim-Ali Paşa Çarşısı'na yöneldik. Saraçlar Caddesi'ndeki 1560 yılında yaptırılmış bu bedesten sekiz girişli bir kapalı çarşı, iki taraflı dükkanlarda çok da ilgimizi çekmeyen ıvır zıvırlar satılıyordu. Birer magnet almakla iktifa edip Karaağaç'a gitmek üzere ayrıldık bedestenden. 


Niyetimiz faytonla gitmekti ama ortalıkta fayton göremeyince ve önümüzde duran dolmuşun Meriç kıyısına gittiğini öğrenince fayton gezisini dönüşe bırakıp hemen atladık. Çok geçmeden Meriç kıyısındaki çay bahçelerinden birinde çayımızı yudumluyorduk. 



Meriç ya da yaptıran sultan Abdülmecid'in adından hareketle Mecidiye Köprüsü olarak anılan köprünün yapımına 1842'de başlanmış ve 5 yılda bitirilmiş. Köprünün, ortasında yer alan köşkünün, ırmağın ve sürekli hareket halindeki kuşların seyrine doyulmuyor. 


Nehrin kıyısında çaylayıp serinledikten sonra arzu ettiğimiz faytonu bulup pazarlığımızı yapıyor ve sürücüsü Roman kardeşimizin açtığı oynak müzik eşliğinde Karaağaç'a doğru yola çıkıyoruz. Çay bahçesinin sahibine kalsaydık 5 dakikada yürüyerek gideceğimizi söylemişti, faytonla bile 15 dakikayı bulduk neredeyse. Zaten Edirne'de kime yol sorduysak yürüme mesafesinde dediler, iyi ki hiçbirine uyup yayan yola düşmemişiz, sıcakta menzile ulaşacağımız şüpheli olacaktı. 


Sürücümüz eşimle öyle iyi anlaştı ki atların dizginlerini ona emanet etti, ben bu fotoğrafı çekerken de birlikte çay içmekteydiler. Ayrılırken de hatıra olarak çakmağını hediye etti :)

Karaağaç yeşillik ve hoş bir yer, Edirne'de en sevdiğimiz mekanlardan biri oldu. Öncelikle eski istasyon binasını ziyaret ettik. Mimar Kemaletten Bey tarafından yapılan bina 1. Dünya Savaşı sonrasında Osmanlı sınırları dışında kalmış, Lozan Antlaşması sonucu Karaağaç Türkiye'ye verilince tekrar Türk sınırları içine girmiş ancak demiryollarının büyük kısmı Yunanistan dahilinde kalınca raylar sökülmüş ve gar binası da hizmet dışı olmuş. Günümüzde restore edilerek Trakya Üniversitesi Rektörlüğü olarak kullanılmakta imiş. 




İstasyon binasının olduğu alanda bir de Lozan Anıtı yer almakta, Karaağaç'ın antlaşma sonucu Türkiye'ye verilmesine bir şükran ifadesi olarak dikilmiş;



Fayton sürücümüz ve co-pilotu çaylarını içerken biz şöyle bir turluyor ve gördüğümüz güzel yapıları fotoğraflıyoruz.



Karaağaç gezimiz sona erince faytoncumuzla vedalaşıp şehre yürüyerek dönmeye karar veriyoruz. Meriç nehrini geçtikten sonra Tunca çıkıyor bu defa karşımıza köprüsüyle:


Tunca Köprüsü 1600'lü yılların başında Sultanahmet Camiinin mimarı Mehmet Ağa tarafından inşa edilmiş. Ardarda köprülerden geçerken Füruzan'ın kulaklarını çınlatıyor ve çok sevdiğim "Edirne'nin Köprüleri" öyküsündeki Hala Adile'yi anıyorum.

Görüş alanımızdan hiç çıkmayan Selimiye'yi seyrederek Kaleiçi'ne doğru yürüyoruz, yeni restore edilen Sinagog'u ziyaret etmek niyetindeyiz ama ne yazık ki vakit geç olmuş, dıştan bakmakla yetiniyoruz:


Sokaklar eski, tarihi dokusunu koruyan evlerle dolu, kızkardeşle fotoğraf çekmelere doyamıyoruz:





Yorulduk ve dahi acıktık, akşam menümüz yaprak ciğer. Ciğerci Mustafa Usta'nın esinti alan kapı önü masalarından birine yerleşiyoruz:



Esasen ciğer sevmem hatta yemem ama Edirne spesiyali olduğu için bu kez kuralı bozup yiyorum ve hiç sevmiyorum. Başka bir yerde daha iyi yapıyorlar mıdır bilemem ama benim derdim ciğerle, yanında gelen kızarmış kuru biber daha cazip geliyor mesela. Bu arada porsiyonların çok büyük olduğunu belirteyim, aşırı iştahlı biri değilseniz yarım porsiyonla bile çok rahat doyabilirsiniz. 

Karnımız doyup dinlendikten sonra Saraçlar Caddesi'ne doğru yürüyoruz. Burası trafiğe kapalı ve hayli kalabalık bir cadde. Göze hoş gelen binaların yanında kitsch harikası havuzlar, heykeller ve yapılar da var, sözgelimi yemek yediğimiz yerin yakınındaki ne idüğü belirsiz korkunçlu balıklar ve "Sevda Çeşmesi" adı verilmiş şu garabet:





Öyle yorulduk ki, ayrıca ertesi gün erkenden kalkıp Yunanistan'a geçeceğiz. Edirne'nin devamını Yunanistan dönüşüne bırakıp misafirhanemize yollanıyoruz. Beni izlemeye devam ediniz efendim...

1 yorum: