.

.
.

28 Kasım 2016 Pazartesi

HAFTA SONU RAPORU


Geçen hafta hayli atraksiyonlu geçti. Öğretmenler Günü kutlamaları, tiyatro, opera derken pazartesiyi buluverdik bile yine. Cumartesi günü tiyatroya gitmek için otobüs durağına ulaştığımda durağın yan duvarında kocaman bir reklam panosu çarptı gözüme, çarpmayacak gibi değildi zaten. Cankurtaran simidi dolgunluğundaki dudaklarını fettan bir ifadeyle büzüp ileriye doğru uzatarak deniz yatağı boyutuna getirmiş sarışın taze bir kozmetik mağazasındaki yüzde 50'lik indirime davet ediyordu biz bağyanları. Nitekim tiyatro çıkışı önünden geçtiğimiz aynı mağazada bağyanlar birbirini çiğneyerek alışveriş ediyordu, içeriye girebilmek bile kısmet işiydi :) Otobüs bir türlü gelmek bilmeyince başka reklam panolarını da inceleyerek oyalandım ama artık gözlerimde mi bir problem vardı, beynimde mi bilemedim. Rulo haline getirilmiş polar battaniyeyi kokoreç sandım önce. Sonra "Maylo"yu "mayo" okudum ve fiyatına şaştım, yanındaki bulaşık deterjanının da 4200 yıkama yaptığını görünce gözlerim yuvalarından uğradı. 4200'ün yıkama sayısı değil gramaj olduğunu idrak edince gözlerimi yuvalarına geri oturttum, daha fazla şapşallaşmama fırsat kalmadan neyse ki otobüs geldi, binip kurtuldum reklam aldatmacalarından. 

Antalya Belediye Tiyatrosu'na yıllardır uğramamıştım, eş-dosttan güzel oyunlar sahneye koyduklarını duyuyor, oradan yetişme Muhammed Uzuner, Müfit Kayacan ve Mehmet Özgür'ün başarılarını gördükçe de neden hala izlemediğimi kendi kendime soruyordum. Esasında problem gündüz matinelerinin olmamasıydı, gece tiyatroya gitmek biraz sıkıntılı oluyor benim açımdan. Bu yıl isimlerine "Şehir" sözcüğünü de ekleyerek cumartesi matinelerine başlamışlar ki buna çok sevindim. Bir dizi bilet aldım, zamanı geldikçe izliyorum. Evvelki hafta "Oyun İçinde Oyun" isimli eğlenceli bir komedi, bu hafta sonu da "Geç Kalanlar" isimli bir dram izledim. "Geç Kalanlar"ı birkaç yıl önce Ankara'da Küçük Tiyatro'da seyretmiştim, bu seferki yorumu daha çok beğendiğimi söyleyebilirim. 


Tiyatro çıkışı kahve içmek için yeni açılan ve şehrin benim açımdan çok ihtiyacı olan bir kitap cafeye gittik: Octopus Kitap Cafe. Bayıldım, bir yanda kitaplar, bir yanda kahve, çay, tatlılar, pastalar. Oh, ye, iç oku 😀 Sanırım sürekli mekanım olacak. 


Gezmelere doyamamış olacağım ki akşam için de programım vardı, Opera sahnesinde "Saraydan Kız Kaçırma" operasının prömiyerini izledik. Çok renkli, eğlenceli bir gösterimdi. Operamıza laf yok zaten, hem bale, hem opera, hem de konser alanında rakip tanımıyorum. 





Fotoğraflar: Buradan

Bunca etkinliğin üstüne pazar günü yerimen kalkacak halim kalmamıştı doğal olarak, çok kesin bir dönüşümle domestik moduna geçtim 😀 Uzun zamandır canım lahana sarması istiyordu, hafta içi pazardan alınan lahana da sepetin içinden "beni ne zaman saracaksın?" der gibi bakıyordu. Kolları sıvadım, içini hazırladım, lahana yapraklarını haşladım, "This Is Us" isimli diziyi açtım ve malzemelerimle karşısına yerleştim. 


Onlar doğum sancıları çeker, zayıflamaya çalışır, iş sıkıntıları yaşar, kendilerini terkeden babanın peşinde koşarken ben de başladım sarmaya. Maalesef lahana sarmalık değil turşuluk çıktı, sert, damarlı, kalın. Hayatımın en şekilsiz sarmalarını yaparak küçük bir tencereyi doldurdum. Lakin iç arttı, gittim yaprak ayarladım, bir küçük tencere de yaprak sarıverdim, o arada 2 bölümü de izlemiş bitirmiştim. Tencereleri ateşe koydum, artan lahanaları turşu yaptım. Buzluğa atmak için yeşil mercimek, çorba yapmak için kırmızı mercimek haşladım ve tüm bu eylemlerin sonunda kendim haşlanmış kadar yoruldum. Ben pambık piremses, uyuyan gözel, Rapunzel iken ne diye Külkedisi moduna geçtim zaten yahu 😀 Geçirenler utansın der ve giderim. Bugün yemek falan yapmayacağım, dünkü uğraşılarımın semeresini yiyeceğim, elime kitabımı alıp kıvrılayım bir köşeye. Meteoroloji sağanak dediydi ama dışarıda güneş var. Hoş Antalya havası bu, ne edeceği belli olmaz. Bir bakarsın indiriverir, yağsın yağmur çisil çisil, ben okurum usul usul. Haydi eyvallah...

24 Kasım 2016 Perşembe

ÖĞRETMENLER GÜNÜ'NDE ÖĞRETMENİME



Bu fotoğrafı daha önce de koydum, bu yazıyı daha önce de yayınladım ama her Öğretmenler Günü'nde inatla yeniden yayınlamak istiyorum ki hayatımın temel taşlarını koyan ilkokul öğretmenimi anabileyim, O'nu herkese anlatabileyim. Aşağıdaki yazı evvelki yıl yayınlanan "İmza: Ben" kitabından, ilkokul öğretmenim Firdevs Özgen'e yazdığım mektup, ruhu şadolsun:

O Eylül günü annemle birlikte sınıfın kapısından içeri girip sizi gördüğümde hayatımda bu kadar önemli bir yer tutacağınızı asla tahmin edemezdim. “Dünyanın en büyük küçük mucizesi çok gençken iyi bir öğretmene rastlamaktır. Büyük mucizelerse yalnız kutsal kitaplarda bulunur” cümlelerini okuyacaktım yıllar sonra Buket Uzuner’in “Şiir’in Kız kardeşi Öykü” kitabında. Kitabın kapağını kapatıp gözlerimi duvarın boşluğuna çevirmiş ve o Eylül gününü anımsamıştım. Evet, benim küçük mucizem 60 yaşlarında, seyrek saçlı, demode giyimli, sıradan bir kadındı. Okulun, çoğunun saçları sarıya boyalı, göz makyajları kuyruklu, sivri topuklu pabuçlar ve şık döpiyesler giyen kadın öğretmenler topluluğu içerisinde göze bile çarpmazdınız Firdevs öğretmenim; öyle sade, öyle gösterişsizdiniz. Lakin içinizdeki cevheri fark edebilmek için süslü kılıflara ihtiyaç yoktu, sınıfınızda birkaç gün geçirmek yeterli olmuştu. Annem beni tahtası kararmış sıralardan birine, babamın arkadaşının kızı al yanaklı Feyza’nın yanına oturtup Feyza’nın annesiyle birlikte bahçeye inmişti. Merakla bakıyordum etrafıma, hoşuma gitmişti okul ortamı. İçine kapanık bir tek çocuktan sınıfın Çalıkuşu’nu yaratmanıza henüz vakit vardı, ilk derste sadece isimlerimizi sormakla yetinmiştiniz. Beş saati arka arkaya kâh şarkı söyleyip kâh şiir okuyarak geçirip dağıldığımızda annem hâlâ bahçede, Feyza’nın annesince esir alınmış bir şekilde bekliyordu. Eve birlikte dönmüştük ve ben ertesi günü iple çekmiştim tekrar okula gidebilmek için. Annem götürmüştü yine ama bu defa Feyza’nın annesine görünmemek için hemen geri dönmüştü. Ben bir hafta sonra kendi başıma gidip geliyordum okula ve Feyza ya da annesi sizin sadeliğinizden pek hoşlanmamış olsa gerek o şık öğretmenlerden birinin sınıfına naklolmuştu. Bilselerdi ki onların da 1. Sınıf yaşındaki çocukları Firdevs öğretmenin sınıfında eğitim hayatlarını sürdüreceklerdi 5 yıl boyunca. 

Çok çabuk öğrendik okumayı ama diğerlerinin aksine kırmızı kurdele takmadınız yakamıza, yılsonunda okuma bayramı yapıp kurbağa kılığına falan da girmedik. Hiçbir 23 Nisan geçit törenine tek bir öğrenci alınmadı sınıfınızdan, hiçbirimiz de bunu dert etmedik. Bir nevi izole edilmiştik sanki, kendi bayramımızı kendi aramızda kutladık, okuma öğrenince bize dağıttığınız hikâye kitaplarıyla ödüllendirildik, oynana oynana sakıza dönmüş rontların yerine kimselerin bilmediği şarkılar öğrettiniz. Utangaç gülümsemelerle söyledik yalnız bizim sınıfın bildiği “Biz Şen Köylüleriz” türküsünün “Kızlar kızlar kızlar, candan hoş kızlar/Gözleri can dolu gönlü hoş kızlar” bölümünü. Ve hâlâ müthiş bir keyifle ve ince bir hüzünle söylerim bugüne kadar kimselerden duymadığım “Gece” şarkısını:

“Gün battı masmavi bir sis, sardı dağları gizlice
Her taraf inlerken sessiz, indi karanlık gece
Artık ışıklar yanıyor, uzak belirsiz evlerde
Rüya gören sahillerde periler oynuyor”


Yalnızca şarkılar değildi ayrıcalığımız, biz tarihi de herkesten farklı yöntemlerle öğreniyorduk. Rumeli çocuğuydunuz, 10 yaşındayken bizzat yaşadığınız Balkan Savaşı’nı anılarınızdan dinledik, Kız Muallim Mektebi’nde Reşat Nuri Güntekin’in öğrencisi olmanızın farkıyla sevdirdiniz bize Türk Edebiyatını. Çalıkuşu’nu sınıfta okuduktan sonra “Çalıkuşu” oldu takma adım, her Çarşamba bir ders ayırdığınız için bunca bağlandım şiire. Hiç katı disiplin görmedik biz, sıra aralarında dolaştık, derste bağıra çağıra konuştuk, kimseye bir fiske bile vurmadınız; ne yaramaz Ahmet’e, ne tembel İrfan’a. Annesi köyde olduğu için babasıyla okulun bodrum katındaki küçücük bir odada kalan müstahdemin oğlu, sınıf arkadaşımız sümüklü sarı Sinan’ı da aynı içtenlikle kucakladınız, öğretmen arkadaşlarınızın öğrenciniz olan bakımlı, özenli çocuklarını da. 

Hâlâ sizin öğrettiğiniz yöntemle yaparım limonatayı, hâlâ sizden öğrendiğim atasözlerini kullanırım. Öğretmenimiz değil yakınımızdınız sanki. Mezuniyet sınavında da bizim sınıf farkını göstermişti, herkes okul şarkıları hazırlarken biz bağıra çağıra “Bugün bize hoş geldiniz erenler” türküsünü söylemiş, Aile Bilgisi sınavı için de yukarıda bahsettiğim limonatayı hazırlayıp diğer öğretmenlere sunmuştuk. Sizi son görüşüm okulun son günü olacaktı. Yaş haddinden emeklilik dilekçenizi vermiş ve hep orada yaşama hayali kurduğunuz İstanbul’a yerleşmiştiniz bile biz diplomalarımızı Atatürk’e benzeyen müdürümüzün elinden alırken. Bir tek o zaman kırıldım sevgili öğretmenim size, diploma töreninde yalnız bıraktığınız için. Sonraları peşinize çok düştüm ama ulaşamadım. Şimdi başka bir âlemdesiniz; sevgim, minnetim ve özlemim oralara ulaşıyordur umarım. İyi ki benim öğretmenim oldunuz, huzurla uyuyun…

Sizin Çalıkuşu'nuz 

23 Kasım 2016 Çarşamba

ZAMANI GELDİ, GELENEK BOZULMASIN

Kasım ayını neredeyse bitirdik bitireceğiz, yeni yıl yaklaşıyor. Her seferinde umutla karşılıyor, meyus bir şekilde yolcu ediyoruz, "aman tez git, yenisi iyi gelsin" diyerek ama yıl bu elinden ne gelir ki, kendine ne kodlandıysa onu gerçekleştiriyor. "Umudu dürt/Umutsuzluğu yatıştır" demiş ya Edip Cansever, vardır ustanın bir bildiği, izinden gidelim, güne biraz renk, biraz umut katalım.

Bilenler bilir, birkaç yıldır Fransa'da yaşayan sevgili blogger arkadaşımız Beste ile kendi yarattığımız bir geleneği sürdürüyoruz. Yeni yıl öncesi Beste'nin tarifi ile "Kahveli portakal likörü" yapıyor ve yeni yıla girmeden, hepimiz aynı günde belirlediğimiz temaya uygun dileğimize kadeh kaldırıyoruz. (Bestenin tarif verdiği sayfasına buradan ulaşabilirsiniz)  Bu yılki dileğimizi henüz tesbit etmedik ama ülkemizde barış ve huzur temalı olması yüksek olasılık. Ben bugün kolları sıvadım ve likörümü yaptım, yeni yıl öncesi açılmak üzere uykuya bıraktım. Eski takipçilerimin çoğu biliyordur nasıl yapıldığını ama bilmeyenler ve yeniler için tarif ve ilk yaptığımızda uydurduğum öykü aşağıda, haydi yapacaklara kolay gelsin:


Malzemeler basit; 2 adet portakala ihtiyacımız var, mumsuz olmasına özen gösterin, bahçeden koparma imkanınız varsa en güzeli. Aslında portakal sayısı kavanozunuza göre değişir, 1 de olabilir, 3 de ama genelde en uygun sayı 2 oluyor. Diğer ana malzememiz bir miktar kavrulmuş çekirdek kahve. Sakın gidip de yarım kilo falan almayın. Ben 5 yıl önce aldığım 250 gramı hala kullanıyorum, önümüzdeki yıla da yeter büyük olasılıkla. Üçüncü malzememiz votka. Genellikle 2 portakalın sığacağı kavanoza 70'lik votka tam denk geliyor ama daha küçük kavanoz ve tek portakal kullanacaksanız 35'lik şişe de yetebilir, önemli olan votkanın portakalın üstünü tamamen örtmesi. Son olarak beyaz ve esmer şeker, ben çok tatlı sevmediğim için her birinden 2 şer kaşık hesabıyla 4 kaşık şeker kullanıyorum bu malzemeye. Tabii bir de ağzından portakalın sığacağı ve kapağı sıkıca kapanan bir kavanoza ihtiyacınız olacak. 


Şimdi gelelim likörün yapımına: 2 adet portakalı kabuklarını fazla hırpalamadan iyice yıkayıp kuruluyoruz. Ben bu işi hiç kullanılmamış plastik bulaşık teliyle yapıyorum. Sonra her bir portakalın üstüne ucu sivri bir bıçakla 40 adet delik açıyoruz. Neden 40 demeyin, tarif böyle ama ben aykırıyım diyorsanız 41,5 delik açın, hem nazar değmez 😀 Sonra her bir deliğe birer kahve tanesi yerleştiriyoruz. Fotoğraf işlemi tarif ediyor zaten. Ardından kavanozumuzun dibine 2 yemek kaşığı beyaz şeker döşüyoruz, üstüne de 2 yemek kaşığı esmer şeker ilave ediyoruz. Sırayı şaşırmayalım zira esmer beyazdan daha çabuk eridiği için üstte olması gerekiyor. Sonra da portakallarımızı yerleştiriyoruz. Portakalların üstünü kapatacak kadar votka ekliyoruz, 2 yemek kaşığı kahve tanesini daha kavanoza aktarıp ağzını sıkıca kapatıyoruz.


Likörümüz pijamalarını giydi, uykuya yatmaya hazır. Loş bir yere (karanlık daha da iyi olur) koyuyor ve arada şekerin erimesi için sallıyoruz. Genelde sallamaya gerek kalmadan bir hafta içinde falan eriyor ama bazı şekerler inatçı çıkabiliyor. Üç hafta ile bir ay arasında içilebilecek duruma geliyor. Ben genelde 1 ay bekletiyorum. Sonra süzüyor, istediğiniz bir şişeye aktarıyor ve ikrama geçmeden önce bizimle birlikte belirlediğimiz temaya kadeh kaldırıyorsunuz. Şimdidenr afiyet olsun. 

Bir konuya açıklık getireyim. Ben likörde çok şekerli tad sevmiyorum, normal tariften daha az şeker kullanıyorum. Şekerli seviyorsanız miktarı arttırabilir ya da arada tadına bakıp şeker ilavesi yapabilirsiniz. 

Likörü ilk yaptığım zaman portakallara ve kahvelere eğlenceli bir öykü uydurmuştum, okumayanlar ve tekrar okumak isteyenler için aşağıda:

"Sabah mutfaktan gelen seslerle uyandım, apar topar daldım içeri "ne oluyor?" diye. Baktım kahve taneleri neredeyse pankart açıp yürüyüş başlatmak üzereler. "Derdiniz ne sizin yahu?" dedim, "daha kargalar kahvaltısını etmeden çıngar çıkarmışsınız". İçlerinden en toraman olanı attı kendini ortaya, "Mutsuzuz" dedi, "doğduğumuz, büyüdüğümüz topraklardan koparılıp getirildik bu gurbet ellere, büyük büyük dedelerimizden beri size hizmet edip dururuz. Biraz daha düzgün hayat şartlarını hakediyoruz. Daracık, havasız, ışıksız bir hücreye kapattınız bizi, sıkış-tepiş geçiyor ömrümüz". Düşündüm, haksız sayılmazlar, ayrıca ben iyi bir işverenim, bana hizmet edenleri gözetirim. "Nedir arzunuz?" diye sordum, portakal bahçeleri içindeki bir toplu konutta birlikte yaşamak istediklerini belirttiler. İşi gücü bıraktım, 40 daireli bir apartmana yerleştirdim aynen söyledikleri gibi portakal kokan. "Oh, bu sorunu da çözdük" diye kahvaltımı etmeye gidiyordum ki yine çığrışmaya başladılar. "Şimdi ne oldu?" dedim, "Efkarlıyız apla" dediler, "vatan hasreti çekiyoruz, nerede o Kolombiya'nın mor sümbüllü bağları, kekik kokulu dağları", ardından da hep birlikte ağlamaya başladılar. Yüreğim elvermedi o vaziyette bırakmaya, "Yürüyün la" dedim "düşün ardıma". Götürdüm bir meyhaneye salıverdim cümlesini. Alkolün içinde boğulsunlar, içip içip dağıtsınlar keratalar. Bir ay sonra gider, toplar getiririm hepiciğini..."

16 Kasım 2016 Çarşamba

BU ARALAR


Dün gece balkondaki sandalyeleri deviren, apartmanın önündeki çınarın dallarını ve yapraklarını hunharca savuran, hışırtısıyla uykuları kaçıran bir poyrazdan sonra sabah odaya cömertce dolan güneşe açtık gözlerimizi. Tamam dışarıda rüzgar dünkü kadar olmasa da esmeye devam ediyor ama evin içi apaydınlık ve sıcacık. Her ne kadar kışı sevmesem de Antalya poyrazlarının evden çıkmadığım sürece bir sakıncası yok ama dışarı çıkacak olursam bazen beni bile uçurabilir hafazanallah :)


Dün "Benim Adım Feridun" isimli Çağan Irmak yapımı filmi izlemeye gittim. Daha önce Mahir Ünsal Eriş'in "Olduğu Kadar Güzeldik" kitabında okumuştum öyküsünü ve tartışmasız kitabın en güzel öyküsü ilan etmiştim. O hevesle koştum zaten sinemaya, yoksa Çağan Irmak'tan beklentimi sınırlayalı çok oldu. Sevdiğim her romanın, her öykünün sinemaya uyarlanması sonucu aynı kararla çıkıyorum salondan: "Bir daha sevdiğim edebi eserlerin filmini zinhar izlemeyeceğim". Her seferinde yine kendim bozuyorum kararımı, sonuç yine hüsran oluyor. Neredeyse okşaya okşaya okuduğum, pamuklara sarmak istediğim "Bizim Büyük Çaresizliğimiz"de de yaşamıştım aynı hayal kırıklığını. Hayalimde canlandırdığım karakterlerin tam tersi kişileri perdede görmek rahatsız ediyor ama gel gör ki yine gidip izliyorum, yine gidip izliyorum. Akıllanmam ben. Dünkü filmin kurgusu da öyküsünden çok daha farklı bir yöne kayıp gitti. Gerçi yazar bu konuda yönetmene izin vermiş ama illa da mutlu son olması gerekmezdi yani. Filmin ilk yarısı umut vadediyordu ama ikinci yarıdaki o bitmek bilmeyen ve ortada gelinle damattan başka herkesin boy gösterdiği düğün sahnesi illallah dedirtti, oyuncuların hatırına yedik onca uzun gösteriyi. Bugüne kadar bir tek Magda Szabo'nun "Kapı" romanının perdeye aktarılışında tatmin oldum ben. Istvan Szabo öyle güzel yansıtmış ki kitabı da, karakterleri de izlerken sayfayı çevirme isteği geldi içimden. Her neyse izlemesem aklım kalacaktı, izledim param kaldı, üstelik Halil Sezai'yi de hiç sevmem, hayalimdeki Feridun'la alakası yoktu. Tek bir sahne ilginç geldi filmin başında, kahramanlar cafede otururken uzaktaki bir masada yazarın silüetini sezdim ben, tabii kendisini bildiğim için. Hitchcockvari bir plan olmuş, hoştu. 

Aralık sonuna kadar okumayı planladığım 120 kitabı kasım ortasında bitirdiğim için sevinçliyim bu aralar. Monuka Maron'un "Uçucu Kül" 120. kitap olma şerefine nail oldu, zaten de o şerefe layık bir kitaptı. Şimdi elimde çok sevdiğim bir başka Şilili'nin, Alejandro Zambra'nın kitabı var: "Belgelerim". Harika öyküler, "Bir Kişisel Bilgisayarın Anıları"na bayıldım mesela, keyifle okuyorum. Yıl sonuna kadar 10 kitap daha okuyabilirim diye düşünüyorum, kısmet, göreceğiz.

Çok yakınımızda kurulan mahalle pazarımız biz Ankara'dayken yer değiştirmiş, daha uzağa gitmiş ve fakirleşmiş, sanki tadı kaçmış, gitmiyorum epeydir. O yüzden kasımpatı mevsimini vazolarım boş geçiriyordum nicedir. Dün bir markette rastlayıp aldım bu güzelleri, odam şenlendi. Üç sap çiçek bazen insanan hayata daha gülen bir yüzle bakmasını sağlıyor, üstelik onca keder varken. 

Bugünlük bu kadar, kalkıp sezonun son biber dolmasını pişireyim. Bundan sonrası ıspanak, pırasa, kereviz. Kış gibi sebzelerini de pek sevmiyorum (kerevizin hakkını yemiyor ve ayrı tutuyorum) ama el mahkum yiyeceğiz. Yemek pişirip önünüze koyanlarınız çok olsun efendim, kalın sağlıcakla.

11 Kasım 2016 Cuma

BÜRÜKÜLÜ



Sessizce akşam yemeği yiyoruz, görev yapar gibi. Dün yatarken aldığım allerji ilacı gece yetmemiş gibi gündüz de uyuttuğu için menüyü geçiştirmişim. Domates soslu makarna ve brokoli salatası var masada. Kocam çatalını bir brokoliye batırıp ağzına götürürken "bürükülü" diyerek bozuyor sessizliği. Cevap vermiyorum, bu aramızda uzun zamandır süregelen bir şaka. Yaptığı bir şeye çok kızıp hayatımızdan çıkardığımız bir arkadaşın bıraktığı hatıra. Birlikte yenen bir yemek sırasında garsondan brokoli isterken yanlış telaffuzunun ona olan kızgınlığımızla aklımıza iyice yerleşmiş olmasından ibaret esasında durum. Her brokoli yiyişimizle, her "bürükülü" deyişimizle onu cezalandırıyoruz adeta. Kocam bürükülüsünü yerken ben başka bir arkadaşı hatırlıyorum çağrışımla, sanki karşıma geçip gözlerinin içi gülerek, kendisine çok yakışan Denizli şivesiyle "bürükülü mü yiyon biladerim" diyor. İçimden bir selam gönderiyorum ona, gözüm brokoli kasesine takılıyor. Nar ekşili sosta yüzen brokoliler katledilmiş bir ormanı getiriyor aklıma. Bataklığın içinde yan yatmış onlarca kesilmiş ağaç. İştahım kaçıyor, kalkıyorum masadan. Tabağı çanağı bulaşık makinesine yerleştirip balkona çıkıyorum. Hava güzel ve temiz. Ay, son yılların en büyük dolunayına hazırlık çalışmaları içinde şişiniyor. Sokak gündüzün aksine sessiz ve tenha. Karşı apartmanın ilk katındaki dairenin pencerelerinden biri ışıklı, perdesiz. Plazma televizyonda oynaşan görüntüler yansıyor dışarıya. Balkonları karanlık ama gelen öksürük sesinden evin babasının orada oturduğunu anlıyorum. Nitekim az sonra çakılan çakmağın aydınlattığı yüzü beni yanıltmıyor. Ciğerlerini söken öksürüğe rağmen sigaraya devam. 

Bu sabah yukarıda da bahsettiğim gibi ilacın verdiği sersemlikle yataktan kazıdım adeta kendimi. Bilgisayarı açtığımda tüm timeline Leonard Cohen'le doluydu. Gitmiş yine hayatı yaşanılır kılanlardan biri daha, huzurla uyusun, şarkılarında yaşasın. Uyurgezer gibi kahvaltı edip uyurgezer gibi dolanıyorum evin içinde. Temizlik yapmam gerek, hem canım çekmiyor, hem halim yok, "Boşver" diyor şeker patlatmaya koyuluyorum. Zor bir etaptayım, bir türlü ulaşamıyorum neticeye, atıyorum elimden tableti balkona çıkıyorum. Belediyenin minnak, fırçalı temizlik arabası giriyor sokağa o sırada. Giriyor girmesine de hiçbir apartmanın garajı olmadığı için tüm sokak karşılıklı park yerine dönüşmüş durumda, iki aracın arasından zor geçiyor otomobiller, temizlik aracı da zigzaglar çizerek güya temizliyor asfaltı. Küçükken annemin zorla toz bezini elime tutuşturup toz almamı isteği zamanlarda sehpaların üzerindeki eşyaları kaldırmaz etrafından dolanırdım, temizlik aracı da öyle yapıyor. Sonra karşıdan turuncu giysisiyle belediyenin temizlik elemanı görünüyor. Baba-oğul karşılaşması gibi bir görüntü gerçekleşiyor. Turunculu işçi süpürgesini kaldırıp aracı selamlıyor. Araç duruyor, sürücü kafasını uzatıyor yan camdan, "kalanları sen toparla" dediğini düşünüyorum. "Eyvallah" diyor ve sararsa da henüz çıplanmamış ağaçlardan düşmüş tek tük yaprağı gönülsüzce küreğine süpürüyor. Araç zigzaglar çizerek uzaklaşıyor ben de içeri girip yeni kitabımı elime alıyor, kanepeye seriliyorum: "Uçucu Kül/Monika Maron". Çok sürmüyor, kitap elimde eksik kalmış uykuya geçiyorum...

8 Kasım 2016 Salı

SERGİLERDEN

Eylül başından beri gazetelerde, dergilerde, TV'lerde, sosyal medyada Akdeniz Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi eski ve yeni öğrencilerinin eserlerinden oluşan "Karşılaşmalar" Sergisi'nden bahsedildiğini görüyor ve okuyordum. Yahu bizim memleketin çocuklarının sergisi niye İstanbul'da Pera Müzesi'nde açılır da Antalya'da açılmaz diye hayıflanıyordum. Vee gönderdiğim beyin sinyalleri ilgili mercilerce duyulup sergi kendi memleketine dönüş yaptı. Ekim sonundan beri ATSOkültür'de izleyicilerin ziyaretine açıldı, ben de bugün varlığımla şenlendirdim sergiyi. Söylendiği kadar da güzelmiş, sefam olsun. Haydi bir kere de birlikte gezelim.


Sergi beş başlıkta toplanmış: "Bedenin Dönüşümü", "Soyutlama", "Kavramsal Yaklaşımlar", "Dijital Evren-Reklam" ve "Belgesel".


Gizem Ünal


Gizem Göktaş


Dilek Dadaylı Paktaş


Handan Akarsu


Selen Tokgöz


Berna Akça


Sabriye Öztütüncü


Gizem Sevinç


Esma Ünal


Gülden Ataman
(Bu çaydanlık deseni çarpı işi gibi işlenmiş seramik çubuklardan oluşuyor)


Elif Güzel Özparlar
(Kilim tekniği ile)

 
Derya Elgün


Gülşen Çaldemir


Asel Erkekli
(Yukarıdaki Bilecik, aşağıdaki Kırıkkale şehir planı, çarpı işiyle yapılmış)


S. Ayça Karaağaç


Sevim Kaynar


Nazım Durak


Gülşah Koç


Ceyhun Yapıcı


Kıymet Oğuz


Semih Oduncu
(Eserin adı "Zırhı Paslanmış Kahraman")


Esra Genç


Özge Elif Kızıl
(Küba)


Engin Akyurt
 

Candaş Borağan


Mustafa Bolat
(Sınır)

Ben en beğendiklerimi, bana en ilginç gelenleri fotoğraflayıp paylaştım ama sergide çok daha fazla eser var. Sergi Şubat'a kadar açık, Antalya'da yaşıyorsanız ATSO Kültür ve Sanat'a gidip görün derim. Giriş ücreti tam 15, öğretmen, öğrenci, emekli 7,5 lira. Pazartesi günleri hariç her gün açık.

7 Kasım 2016 Pazartesi

FARELİ KÖYÜN KAVALCISI


Sabah dilimde şu şarkıyla uyandım:

"Karac'oğlan der ki kendim öleyim
Coşkun sular gibi bendim döveyim
Güzel sevme derler nasıl sevmeyim
Sevsem öldürürler, sevmesem öldüm"

Bizim gençliğimizde yoğun bir Anadolu pop furyası vardı, türküler modernize edilip edilip uzun saçlı şarkıcılar tarafından elektro gitar eşliğinde söylenirdi.  Bunu Cem Karaca mı söylerdi bilemedim şimdi ama güzeldi yav. Şarkıyı kendi kendime söylerken bir haftadır blogla ilgilenmediğim geldi aklıma, yazsam dedim, yazmasam dedim, yazsam öldürürler, yazmasan öldüm dedim, ardından ağzını hayra aç dedim, üşenme yaz dedim, yaz yaz derken yaz geçti dedim, dedim de dedim. Baktım giderek saçmalıyorum, bari yazayım dedim.

Geçen haftaya damgasını bir hayalet fare vurdu, vurdu ki ne vurdu. Hafta ortasıydı sanırım, uzandığım kanepede elimde kitap, TV'den gelen sesleri ninni farzederek uyuyup kalmışım, "bari gidip yerime yatayım" dedim ve uykulu gözlerle banyoya yöneldim, içeri dalar dalmaz o uykulu gözler faltaşı gibi açıldı. Zira duşakabinin hemen yanındaki fayansın üzerinde zeytin çekirdeği boyutunda, siyah renkli bir "tanımlanamayan duran nesne" vardı. Hemen bilirkişi olarak koca çağrıldı, yapılan incelemeler sonucunda kendisinin fare-hem de bayağı iri kıyım bir fare-pisliği olduğuna karar verildi. Ben sinirden tir tir titrerken daha derin incelemeye geçildi, mevcut nesnenin yanındaki rafta devrilmiş birtakım şişeler saptandı. Peki ama nereden gelmişti ve neredeydi arkadaş? O sırada gözüme havalandırma boşluğuna açılan küçük pencere ilişti, sinek teliyle kaplandığı için sürekli açık durur. Kanadı iyice açtığımızda gördüğümüz on santimlik delik istenmeyen misafirin hangi kanaldan banyoya zuhur ettiğini apaçık ortaya koydu, sinek telini kemirmiş ve dalmış içeriye. Uyku falan hakgetire tabii ki bundan sonra. Elimizde fener bilumum dip köşe arandıysa da herhangi bir ipcuna rastlanamadı. Çaresiz alınacak tüm tedbirleri ertesi güne bırakıp yattık ama gel de rahat uyu, sabaha kadar malum yaratıktan gelebilecek olası çıtırtılara kulak kabarttım. Ertesi gün ilk iş kocaman bir peynir dilimiyle süslediğimiz kapanı kurduk, bütün odalarda fare pisliği araması yaptık ama yoktu. Sonra banyo ve tuvaletteki havalandırma pencerelerine panjur taktırmak için bir pimapenciye uğradık Adam güldü, onu da kemiriyorlar, zahmet etmeyin, en garantilisi kümes teli dedi. Aldık kümes telini, ellerimizi dele dele kestik ve saatler süren bir çabayla her iki pencereye de çaktık. Mubarek ağaç değil beton sanırsın, çivi falan işlemiyor, hem benim hem kocanın ellerinde hala geçmeyen delikler var :) Pencereler mühürlendi, her gün birkaç kez pislik kontrolü yapılıyor, bulunamıyor. Kapandaki peynir hala duruyor, tıkırtı yok. Anladık ki pek fazla kalmamış bizim davetsiz misafir, banyomuzu beslenme bakımından yetersiz görmüş olacak ki geldiği yoldan gerisin geri dönmüş. Nisbeten rahatladım artık, her ne kadar hala banyoya dalmadan önce kafamı sokup mıntıka kontrolü yapıyorsam da evde olmadığından emin olmaya başladım. Gerçi kapan duruyor, birkaç gün daha duracak tedbiren ama minnacık bir farenin verdiği huzursuzluk anlatılır gibi değil. 

Farenin defolup gittiğinden emin olunca moral düzeltmeye çıktım, Antalya'nın güzelim Beydağlarına baka baka yudumladım kahvemi. Gitsin fareler, gelsin kahveler :)




"Fa" ve "re"nin sadece notalarda olması dileğiyle...

1 Kasım 2016 Salı

EKİM OKUMALARI

Bir ayı daha geride bıraktık, Ekim nasıl geçti anlayamadım bile, film festivali bu aya tüm ağırlığını koydu ve bu nedenle kitap okuma hızım da biraz düştü, yine de 7 kitapla çok geride kalmış sayılmam. Gelelim neler okuduğuma:


-Ayın ilk kitabı biraz talihsiz bir kitaptı, Care Santos'tan "Barselona Kadınları". Ankara'da son Dost Kitabevi ziyaretimde almış ve orada okumaya başlamıştım. Henüz Eylül ortalarıydı. Lakin mantolama telaşesi, Antalya'ya dönüş hazırlıkları, bayram, seyran, çocuklarla vakit geçirme derken süründü durdu elimde. Eylül biterken henüz 100 sayfaya ulaşamamıştım bile. O kadar çok elime alıp alıp bırakmıştım ki yeniden okumaya başladığımda öncekileri unutmuş oluyor, al baştan yapıyordum. Açıkcası kitap bana, ben kitaba karşılıklı eziyet ettik. Ekim ayının ilk haftasında nihayet bitirdiğimde derin bir "Oh" çektim desem yalan olmaz. Çok da sevemedim açıkcası, belki de bu ara verme hallerinden kaynaklıdır. Barselona'lı ünlü bir ressam ve ailesinden hareketle yazılmış bir kitap, arada resimlerle ilgili teknik bilgiler, gazete haberleri falan ekleniyor konu aralarına, bu da insanı uzaklaştırıyor romanın akışından. Kısacası "Tavsiye eder misiniz?" diye sorarsanız, "Yorulmayın" derim.


-Agota Kristof'un "Büyük Defter", "Kanıt" ve "Üçüncü Yalan" üçlemesini çok aramış ancak kitapçılarda bulamamıştım, sağolsun bir arkadaş pdf olarak yolladı, bilgisayardan okudum. Etkileyici bir üçleme idi. Yazarın diğer kitabı "Dün"ü bu yaz Ankara'da YKY Kitabevinde bulup almıştım. Okumak Ekim başına kısmet oldu. Köyünde annesiyle yaşayıp yoksul bir hayat süren Tobias bir gün oradan kaçıp başka bir ülkeye sığınır, adını, geçmişini saklar, değiştirir ve yeni bir hayata atılır, yazar olma hayalleri kurar ve günün birinde çocukluk aşkına rastlar. Küçük ama dolu bir kitap "Dün". Üçleme kadar olmasa da etkileyici...


-Bu aralar blog ve instagram aleminde en çok sözü edilen kitap "Körburun". Bugüne kadar Hikmet Hükümenoğlu'ndan hiç kitap okumamıştım, madem bu kadar ünlendi, "Körburun" ile başlayayım dedim. Oldukça kalın ve küçük puntolu bir kitap, tam da festival zamanına denk gelince az kalsın akibeti "Barselona Kadınları"na dönecekti. Aynı onun gibi bu da yılın elimde en çok oyalanan kitapları arasına girdi. Konu Prens adalarının en küçüğünde geçiyor. Böyle bir ada gerçekten var mı, bilmiyorum, sonuçta İstanbullu değilim, kurgu da olabilir, gerçek de. Hemen hemen tamamı adada geçen öyküde çok kahraman, çok olay var. Öyle ki bazen birbirine karışıyor. Kitabın girişinde sözü edilen öğretmen, çocuk, abla bir daha ancak finalde iki üç satırla karşımıza çıktı. Yaklaşık 40 yıllık bir süreci kapsıyor olaylar zinciri. Kahramanlardan hiçbirini sevmedim. Belki biraz "deli" olarak kabul edilen ama bence kitaptaki en akıllı kişi olan Neriman ablaya yakınlık duymuş olabilirim. Onca olay kitaba sığdırılmaya çalışılınca bunaldım, sıkıldım, kafam karıştı. Hasılı çoğunluğun aksine kitaba bayılmadım, hatta sevemedim bile. Evet kötü değildi ama ne bileyim beni etkilemedi. Yolu açık olsun...


-Şükrü Erbaş en sevdiğim şairlerden biridir. Her bir şiirini sevip okşamak isterim, o derece. Son kitabı "Yaşıyoruz Sessizce" karısının ölümü üzerine yazdığı şiirlerin toplandığı bir kitap, acı kokan bir buket, bir yas senfonisi. Hemen her şiirde gözyaşlarımı zor tuttum, çoğunda tutamadım bile. Hatice hanım huzurla uyusun dilerim, keşke her insan bu kadar güzel hatırlansa.


-"Kuşlar Yasına Gider" bugüne kadar okuduğum Hasan Ali Toptaş kitaplarından biraz farklı bir çizgide. Bu da "Yaşıyoruz Sessizce" gibi bir anma kitabı, babaya adanmış bir yazar ağıdı. Şiirli bir dille yazılmış hüzünlü bir kitap. Hasan Ali Toptaş'ın dili çamurlu bir taşı mücevhere çeviriyor bazen. Okunası...


-Tayfun Pirselimoğlu'nu ilk kitabı "Çöl Masalları" ile tanımıştım, tadı hala damağımdadır o kitabın. Sonra diğerlerini de okudum, yeni kitabı "Berber"i de hevesle aldım. Berberlik yapan bir kiralık katilin öyküsünde kara bir kitap yazmış Pirselimoğlu. Tehlikeli ve tuhaf kişiler, ne idüğü belirsiz ilişkiler, bitmeyen bir kış, beklenen bir kıyamet ve daha bir sürü tekinsiz olay var kitapta, adeta bir distopya. Bu türü sevmesem de Tayfun Pirselimoğlu yazarsa okurum ama siz ilk kez okuyacaksanız "Çöl Masalları" ile başlayın derim. 


-Ve ucu ucuna Ekimin son günü bitirilmiş bir anı kitabı, Gülriz Sururi'den "Zefiros, Ebedi Gençlik Rüzgarı". Zefiros karayel demekmiş, ebedi gençliği simgelermiş. Gülriz Sururi için pek yanlış bir benzetme sayılmaz. Sanatçının yıllar önce ilk anı kitabı "Kıldan İnce Kılıçtan Keskince"yi bir dişçi ziyareti öncesinde aynı binadaki bir kitapçıdan almış, sıra bana gelene kadar 30 sayfasını okuyuvermiştim. "Gül hanım, gül hanım, gül dibine gel hanım" diye başlayan girişi hala aklımdadır. Anı türünü çok seven, tiyatroya tutkun biri olarak kitaba bayılmıştım, sanırım 2-3 kez okumuşluğum vardır. Yıllar sonra anıların devamı "Bir An Gelir" adıyla çıktı, onu da aynı ilgiyle okudum. 3. kitap "Zefiros" da sanatçının yakın dönem kültür ve sanat hayatını, tiyatroyu ve kendi kişisel ilişkilerini anlattğı bir kitap, diğerleri kadar olmasa da sevdim. Anı okumayı ve tiyatroyu seviyorsanız okuyun derim ama önce eğer okumadıysanız ilk iki kitaptan başlayarak. 

Kasım kitaplarında görüşmek dileğiyle sağlıcakla kalın...